Nellie Bly ismiyle yazan Amerikalı araştırmacı gazeteci Elizabeth Cochrane Seaman, dünyayı görmeye ilişkin en fantastik anlatılardan biri olan 80 Günde Devri Alem kitabını okuyarak 1889 yılında Augusta Victoria gemisiyle yola çıkar. 72 gün sürecek dünya turunda küçük bir el bavulu kendisine eşlik etmektedir, yazarlık yaptığı New York World gazetesi tarafından çekilen ve sonrasında çokca illüstrasyona kaynaklık eden meşhur fotoğrafında Bly, bu ikonik çanta ile poz verir. Nellie Bly’nin yaşadığı yüzyıl, tüm dünyada uzak ülkelere olan merakın tutkuyla yolculuğa dönüştüğü bir dönemdir. Bu amaçla seyahat yolları ve biçimleri, paralelinde edebiyat ve sahne sanatlarındaki yansımaları ve başka ülkelere yolculuk yapmakla ilgili her türlü obje üretimi dünya kültürünün ve ticaretinin önemli bir karşılığı haline gelir. İngiliz Thomas Cook’un kendi adıyla bir seyahat şirketi açması, Avrupa’nın meraklı turistlerini başka coğrafyalara götürmesi yine bu yüzyıla rastlar. Demir yollarının ve buharlı trenlerin gelişmesiyle karadan gerçekleşen yolculuklar kadar, öteden beri gemilerle denizden yapılan yolculuklar da dünyayı gittikçe birbirine yakınlaştırmaktadır. Kuşkusuz uzak ülkeler arasındaki bu seyahatler ilk kez 1800’lerde başlamamış, başka yerlere, bilinmez kültürlere olan ilgi, çok eski dönemden beri insanları kıtalar ve okyanuslar ötesi mesafelere sürüklemişti. İnsanın, tıpkı dünyanın kendisi gibi, sonsuz bir biçimde hareket etmek için çok fazla sebebi vardı.
Dünya ve özel olarak da Doğu, daima merak edilen bir yerdi. Bu merakı tarih boyunca kutsal toprak Kudüs’e hac gibi dinsel, baharat ve ipek ticareti gibi finansal, antik dünyanın keşfi gibi kültürel ve elçi ziyaretleri gibi diplomatik nedenler şekillendiriyordu. Her ne nedenden dolayı yapılırsa yapılsın tüm seyahatler bir karşılaşma idi. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu 15. yüzyıldan itibaren Akdeniz’de İtalya ile olan ticari ve diplomatik ilişkilerinden ötürü Paolo Veronese, Giovanni Mansuetti, Vittore Carpaccio gibi İtalyan Rönesans sanatçılarının resimlerinde sıkça Doğulu figürlere rastlanır. Yaşamın sanattaki karşılığı sadece bu ülke ve dönemle de sınırlı kalmaz, ilerleyen yüzyıllarda örneğin John Frederick Lewis ile İngiltere, Eugène Delacroix ile Fransa, Rembrandt van Rijn ile Hollanda gibi çok sayıda sanatçı ve belli başlı ülkelerde Doğu’yu temsil eden figürler, eşyalar ve yaşam tasavvurları görülmektedir.
Ve şüphesiz masallar!.. Antoine Galland’ın 1706 yılında Fransızca’ya çevirdiği 1001 Gece Masalları, 1717’de İngilizce’ye çevirilmişti. Doğu denilen o gizemli, erotik, tehlikeli, fantazilerle dolu mitsel coğrafyayı Avrupalılar her geçen daha fazla görmek arzusundaydı. Romantizmden beslenen Doğu fikri Victor Hugo, Johann Wolfgang von Goethe, Lord Byron, Théophile Gautier, François-René de Chateaubriand, Lady Mary Wortley Montagu, Alphonse de Lamartine, Gerard de Nerval gibi yazarlarca Avrupa’ya yayıldı. Tüm dünya birbirine doğru hareket halindeydi ama Avrupa’nın yani Batı’nın Yakındoğu’dan Uzakdoğu’ya uzanan büyük ilgisi kuşkusuz en sistematik ve tutkulu olanıydı. Napolyon’un Mısır Seferi’nden, ki sonucunda bu toprakların kültürü herşeyiyle muazzam bir şekilde belgelenmiştir, Pierre Loti gibi Osmanlı’nın İstanbul’unda yaşayan bir romantiğe dek Batı, Doğu denilen coğrafyaya türlü biçimlerde yüzünü dönmüştü. Sadece ele geçirme, üzerinde tahakküm kurma, bilgi nesnesine dönüştürme gibi okumalarla açıklanamayacak bu ilgi, Doğu ile Batı denilen arasındaki potansiyeller barındıran karşılaşmaları ve birbirini dönüştürmeleri de içeriyordu.
1850’lerden 1950’lere, Agatha Christie’den Mark Twain’e...
İşte İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde gerçekleştirilen “Doğu’nun Merkezine Seyahat” adlı sergi, 1850’den başlayan 1950’lerde son bulan zaman diliminde Batı’dan Doğu’ya ama özel olarak da İstanbul’a yapılan seyahatlere odaklanıyor. Bu seyahatlerin özelliği, yolculuk şartlarının gelişmesiyle artık sadece diplomatik ya da ticari nedenlere bağlı olmaktan çıkıp bunlarla birlikte gezip görmeye yönelik turistik amaçlarla da yapılmasıdır. Avrupa’nın varsıl kişileri Tuna Nehri-Karadeniz hattı ya da Akdeniz ve Adriyatik üzerinden İstanbul’a ulaşır. Tren yolu ise bu seyahatlerin en gözdelerindendir. Nitekim sergi İstanbul’a gelip kalmış Agatha Christie'nin Murder On The Orient Express romanından uyarlanmış büyük film afişi ile başlar. 1974 yılında filme dönüşen Doğu Ekspresinde Cinayet filminde Ingrid Bergman, Sean Connery gibi sanatçılar oynar. Bu afişin yanı sıra sergi salonunda film de gösterilir.
1876 yılında Belçika’da kurulan Wagons Lits şirketinin Paris-İstanbul arasında gerçekleştirdiği Orient Express tren seferleriyle sanatçı, dilbilimci, mimar, botanikçi, din adamı, arkeolog, siyasetçi, tüccar gibi çok sayıda kişi İstanbul’a gelmiştir. Bunlardan biri de Kaliforniya’dan yola çıkan Mark Twain’dir. Twain ilk önce gemi, ardından da Orient Express ile şehire gelmiş, 1869 tarihli The Innocents Abroad adlı kitabında anılarını yazmıştır. Sergide John Murray’ın, Thomas Cook’un seyahat el kitapları, kartpostallar, İstanbul’a ilişkin hediyelik eşyalar, seyahat tanıtım dökümanları, yemek menüleri ve Avrupalı turistlerin şehrin sokaklarında çekilmiş hatıra fotoğrafları yer alır. Bu sergilenenler arasında en çok dikkat çeken ise İstanbul’un otelleridir.
Wagons Lits şirketi tarafından büyük oteller yapmak amacıyla açılan Compagnie Internationale des Grand Hotels, 1893 tarihinde İstanbul’da ilk otelini yapar: Tarabya’da Summer Palace. Ardından 1895’te daha modern, daha konforlu ve ihtişamı ile en meşhur Pera Palas gene bu şirket tarafından yaptırılır. Pera Palas’da Greta Garbo, Ernest Hemingway, Sarah Bernhardt, Pierre Loti, Mata Hari, Agatha Christie gibi önemli şahsiyetler kalır. Şehir gittikçe değişmekte ve Pera bölgesinden Prinkipos’a (Büyükada); Bristol, Büyük Londra, Tokatlıyan, Splendid Palas gibi çok sayıda otel birbiri ardına açılmaktadır. Bu eksende, sergi bir taraftan Batı’nın Doğu’ya olan ilgisini, diğer taraftan İstanbul’un değişen yüzünü ortaya serer. İstanbul gittikçe Batılılaşmakta ya da çağın koşullarıyla modernleşmekte iken, Batılı turistler şehirin eski ile yeninin birarada hayat bulduğu çok katmanlı halini görmekte, kafalarındaki hayali Doğu ile orada duran, deneyimledikleri Doğu arasındaki farkı zihinlerinde taşımaktadırlar. Nitekim ilerleyen yıllarda İstanbul’un geçirdiği değişim seyahat yapan çoğu entellektüeli kaygılandırmıştır. 1877 tarihinde Constantinopoli adlı eserini yayımlayan İtalyan yazar Edmondo De Amicis bu kaygıyı duyanların başında gelir.
Objelere ve görsel dökümanlara temellenen sergi, İstanbul’un turizm yoluyla nasıl bir dinamizme ve değişime sahne olduğunu ortaya koyarken seyahatin nasıl bir haz hareketi olduğunu da gösterir. Tren ya da gemiyle onca yola katlanmak, seyahat masraflarına hatırı sayılır paralar dökmek ancak böyle açıklanabilir. Turist olmak bu nedenle tüm canavarsılığı bir yana meraklı olmak, maceraperest olmak, yeni ve farklı olana sonsuz bir tutku duymaktır. Doğu söz konusu olduğunda bu tutku ve merak daha da masalsı bir anlam taşır. O dönemde açılan seyahat acentalarının gerçekleştirdiği turistik seyahatlerin en belirgin özelliği ise kitlesel olarak yapılmalarıdır. Fotoğrafların da gösterdiği gibi İstanbul’un sokaları, toplu halde gezen Batılı turistlerin maceraperestliği ile yepyeni bir hal almıştır. Şehirde açılan oteller mimari açıdan görkemli olduğu kadar içeride yeni bir yaşam fikri de barındırmakta, diğer yandansa şehirin sokaklarında dolaşan ziyaretçiler yerli halkın yaşadıkları şehire olan algısını kuşkusuz etkilemektedir. İstanbul farklı kimlikten, dinden ve kültürden kişilerin yaşadığı ve bu durumun kendisini şekillendirdiği kozmopolit bir başkenttir. İki imparatorluk görmüştür, çok katmanlıdır, kolayca kategorize edilemez.
İstanbul, turizmin etkisi ve biçimlendirmesiyle Batılılar için otantikliğini yitirmeye başlar ama esas olarak Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan sancılı serüven o tarihsel Doğu mitini parçalar. Bu dönemde yıkımlar kadar yapımlarla da eksilen şehir, büyülü imgesini her geçen daha fazla üstünden atar. 1950’ler serginin bitişidir. Amicis’in endişeleri yersiz değildir.
Seyahat gibi toplayıp biriktirmek de tutkusal bir eylem. Osmanlı ve Cumhuriyet dönemine ilişkin 6000’den fazla dökümanı olan Pierre de Gigord Koleksiyonu’ndan derlenmiş sergi, toplamak, saklamak fikirkleri açısından da önem taşıyor. Çünkü bugün İstanbul’a olan büyük hayranlığımız biraz da tarih boyunca bu şehire gelmiş Batılıların yaptığı resimler, gravürler, yazdığı kitaplar, çektiği fotoğraflar vasıtasıyla oluyor. Evet, “Doğu’nun Merkezine Seyahat” isimli sergi İstanbul’un belli bir dönemine, tam da geçiş döneminde bakmanın ipuçlarını veriyor. Şehirin bugününe bakıldığında ise gene geçmişine sığınılması, işte o eski imgelerine başvurulması hep bu yüzden.