2015 senesinden beri hayatımızın önemli bir parçası olan, Akkök Holding sponsorluğunda düzenlenen Mamut Art Project, bu sene de 3-7 Nisan tarihleri arasında KüçükÇiftlik Park’ta gerçekleşecek. Sanat kariyerinin başında olan bağımsız yetenekleri koleksiyoner, küratör, galeri, kültür-sanat kurumu ve sanatseverlerle buluşturan oluşum bu sene de birbirinden yetenekli isimleri bizlerle tanıştıracak.
Mamut Art Project öncesi fuara video disiplininden çalışmalarıyla katılan sanatçıları mercek altına aldık. Yazı dizimizin ikinci bölümünde odağımızdaki sanatçılar: Hasan Mert Öz, Esin Aykanat Avcı, Hasan Akdaş ve Kusay Tatlı.
Hasan Mert Öz
Mamut’a dahil olacağınız Nuh’un Oğlu adlı çalışmanız Nuh’un Gemisi’nden ilham alıyor. İdeal evrene giden büyük bir uzay gemisini konu alıyor. Ancak konunun esas odağı tohumlar, hayvan yumurtaları, DNA örnekleri ve 5000 insan değil. Esas odak noktası kalanlar. Kimdir bu kalanlar, nasıl bir hayatları var? Bu konu üzerine odaklanırken size ilham veren ne oldu?
Anlamanız için biraz süreçten bahsetmem gerekiyor çünkü her şey istemsiz gelişti. Bu işe, “bir şey yapmalıyım” diye başlamamıştım. Bu çalışmayı yapalı neredeyse bir yıl oluyor. O dönemde çok fazla film izliyordum ve bir yandan da deli gibi kitap okuyordum. Bu kitaplardan en belirgin olanlardan biri Soner Yalçın’ın Saklı Seçilmişler’i idi. Bu okumalardan ve filmlerden kendimce notlar tutuyordum ama bunlar kendi düşüncelerim üzerineydi. Şunu da kesinlikle belirtmek isterim hiç Black Mirror izlememiştim. Sonra bu notları birleştirdim, işime yaramayanların hepsini eledim. Bu uzay mekiği kısmı aslında ekleyip eklememek arasında çok kaldığım bir konuydu. Doğrusunu söylemek gerekirse işin biraz fantezi kısmı diyebilirim. Zaten artık bunu kullanmak istemiyorum. Soruya dönersek, evet esas konu bu değil. Bunu ilk söyleyen ben değilim ama esas konu doğanın bitmesi, bizim hiçbir şey yapmamamız ve bize ne olacağı. Bunu göstermeye çalışıyorum. Buradaki insanlara dönersek hiçbir hayatları yok. Zihinleri bir simülasyonun içinde yaşayan, bedenleri ise oradan oraya savrulan insanlar. Ama tek bir cümle ile anlatmak gerekirse: “Direkt bir şey yaparak yok etmektense zamanın onları yok etmesi için köşeye atılan, göz ardı edilen, önemsizleştirilen insanlar” diyebilirim.
Şu an üzerine yoğunlaştığınız başka projeleriniz var mı?
Üzerine yoğunlaştığım bir projem var, bir şeyler yaptım ama hâlen daha üzerine düşünüyorum. Çok fazla eksiği var. Yine distopya ama bu sefer Türkiye üzerine. Ve yine konusunu tek cümle ile özetlemek gerekirse: “Bir Türkiye düşünün… Bütün aydınları katledilmiş” diyebilirim.
Esin Aykanat Avcı
Mamut’ta yer alacağınız seriniz doğa temasına odaklanıyor. Zemin serisi nasıl ortaya çıktı anlatır mısınız?
Ben aslında lisans eğitimimi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamladım. Bu geçmişimden kaynaklı bir alışkanlıkla plastik sanatlar eğitimimin başlangıcından beri hep sevdiğim yazarların metinlerinden esinlenerek işler ürettim. Son dönemde doğa temasına odaklanmam sebebiyle Ralph Waldo Emerson ve Henry David Thoreau başta olmak üzere Amerikan Transandantalist yazarların metinleri tekrar ilgimi çekmeye başladı. Bu metinlerde doğayla insanın ilişkisi hatta bazen yazarların doğada yalnız kalarak yaşadığı deneyimler bire bir olarak anlatılıyor. Aslında insanın kurumlarla ve tüketim kültürüyle kendini uzaklaştırdığı özünü ve kendi kendine yetebilme yeteneğini tekrar nasıl kazanabileceğini, bunun ne derece mümkün olduğunu araştırıyor.
Geçen yıl Fulbright Bursu’yla, Amerika’da doktora tezi araştırmam için bir yıllık bir süreç geçirdim. Yalnızca tezime ve çalışmalarıma odaklanabilme imkânı bulabildiğim bu süreci de büyük bir şehirden ziyade, bu metinlerden esinlenen işlerimi daha gerçek bir deneyimle geliştirebilmek için doğaya daha yakın olabileceğim küçük bir şehirde geçirmeyi tercih ettim. Bir yılımı geçirdiğim Delaware eyaletinin Newark şehrinin tam ortasından White Clay adında bir nehir geçiyordu. Vardığım ilk hafta, oradan kil toplayabileceğimi öğrendim ve hemen bunu gerçekleştirdim. Daha önce işlenmemiş kille hiç çalışmamıştım, bu benim doğa temasına odaklı işlerimi yaparken doğaya dokunmayı, tamamen doğal bir malzemeyi kullanmayı ilk deneyimleyişimdi. Bu yüzden bu malzemeyle iç mekânda kurguladığım projeleri gerçekleştirmek yerine doğayla başlattığım bu iş birliğini devam ettirmeye ve kilin kaynağı olan nehri de işin içerisine katmaya karar verdim. Yaşam alanlarımızın zeminini kaplamak için kullandığımız karoları, nehrin zemininden topladığım kille bu kez nehrin zemini için ürettim. Onları pişirerek dirençli hâle getirip formlarının içerisine hapsetmedim ve doğayla birlikte hareket edebilme yeteneklerini almadım. Karoları nehrin zeminine döşeyip yaşamlarına kaldıkları yerden devam etmelerine izin verdim. Aslında bunu sembolik olarak doğanın sürecine insan eliyle verilmiş bir ara ve sonrasında kendi hâline bırakarak, tekrar özüne dönüşünü, kendi sürecinin devamını izlemek ve hissetmek olarak görüyorum. Yeryüzüne geliş anımızdan itibaren dolaylı ya da direkt olarak temas hâlinde olduğumuz zeminin bir parçası olan kili toplamayı, şekillendirmeyi, tekrar nehrin zeminine götürüp bırakmayı, formun kaybolma sürecini ve hatta şu anda dahi kullandığım malzemenin orada hareket hâlinde olmasını içeren bu sonsuz süreç; benim için aslında öncesinde doğayla uyum içerisinde olan ve insan eliyle bozulan yaşamlarımızı, tekrar özünü ve kendi sürecini bulması için serbest bırakma güdüsünü sembolize ediyor.
Kendi hâline bırakma, değişime odaklanma ve doğaya ayak uydurma çalışmalarınızdaki başlıca kaygılardan birkaçı. Sizce bunlar günümüzde mümkün olabilir mi yoksa ütopik bir evren kurgusundan mı bahsediyoruz?
Tabii ki, sayıları artık çok az olsa da doğayla uyum içerisinde yaşayan insan toplulukları hâlâ var. Fakat onlar dahi kaçınılmaz şekilde “medeniyetin” müdahalelerine maruz kalıyorlar. O yüzden bu benim zihnimde kurguladığım ütopik bir evren ve çalışmalarım da bunun farkındalığını ve deneyimini yaşatmaya çalışan anlar aslında. 2017 yılından bu yana tasarladığım formların hepsi kendi içerisinde değişime uğrayarak en fazla bir ay içerisinde yok oldu. Sahneler birbirine benzese de her yeni kurulumda kendilerine ait farklı bir süreç geçirerek yok oluyorlar ve ben süreçlerin başlangıcından itibaren kontrolü tamamen elden bırakmış oluyorum. Elimde baştan sona kaydı bulunan video çalışmalarının dahi, gerçek zamanlı olmaları nedeniyle her anına şahit olmak pek mümkün değil. İşlerin, herkesin farklı bir anına şahit olup farklı bir deneyim yaşadığı yapıları var. Sanırım çalışmaların tek gerçek yönü bu zamanla olan ilişkileri. Bu sayede çalışmalar gerçek bir zaman deneyimi yaşatırken aynı anda engellenemez ve müdahale edilemez bir değişime güveniyor. Sonu bilinmeyen bir süreçte kendi hâline bırakılan, süreci kontrol edilemeyen işler koleksiyonlar hâlinde rafa kalkmaktansa herkesin zihninde ait olma ve sahip olma duygusunu suyla aşındırmaya, yumuşatmaya çalışan belli anlar olarak kalıyor.
Şu an üzerine yoğunlaştığınız başka projeleriniz var mı?
Video çalışmaları dışında iç mekânda tasarladığım süreçler var. Doğada çalışmadığım zaman endüstriyel kil kullanmaya devam ediyorum. Kilin birçok farklı çeşidini ve hangi kuruluk evresinde suya nasıl ve ne sürede tepki verdiğini deneyimliyorum. Kili pişirmek binlerce yıl öncesinden gelen bir gelenek bizim için ve bunu birçok farklı şekilde yapabilirsiniz ama yine de amaç hep dayanıklı bir ürün elde etmektir. Fakat kil öyle bir malzeme ki pişirmediğiniz zaman da size sayısız farklı sürecin kapısını açıyor. Şu ana kadar farklı özelliklerde killerden yaptığım formları suyun içerisine bırakarak başlattığım süreçleri şimdi kili farklı yöntemlerle suyla buluşturarak tasarlamayı deniyorum. Buna ek olarak, bitki yapraklarının, sebze ve meyvelerin pigmentli yapısına müdahale ederek tasarladığım bio-art projelerim var.
Hasan Akdaş
Çalışmalarınızda gündelik nesneleri kullanıyorsunuz. Bu nesnelerin zaman-mekân ilişkisini inceleyip kayıt altına alarak izleyiciyle buluşturuyorsunuz. Bu fikir ilk olarak nasıl ortaya çıktı bizimle paylaşabilir misiniz?
Tabii. Öncelikle işlerde görülen atık ve sıradan nesneler, günlük karşılaştığımız çöp olarak adlandırdığımız şeylerin imgeleri. Adlandırmamızdan anlaşılacağı gibi bu imgeler ilk olarak sosyolojik bir bağlamda değerlendirilip çevresel bir sorunu daha soğuk bir biçimde gösteren kayıtlar olarak karşımıza çıkıyor. Fakat bu işleri üretirken işin bu tarafı ile pek ilgilenmedim. Daha çok nesneler veya olaylar ile ilişki biçimleri ilgimi çekiyor(du). Duruma biraz daha yoğunlaşınca doğa olayları işlere dahil olmaya başladı. Ve böylece zaman, mekân, ilişki, olay, nesne; atık, çöp, sıradanlık, günlük vb. terimler işleri oluşturan birimler hâline geldi. Bu terimler üzerine düşününce, araştırınca bir biçimde ne yapacağım, nasıl yapacağım beliriverdi.
Mamut’a katıldığınız Rüzgar Ölçer, Plastik Su Şişesi ve İsimsiz adlı çalışmalarınızda bir veri ölçme, kayıt altına alma meselesi var. Bunun temel sebebi nedir?
Merak. Biraz kısa oldu ama öyle. Dediğim gibi, bir olay ile ne biçimde ilişkiler kurulabiliyor? Bunun olanağı nedir? Tabii bunlar büyük sorular. Bilim ve felsefe alanına ait sorunsallar. Benim amacım bunlara bir yanıt aramak değil. İlgilendiğim alanın imkânları ile düşünsel bir süreç başlatmak ve çevremde olan bitenleri kavramaya çalışmak. Ayrıca işler olgusal bağlamda ele alınmaya uygun olmasına rağmen galiba işin soyut tarafı ilgimi daha çok çekiyor. Bu da hâliyle yönelimi belirledi ve ölçme, karşılaştırma meselesi işin içine girdi. Kayıt altına almanın yani video kamerası ile bir zamansal aralığı kayıt etmenin bu ilişkisel süreci bir gösterge hâline getirebilmek için uygun bir araç olduğunu düşünüyorum.
Şu an üzerine yoğunlaştığınız başka projeleriniz var mı?
Evet bu bağlamda düşünmeye ve üretmeye devam ediyorum.
Kusay Tatlı
Anlatı I adlı işiniz 1984 kitabındaki Winston’un hayatından bir parça anlatıyor. İşin çıkış noktasını bize anlatabilir misiniz?
Videodaki metin, 1984 kitabında O'Brien'ın Winstonla sorgu odasındaki diyaloglarından bir parçayı anlatıyor. Diyaloğun öncesinde tekbencilik veya solipsizm olarak bilinen felsefi görüşten bahseder. Halkını manipüle eden totaliter bir hükümet, geçmiş tarihli gazetelerdeki olayları değiştirir, tarihleri değiştirir ve halkını zamansızlaştırır. Bu zamansızlaşma hissinin üzerine elimizde, distopik veya ütopik, yaşamın zaten belirsiz bir fırlatılmışlıktan geldiği, belirsiz bir zaman ve konum sorgulamalarını açığa çıkarır. Bu belirsizlik, varlıkta beyhude bir belirleme ihtiyacına yöneltir. Zamanı ölçmek, takvim oluşturmak zamanı belirleyebilir mi? Zaman, zamansız bir durumdan ne zaman ve nasıl başladı?
Şu an üzerine yoğunlaştığınız başka projeleriniz var mı?
Şu an üzerine yoğunlaştığım “hiçliğin varlığı” konulu Hiç-ol-mamış isimli bir video proje var. Projenin teması: Hiçlik, hiç olmamıştır ve var olması olanaksızdır. Hiçlik bir şeyin yokluğu değildir. Yokluk, bir şeyin varlığının yokluğuyla doluyken, hiçlik zamansal, mekânsal ve anlam olarak hiç var olmamıştır. Hiçlik ulaşılması olanaksız, kavranamaz bir şeydir. Bir şey olarak ifade etmek bile bizi hiçlikten uzaklaştıracaktır. Hiçlik üzerine her yorumumuz bir varlık yaratacaktır. Heidegger’in ‘’Ölüme- giden-varlık’’ olarak tanımladığı var olan kaygılarımızdır. Var olan kaygı, negatifi yok olma kaygısı daha ilerisi hiç olmama kaygısıdır. Burada asıl olan kaygıdır. Kaygı, bilincimizde varlık ve hiçlik olarak kendi varlığını açığa çıkarmaktadır.