Gökhun Baltacı'nın Ankara Galeri Nev'de 4 Şubat itibarıyla misafirlerini ağırlamaya başlayan kişisel sergisinden bir seçki "Masanın Sağ Köşesi" başlığıyla sanatçının çocukluk, aile, erkeklik ve bir arada olma hallerini yüksek bir anksiyete eşiğinde sunuyor. Zaman-mekân ilişkisini gün döngüsü içinde düzleme taşıyan pastel işlerde, Baltacı'nın gün doğumu ile birlikte aynı frekansta yokladığı doğum ve sonrasında gelen akış tezahürü, doğumun zamana yayılan bir olgu olduğu varsayımı üzerinden şekilleniyor.
Büyüme eyleminin zaman ve mekânla olan ilişkisi ikircikli bir yapıda karşımıza çıkıyor “Masanın Sağ Köşesi”nde. Bir köşesiyle zamanla ve mekânla kucak kucağa olan eylem, diğer haliyle onun gerisinde bir yerlerde sıçrama yapıyor. Sıçrayan nallar, köpekler ya da ummadığımız bir anda çembere dâhil olan horozlar erkekliğin izdüşümü olarak sergide boy gösteriyor. Öğrenilmiş bir çaresizlikle erkekliği keşfeden çocuğun, yoğun bir mücadeleyle ebe olmamak adına karşı durduğu oyunbozan arkadaşının yerini alması, oyunda dengeleri değiştiren bir şey. Varlığına dair yeri yurdu bilinmez bir kayıplık yaşadığımız çocukluk var bir de... Biyolojik bellekte anne rahminde başlayan ve ondan bir zaman sonra kurtulan çocukluğun, kurtulması gereken yeni şey baba karakteri mi? Sahi çocukluk nerede başlar ve biter? -Gökhun Baltacı: "'Bir vapur her zaman düşüncelidir"
Serginin fikri ve kavramsal çerçevesi ilk olarak ne zaman doğdu, nerede başladı?
Benim yaklaşık dört yıldır gördüğüm bir tedavi var. Buna endişe bozukluğu diyebilirim. Tam olarak adı bu değil, yani benim endişe bozukluğum var diyemiyorum ama bunun yüksek oranda böyle olduğunu varsayabiliriz. Bu anlamda çalışmalarımda yer verdiğim bıçak ve siyah köpekler gibi formlar bu endişe, kaygı ve anksiyetinin bir çeşit habercileri gibi. Örneğin siyah bir yerden bir köpek sesi gelmesi durumunda biz o karanlığın içinde köpeği siyah olarak kodluyoruz. Köpeğin mekân algısı içindeki yerini bilmiyoruz. Sadece bilişsel olarak böyle yorumluyoruz. Bu Malevich'in Siyah Kare'sinin sesi gibi. Az çok böyle yorumlayabiliriz.
Bir şeylerin varlığından haberdarsın ama ne ölçüde? Buradan baktığımızda işlerde pastel üzerine çalışma fikri nereden doğdu?
Resimlerin ana trafiği de az çok çocukluk hattı ile ilgili. Bu anlamda pastel boyayı pek çoklarının kullanmaması ilk olarak beni cezbetti. İkinci olarak pastel boya fazlaca çocuklukla temellenen bir malzeme.
Pastel boyanın kontrol edilebilir bir akışkanlığı var. Bozulmaya uğrama riski var, ancak nispeten daha kontrol edilebilir bir düzlemde. Fikir anlamında böyle bir çağrışımı da söz konusu.
Evet, doğru. Ancak ben temel olarak çok çocuksu bir malzeme olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden çocukluğa odaklanan bir çalışma içindeysen bunun için oldukça elverişli.
İşleri izlerken boğa, köpek, horoz ve erkeklik temelleriyle özdeşleşmiş ikonlar içinde geziyoruz. Öğrenilmiş çaresizlik edimi ve baba-çocuk ilişkisinin serginin akışı içindeki düzlemi nereye nüfus ediyor?
Boğalardan söz etmek istiyorum biraz. Her defasında yeniden ölüyor boğalar. Bir boğanın matadorla kurduğu ilişkiye baktığımızda boğa tutkuyla ölüme koşar. Kırmızı pelerinle her yüz yüze geldiğinde yine yeniden ölümle burun buruna gelir. Bir boğanın bütün dünyayı mono kuram bir çerçevede görmesinin çok üzücü olacağını düşünerek aslında bütün dünyayı kırmızı gören bir boğanın peşinden gitmek istedim. Horozlara geldiğimizdeyse onlar yaşadığımız dünyanın dışardan ansızın gelenleri. Dışardan gelen erkler ya da tehdit unsuru. Ancak bunların bende bilişsel olarak alt mekanizmada nereye dokunduğunu söylemem çok güç. Bunun formülünü sunmam da keza bir o kadar zor.
Bir öykü dizilimi hâkim çalışmaların seyrinde. Çocukluk, çocukluğun ari döneminin yıkılmaya başladığı zamanlar ve bir vakit sonra o çok muhalif olduğun baba figürü üzerinden koptuğunu zannetme. Ve akabinde yeni bir baba ya da başka bir deyimle yeni bir erkeklikle baş başa kalma. Karşısında durduğun şeyin bir vakit sonra öznesi haline gelme, bahsini geçirdiğimiz öykü/öyküler den bağımsız ilerlemiyor işlerinde. Hareket ettiğin nokta sürecin büsbütün kendisi mi ve sürdürülebilir olan tarafı mı yoksa çatışmanın verdiği o yapıdan mı ileri geliyor?
Baba, çocuk çatışması ve yerini doldurma frekansı anlatmak istediklerimin temel nosyonlarından biri. Ancak babasız bir çocuğun buna ulaşma hali, daha doğrusu ulaşamama hali de bir çatışma. Çünkü, çocuk ona, o çatışma öznesinin kendisine gelemiyor bir türlü. Ulaşmak istediği bir şey var ama buna ulaşamama halinin onda yarattığı, onu dönüştürdüğü şey; elleri kafasında mekânın boşluğunda koşturan bir varlık gibi.
Çocukluğu kaybettiğimiz zamanlar var mıdır?
Hayır, bence bu çok kişisel bir şey. Kendi adıma bunu kaybettiğimi ya da kaybedeceğimi düşünmüyorum. Çocuk, aile ve onun yarattığı atmosferden ziyade her gördüğü yeni bir objede yeni bir kıvama bürünüyor. Bir çocuğun sandalye ile karşılaşması ve bizim sandalyeye dair oluşturduğumuz şeyler bu çocukluğun hiç bir zaman ölmeyeceği fikrini yükseltiyor.
Masa-sandalye ilişkisine baktığımızda, mekândakilerin o masa ve sandalye çevresinde eridiğini, hatta ağırlıklarını yine o alan içinde bıraktıklarını görüyoruz. Bir nevi özerk alan olarak karşımıza çıkıyorlar. İşlere baktığımızda bu masa ve sandalye alanının bireyi büsbütün sıkıştıran, 'zorunda bırakan' bir tarafı söz konusu.
Sürece sandalye açısından baktığımızda Melih Cevdet'in bir dizesi aklıma geliyor: “Bir vapur her zaman düşüncelidir”. Ben de bir sandalyenin her zaman düşünceli olabileceğini düşünürüm. Biri kalktığında, biri gelene kadar sıcaklığını korur o sandalye. Bir yandan ise bir zaman dilimine işaret eder, “Sandalyeden o kişi ne zaman kalktı?”. Masaya geldiğimizde, çoğu defa hiç bir anlamı olmadan masayı sıkıştırır dururuz. Söyleyecek çok şeyimiz varken, söylemeyerek o olanca ağırlığı masaya yatırırız. Bu da anksiyetenin başka bir hali işte. Bir yandan ise id, ego ve superegonun da bir çarpışmasını görmek mümkün masalarda.
*Sergiyi Galeri Nev'de 17 Şubat'a kadar ziyaret etmeniz mümkün.
Galeri Nev: http://www.galerinev.com/tr