Maria Roza’nın sanatında gerek estetik gerekse kavramsal bir kırılma noktasına işaret eden kişisel sergisi “İlkel Diyaloglar” Istanbul Concept Gallery’de izleyiciyle buluşuyor. Mitler ve semboller dünyasından yola çıkarak bilinçaltının insan ve doğa arasındaki unutulmuş bağlarının izini süren sanatçı ile çalışmaları, esin kaynakları ve hayata bakışı üzerine konuştuk.
Sanatla ilgilenmeye ne zaman başladın? Güzel sanatlar okumaya nasıl karar verdin?
Sanata olan ilgimin bir başlangıcı var mı emin değilim; sanki hep hayatımın bir parçasıydı. Kendimi bildim bileli resim yapıyorum, ancak küçük yaşlarımda müzikle de derin bir bağım vardı. Uzun süre ikisi arasında gidip geldiysem de resim, beni her zaman müzikten daha baskın bir şekilde çağırdı. Benim için belki de bir tercih değil, bir tür teslimiyetti. Güzel sanatlar okumaya nasıl karar verdiğim konusuna gelince, yeteneğimi ilk fark eden resim hocamdı. “Yetenek sınavına girmelisin” dediğinde, sanki önümde açılan bir kapıyı işaret ediyordu. Ailemin de desteğiyle bu kapıdan geçtim ve bu yolculuğun ilk durağı Ankara Güzel Sanatlar Lisesi oldu. Ardından Hacettepe Üniversitesi Resim Bölümü’nde resim yapmanın yalnızca bir tür yetenek değil aynı zamanda kendimi ifade biçimim olduğunu fark ettim. Müzik mi? Hâlâ kalbimde bir yerlerde yaşıyor ama resim hem benimle birlikte hikâyemi yazan hem de onu anlatan bir yol arkadaşı artık.
Sanatında ele aldığın konulara bakıldığında, psikolojiye ve mitlerin sembolizmine büyük ilgi duyduğun anlaşılıyor. Resimlerindeki başkarakter kim? İşlerini birer otoportre gibi düşünebilir miyiz?
Resimlerimde genellikle otoportrelerimi kullanıyorum; ancak bu figürler yalnızca beni değil, insanın iç dünyasına dair daha evrensel bir yolculuğu temsil ediyor. Joseph Campbell’in söylediği gibi, mitler insanlığın ortak temalarını sembollerle ifade eder ve bireysel bir hikâyeyi evrensel bir yolculuğa dönüştürür. Bu dönüşüm, resimlerimde kendine yer buluyor. Figürlerim ilk anda masum ve kırılgan gibi görünse de, izleyiciyi tıpkı mitlerin yaptığı gibi doğaya içkin karanlık taraflarımızla yüzleşmeye davet ediyor. Böylece insanın doğayla ve kendiyle olan ilişkisine dair bir hikâyeyi yalnızca görsellikle değil, duygu aktarımıyla da yaratmayı amaçlıyorum. Bunu, insanın özüne dair bir tür hatırlatma olarak da görmek mümkün.
Kompozisyonlarında yer verdiğin hayvanların, insan doğasının bastırılmış yönlerini temsil ettiğini duyumsuyorum. Kent yaşamı bizi doğamızdan uzaklaştırıyor mu? Sence bizi doğamızdan uzaklaştıran tam olarak nedir? Bu soruyu, özellikle kendi kuşağının temel meselelerini düşünerek yanıtlamanı rica ediyorum.
Kompozisyonlarımdaki hayvanların, insan doğasının bastırılmış yönlerini temsil ettiği yorumu bana çok yakın geliyor. Onlar hem bilinçaltına hem de insanın ilkel ve saf yanlarına dair metaforlar olarak okunabilir. Doğamızdan uzaklaşmamızda ise suçlunun kim olduğunu belirlemek zor. Sanki biraz kent yaşamı, biraz teknoloji, biraz tüketim kültürü, biraz da biz. Modern hayat bize parlak oyuncaklar verirken, karşılığında doğayla olan kadim bağımızı zayıflatıyor. Farkında olmadan, doğanın yalnızca bir dekor olduğunu sanmaya başlıyoruz. Kent yaşamıyla birlikte doğadan fiziksel olarak uzaklaşıyoruz. Doğayla olan bağımız zayıfladıkça, kendi içsel doğamızdan da uzaklaşıyoruz. Bu iki kopuş, birbirini besleyen bir döngü oluşturuyor. Kendi kuşağıma gelince… Biz, biraz da doğanın kayıp çocukları gibiyiz. Ama ne tuhaftır ki kaybolmuş durumda mıyız yoksa yalnızca kaybolma hissini mi seviyoruz, pek de emin değilim. Doğaya dönmeyi gerçekten istiyor muyuz? Yoksa modern dünyanın konforundan vazgeçmeden o eski bağı küçük parçalar hâlinde yeniden yaratmaya mı çalışıyoruz? Mesela evde bir bitki, belki bir kedi, bir köpek, yapay çiçekler, çiçek ve hayvan desenleri... Bunlar, doğayı “kontrollü bir şekilde” hayatımıza dâhil etmenin yolları değil mi? Belki de gerçekten dönmek istemiyoruz; yalnızca hatırası hoşumuza gidiyor. Doğanın varlığı elbette bize güven veriyor; çünkü hâlâ onunla nefes alıyoruz, onunla besleniyoruz, ama onunla gerçek bir bağ kurmak için zahmete girmiyoruz. Biraz “onunla da olmaz, onsuz da” durumu… Bir bitki sulamak mı? Görev tamam. Ormanda kamp yapmak mı? Belki baharda ya da yazın bir hafta sonu…
Devam eden sergin “İlkel Diyaloglar”, bir önceki “Paralel Hayvanlar” sergisinden farklı bir ışığa sahip. Paletine yeni ve canlı, hatta neon renkler girmiş ve kompozisyonların daha aydınlık, daha mekânsal hâle gelmiş. Bu değişimden biraz bahsedelim mi?
“İlkel Diyaloglar”, “Paralel Hayvanlar” sergisinden gerek atmosfer, gerek yaklaşım olarak farklı. “Paralel Hayvanlar” sergisinde, hayvanların mistik statüsüne ve insanla kurdukları tarihsel bağa odaklanmıştım. Hayvan imgelerini mekanik algılardan arındırarak, doğayı sembolize eden melez yaşam formları yaratmaya çalışmıştım. Bu formlar insan bedeniyle de birleşerek hem tekinsiz hem güven verici bir estetik deneyim sunuyordu. Serginin tonu, karanlık ve düşünsel bir alanda şekillenmişti. “İlkel Diyaloglar” sergisinde ise, renklerin enerjisini ve mekânsal kompozisyonların derinliğini kullanarak farklı bir gerçeklik hissi yaratmaya yöneldim. Burada renkleri kendi başına bir dil olarak kullandım ve galeri mekânı bu dilin yankılandığı bir zemine dönüştü. Burada amacım, figürler ve semboller aracılığıyla doğa ve insan arasındaki yadsınamaz bağı yeniden yorumlamaktı. Ancak yine biraz tanıdık, biraz da tekinsiz bir deneyim yaratmayı hedefledim. Tıpkı aynadaki yansımanızı gördüğünüz an gibi… Aynaya bakıyorsunuz ve tanıdık bir yüzle karşılaşıyorsunuz, ta ki o yüz size biraz fazla yabancı gelene kadar. O, aslında hem sizsiniz, hem de değil. Bu sergide kompozisyonların izlenmekten çok hissedilmesini, çözümlenmesinden çok keşfedilmesini istedim. Sonuçta iki seri, tematik olarak birbirini tamamlamış oldu; biri, sorgulamayı bağın kaybolduğu yerde durup yaparken, diğeri o bağın yeniden keşfedilmesi için bir alan yarattı.
Sosyal medya hesabında kendini “disiplinler arası sanatçı” olarak tanımlıyorsun. Biz ise seni daha çok pentür ve desen türündeki işlerinle tanıyoruz. Başka hangi tekniklerde sanat üretiyorsun? Dijital ortamı kullanıyor musun?
3D modelleme, enstalasyon, video ve fotoğraf gibi pek çok alanda işler üretiyorum. Örneğin “Paralel Hayvanlar” sergimde bir enstalasyon vardı; yaklaştığınızda size, kendi üzerine kan püskürten bir yansımanızla karşılık verirdi. İçinde bir ayna, altında ise endüstriyel hayvancılıkta hayvanların kesildiği alanları çağrıştıran bir muşamba zemin vardı. Kan orada birikirken, heykelin pati şeklindeki bir parçası aynadaki yansımanızdan bu kanı temizlemeye çalışıyordu. Doğayla olan gerilimli ilişkimizi ve doğa ile insanın birbirine olan etkisini sorgulayan bir çalışmaydı. Sergideki bir diğer işim ise performansımı video kurgusuyla birleştirdiğim bir çalışmaydı.
Disiplinler arası işlerimde fiziksel mekânın etkisi çok önemli. İşlerimin doğru yansıtılabilmesi için detaylı bir kurulum ve kayıt süreci gerekiyor. Sosyal medyanın bu tür işler için bağlam yaratma konusunda her zaman yeterli olmadığını ve işin ruhunu kaybettiğini düşünüyorum. Dijital ortamı elbette kullanıyorum; ancak işlerimin fiziksel mekânda daha güçlü bir etki yarattığına inanıyorum. Her teknik kendi alanını ve izleyiciyle buluşma yöntemini talep ediyor. Her şeye rağmen disiplinler arası bir sanatçı olarak, farklı tekniklerle sınırları keşfetmeyi seviyorum. Sonuçta eğer sanatta bir sınır varsa, onun eğilip bükülmeye ne kadar uygun olduğunu görmek lazım, değil mi?
Özellikle ilham aldığın sanatçılar, yazarlar, rejisörler var mı?
Resim konusunda doğrudan ilham aldığım bir sanatçı yok. Ancak yaratıcı sürecim, farklı disiplinlerden gelen yankılarla dolu. Mağara resimlerinden el yazmalarına, Hieronymus Bosch’un çılgın detaylarından Francisco Goya’nın karanlık imgelerine ve hatta Joseph Beuys’un kavramsal yorumlarına kadar birçok farklı şeyin düşüncelerimde iz bıraktığını söyleyebilirim. Mehmed Siyah Kalem’in mistik çizgileri, Fernand Khnopff’un sembolizmi, Max Ernst’in sürreel dünyaları ve Patricia Piccinini’nin tuhaf melez yaratıkları üzerinden genetik mühendislik ve biyoetik konusunu ele alışı da bu yankılar arasında. Mitolojik eserler de düşünsel bir yankı yaratıyor. Edebiyat ve düşünce dünyasında ise Joseph Campbell ve Mircea Eliade’nin mitleri ele alış biçimleri beni hep düşündürür. Carl Jung’un kolektif bilinç dışı ve arketip teorileri, Rollo May’in yaratıcılık ve varoluşçuluk üzerine fikirleri, Edgar Allan Poe’nun karanlık ama büyüleyici estetiği ve Alain de Botton’un insan deneyimine bakışı, yaratıcı sürecimi besleyen unsurlar arasında. Son dönemlerde işleriyle farklı bir bağ kurduğum rejisörlerden Aki Kaurismäki’nin, insanın doğasının sıcak ve umut dolu yanlarını ortaya çıkardığı sade ama güçlü anlatımını seviyorum. Guillermo del Toro’nun fantastik unsurları derin bir atmosferde ele alışı, Lee Chang-dong’un insan ruhunun katmanlarına dair sabırlı ve dürüst yaklaşımı, Kieślowski’nin etik ve duygusal sorgulamaları ve Herzog’un doğayla insan arasındaki gerilimli ilişkileri işleme biçimi, üzerinde düşündüğüm temalarla örtüşüyor. Bu isimler ve eserleri işlerimde bire bir esinlenmelerden çok, derinlerde dolaşan sezgiler ve düşünceler olarak varlık gösteriyor.
Çok genç bir sanatçı olarak yaşına göre önemli başarılara imza attın. Bu durum gelecek için üzerinde bir performans baskısı yaratıyor mu?
Öncelikle bu yorumu duymak beni hem mutlu etti hem de düşündürdü; teşekkür ederim. Şu ana kadar kendimi en çok, işlerimle izleyicilerde duygusal bir deneyim yaratabilme konusunda başarılı buluyorum. Her bir çalışmamda üzerinde düşündüğüm temalara olduğu kadar izleyicinin kendi deneyimlerine de yer bırakacak bir alan yaratmaya çalışıyorum. Ancak başarıyı nihai bir hedef olarak görmektense, daha fazlasını öğrenmek ve keşfetmek için bir araç olarak değerlendiriyorum. Hele ki sanat söz konusu olduğunda başarı, tanımlaması daha da zor bir kavram. İzleyiciyle kurulan bağ mı, medyatik olmak mı, eleştirmenlerin görüşleri mi, yoksa sanatçının kendi içsel tatmini mi? Bana göre her zaman bir ölçüye vurulamayacak kadar belirsiz ve öznel kalıyor. Sürekli üretim yaparak var olma zorunluluğu sosyal medyanın büyüyen talepleriyle birleşince, başarı bir ölçüden çok bir yanılsama gibi görünebiliyor. Ancak bu belirsizlik, aynı zamanda sanatın güzelliğini de oluşturuyor. Belki de başarı varılacak bir hedeften ziyade süreçte hissettiğimiz bir anlam duygusudur. Şu an için yolculuğumun başında olduğumu düşünüyorum ve bu yolculuğun beni nereye götüreceğini görmek için sabırsızlanıyorum. Her adımda biraz daha keşfediyorum, biraz daha öğreniyorum; yaratmanın sonsuz olanaklarıyla yeniden tanışıyorum. Bu süreç bana gösteriyor ki kendimi geliştirdiğim ve yeniliklere açık olduğum sürece, gelecekte çok daha güçlü işler ortaya koyabilirim. Çünkü asıl mesele, her yeni adımda kendi sınırlarını aşmaya cesaret edebilmek. Performans baskısına gelince, bu bireysel bir durum değil. Kadın olmak, sanatçı olmak, neoliberal ekonominin nicelikle ölçme eğilimi arasında sıkışıp kalmak, adeta üç başlı ejderhayla mücadele etmek gibi. Hele bir de her başı ayrı yerden üzerinize geliyorsa. Yine de bu baskıyı tamamen olumsuz olarak görmüyorum. Çünkü bu koşullar beni yaratıcı sürecimde daha derin düşünmeye, kendi sesimi bulmaya ve dayanıklılığımı artırmaya teşvik ediyor. Baskının da her zaman negatif bir güce dönüşmek zorunda olmadığını hatırlıyorum; çünkü biliyorum ki bazen kim olduğumuzu, tam da o sınırlarda mücadele ederken keşfediyoruz.
Genç sanatçılara, bu alanda başarılı olmak için ne gibi tavsiyelerin olur?
Bu soruya yanıt vermek zor; herkesin yolculuğu farklı. Belki şunu söyleyebilirim: Bence önce kendi kimliğinizi ve yaratıcı sesinizi bulmaya odaklanmalısınız. Başkalarının onayını ölçüt olarak almadan, kendinizi dürüstçe eleştirmeli ve geliştirme yollarını aramalısınız. Sanatta yol almak, bazen kıyaslama tuzağına düşmek ya da anlaşılmamak gibi zorlukları beraberinde getirebilir. Ancak sanat eserleriyle, fikirlerle, hatta “öteki” olarak görülenle karşılaşmalara dürüstçe yaklaşmak bu süreci kolaylaştırabilir. Bu yolculukta, psikoloji, sosyoloji, bilim, teknoloji, felsefe ve sanat gibi alanlarda kendinizi beslemek, yaratıcı potansiyelinizi artırmanız için güçlü birer araç olacaktır. Ve unutmayın ki fırsatlar genellikle onları arayanları bulur. Sabırlı ve açık fikirli olun, araştırın ve kendi yolunuzu cesaretle çizin.