Ayşe Gül Süter’in bir sanatçı olarak ilgisi ve uğraşı, asırlar öncesi bir gözlemci-zanaatçı-sanatçınınkine ya da uzak kıtaların keşfedildiği dönemde okyanusta bir adanın tüm endemik bitkilerini resmeden bir sanatçıya ne kadar da yakınlaşıyor.
Görmeye zaman vermeye gidiyoruz.
Başlı başına üç aksiyon.
Kişisel bir sergi görmek için bir galeriden içeri giriyoruz.
Görmek, yani gözün işlevi burada ilksel.
Onunla başlayabilecek potansiyel bir zihin hareketini arzuluyoruz.
Sergi mekânına ayak bastığımız anda sergiyle olan ilişkimiz nasıl şekilleniyor?
Bir ilişkinin gerçekleşmesinde belirleyici pek çok faktör var.
Ben bir kişisel sergiye daima sanatçının daha önceki üretimleri paralelinde de bakıyorum.
Neler değişiyor, dönüşüyor? Neler keskinleşiyor? Ya da neler geride kalıyor? Doğmakta olan şey nedir?
Bir mekân içinde bir atmosfer oluşuyor; bunun içinde zihnimiz, üretilenlere doğru hem tek tek hem de çoğul olarak hareket ediyor.
İşte bu aynı zamanda mekânın dışına da çıkıp sanatçının başka üretimlerine dek uzanan çok merkezli bir hareket.
Böylece zamanlar ve mekânlar ötesi bir düşünsellik içinden kişisel bir dünyanın katmanlarına bakıyor oluyoruz. Umulur ki.
Bir zihnin sıçramalarla işlemesi, sergide yer alan nesnelerin katmanlarının da açılması anlamına geliyor.
Bir sergi, ki en durağan kurgulanmış olanı dahi, sonsuz bir hareketi talep ediyor.
Ayşe Gül Süter’in Pg Art Gallery’de gerçekleşen “Görünmez Hareket” adlı ikinci sergisi ise başlı başına hareket olgusunu sorunsallaştırıyor.
Bu hareket, sanatçının canlı organizmalara karşı ilgisinden ışığın fiziksel hareketine yönelik bilgisine dek çeşitleniyor.
Çok açık: Galeride organizmaların hareketine yönelik bir biyoloji dünyası ve ışığın hareketini esas alan bir mekanizma dünyası var.
Birbirinden farklıymışçasına gözüken bu iki alan, hareket olgusu temelinde birleşip iç içe geçiyor. Ve aslında sanatçının iki farklı alana yönelik hareketini açığa çıkarıyor.
Ayşe Gül Süter, ikinci kişisel sergisinde bize üzerinde hareket ettiği iki düzlemi net bir şekilde gösteriyor. Ne biri ne diğeri. Her ikisi de.
Bu açıdan bakıldığında sergi, onun daha önce katıldığı “Dalgalar”, “Kakofoni” gibi çoklu sergiler ve ilk kişisel sergisi “Hareket”teki işleriyle ışık, ve mekânda hareket bağlamında ilişkilenirken; Plugin İstanbul 2015’te tanık olduğumuz Life Under Scope ve öncesinde Budapeşte Sanat Fuarı’nda gösterilen bir buzun erimesine odaklanan Petri Kabındaki Hareket çalışmalarıyla organik dünyanın hareketi bağlamında ilişkileniyor.
Sanatçı her iki koldan hareketin izini sürüyor; bu, evrenin sonsuz ve çoğul hareketine doğru yol alış bir bakıma.
Söz konusu hareket aynı zamanda sanatçının izleyiciden de talep ettiği bir hareket.
Süter, sergi alanına bir mikroskop ve çeşitli organizmaların yer aldığı bir düzenek yerleştirerek izleyiciyi aktif olarak organizmaların hareketine, başkalaşımına ve bunlar esnasında ortaya çıkan renk, ışık, şekil ve dokuları keşfe davet ediyor.
İlham Masası adlı verilen bu alan, görmeye niyetlendiğimiz bir imgenin nasıl potansiyel bir ilham unsuru olabileceğini de hatırlatıyor; ilk kez rastladığımız bir fosfor tonu, zihnimizde asılı kalan bir doku…
Sanata dair estetik, tam anlamıyla güzel, büyüsel, yüce ve işte ele geçirici ne varsa bunun doğanın kendisinde olduğuna dair bir ipucu bu.
Sanatçı bir mikroskop deliğinden bakıldığında ortaya çıkan imgeler dünyasını izleyiciye göstermek istiyor; bir mercek altında organizmalar hareket ederken neler beliriyor?
Adeta Alice’in çukurdan düşmesi gibi bir etki bu; bakmaya gitmek ile başka bir dünyaya geçmek arasında bir bağ olmalı.
İşte görme eylemine dikkat çekiyoruz, ki sanatçı da sergi isminde bunu başka bir şekilde yapmıyor mu: Görünmez hareket!
Şüphesiz sanatın tüm meselesi bakmak ve görmek, ve en zor meselesi de.
Mikroskop merceğinden izlenen fantastik bir dünyanın, deniz anası, mercan kayalığı, deniz kestanesi, ahtapot yumurtası gibi organizmaların görüntülerinin cam üfleme tekniği ve renkli boya ile birer imgeye dönüştüğü 15 parçadan oluşan yerleştirmeyi tam da bu yüce doğanın estetizasyonu ekseninde okuyabiliriz.
Öyleyse bu noktada sormalı: Bilim dünyası, ortaya çıkardığı görüntülerle bizi baştan mı çıkarıyor?
Bugün gerçekten de uzaybilim, doğabilim ve tıp alanında üretilen ve her an karşımıza çıkan olağanüstü estetik görüntüler gerçeklik algımızı fazlasıyla zorluyor; NASA’nın paylaştığı gezegen, ya da tıp dünyasının paylaştığı virüs veya bakteri görüntülerini hangimiz aşırı estetik bulmuyoruz?
Sanatın bir yanıyla çiğ bir politiklik içinde kıvrandığı diğer yanıyla sanat tarihine dönüp onu kitschleştirmekten yıllardır medet umduğu tıkanmış bir dünyada bilim, Kantçı anlamda güzel olan sanatı, evrenin kendisinde bulup bize gösteriyor.
Oysa bu, yani sanatın ve sanatçının bilim ve dolayısıyla evren ile olan diyaloğu, linear bir bakışın yorumlayacağı gibi yeni bir durum değil elbette.
İnsanlık tarihi boyunca sanat, ki Mayaların, Asurların ya da Keltlerin sanatı da, bilim ile olan türlü diyalogları bize gösteriyordu.
Öyleyse sanat üretimlerini eski – yeni gibi karşıt bir epistemeye sıkıştırarak ele almadığımızda, onlara zamanlarötesi ve anolojilerle işleyen bir yaklaşımla baktığımızda o bilimsel perspektifi ve estetiği her çağda bulabilir oluyoruz.
Ve işte bu noktada, Ayşe Gül Süter’in bir sanatçı olarak ilgisi ve uğraşı asırlar öncesi bir gözlemci-zanaatçı-sanatçınınkine ya da uzak kıtaların keşfedildiği dönemde okyanusta bir adanın tüm endemik bitkilerini resmeden bir sanatçıya ne kadar da yakınlaşıyor.
Doğadaki türlere, onların dünyasına karşı sonsuz bu merak, örneğin bir 17. yüzyıl Natüralisti ile Süter’i aynı iz sürme ve büyülenmenin yörüngesine dahil ediyor.
Süter, organizmalara odaklı bu üretimlere 2015 yılında biyolojist Joseph A. DeGiorgis ile birlikte NewYork City, Bio-Art Lab`de başlayan ve sonra Massachusetts, Marine Biological Laboratory’de devam eden çalışmalar sonucunda başlıyor, ardından gözlemleri Atlantik Okyanusu’nun Tenerife adasında devam ediyor.
Plankton adlı cam üfleme ve led ışığı ile gerçekleştirilen çok parçalı yerleştirme de sanatçının, DeGiorgis ile Tenerife adasında yaptığı araştırma gezisinde karşılaştığı denizanası, yosun ve sünger gibi canlıların su yüzeyinde umarsızca akış hareketine temelleniyor.
Dikkate değer bir soyutlamanın söz konusu olduğu bu yerleştirmenin galeride göz değil bacak hizasında konumlanması planktonların adeta deniz yüzeyinde görülme açısına gönderme yapıyor.
Gerçekten de siz bir deniz botunda oturmuş yol alırken, su yüzeyindekileri de hareketli bir hat boyunca ve böyle bir hizada görürsünüz.
Süter’in Beykoz cam atölyesinde çalışarak ürettiği bu camların tüm mekaniği de diğer işleri gibi kendisi tarafından yapılıyor, ki zanaatçı-gözlemci-sanatçı tipi burada belirginleşiyor.
Mekaniğe karşı bu tutkusal ilgi, onun araştırmacılığıyla da doğrudan bağlantılı olmalı.
Mercanların ışığına ve renklerine temellenen Gökkuşağı serisindeki küçük mekanik düzeneklerin izleyiciye gösterilmesi bu açıdan değerli, çünkü sadece görsel etkinin değil, onu ortaya çıkaran fiziksel düzeneğin görülebilirliği, Süter’in tıpkı mikroskopla canlı gözleme alanında olduğu gibi, izleyiciyle olan açık diyaloğuna işaret ediyor.
Nereden bakılırsa bakılsın insanlık tarihinde ışık ilksel, tam da bu nedenle daima en göz alıcı ve bir o kadar da bakılamaz olan.
Eski çağlardan beri, Mısır’ın sıcak ışığından Barok’un dramatik ışığına, iletişimin yaygınlaşmasıyla tüm dünyanın haberdar olduğu Kuzey ışıklarına… ışık, sonsuz ve imge tarihinde tanrının dahi en doğrudan temsili.
Süter’in sanat üretiminin temel odağı olan ışığın hareketi, galerinin sokağa bakan camına yerleştirilen Petri Kabında Buzun Erimesinin Mikroskopik Görüntüleme Videosu’nda ve onun tam arkasında, içeride kanımca serginin en güçlü soyutlamalarından biri olan Petri Kabındaki Buzun Erimesinin Manuel Animsayonu adlı işte de merkezi bir mesele.
Ayşe Gül Süter, bize çalışma evrenini gösterdiği bu sergisi ile biyolojiden fiziğe, ışıktan fiziksel alana uzanıyor, sanatın ve sanatçının bilim ile olan büyük ve tarihsel diyaloğuna bir estetik ve soyutlama içinden temas ediyor.
Sergi, Pg Art Gallery’de 2 Nisan 2016’ya kadar devam ediyor.