İnternette seninle ilgili birçok bilgiye ulaşmak mümkün ama biz bir de senden dinleyelim dedik, kimdir Merve Morkoç?
Yirmi sekiz yaşında ve İstanbul doğumluyum. Sekiz yıldır Mimar Sinan Grafik Bölümü’nde öğrencisiyim, son yıllarda pek gitmiyorum okula, üretimlerime evde devam ediyorum.
Türkiye'de sokak sanatı ile ne yazık ki çok sık karşılaşamıyorum. Senin esas tutkunun sokak sanatı olduğunu duyunca açıkçası biraz heyecanlandığımı itiraf etmeliyim. Neler yapıyorsun, biraz anlatır mısın?
Üniversitedeyken küçük stickerlarla başladım, küçük ölçekli illüstrasyonlarımı sokağa yapıştırıyordum. Sonra okulda print teknolojisiyle tanıştım, daha önce elle çalışırken bir stickerı çok fazla çoğaltamıyordum. Bu teknelojiyle çok daha fazla sayıda üretip, daha fazla yere yapıştırma imkânı buldum. Bu şekilde illüstrasyonlarım insanların da hafızasında yavaş yavaş yer etmeye başladı. Sonra da boyutları büyülterek küçük stickerlardan büyük posterlere geçtim. Yedi, sekiz senedir devam ediyorum.
Nerelerde görebiliriz bu çalışmalarını?
Son bir senedir sokakta üretmiyorum. En son yazın Yeldeğirmeni’ni boyadık, Muralist’te Cins, Rad, Esk Reyn, Wicx ile birlikte. Orada birçok güzel iş var, mutlaka gidip görmeli.
Ne zamandır bu atölyedesin, atölyen ile aranda özel bir bağ var mı?
Henüz bir sene olmadı. Altı, yedi aydır buradayım. Atölyemi seviyorum, özellikle terası çok seviyorum. Sprey boya ile de sık sık çalıştığım için özellikle açık alanı olan bir yer tercih ettim. Daha kısa süredir buradayım, özel bir bağ yavaş yavaş oluşuyor sanırım.
Çalışmaların sürrealist bir formda ilerliyor. Bunun yanı sıra işlerinde pop art öğelerine de sıkça rastlıyoruz. Sen de kendi tarzını 'sürrealist pop' olarak tanımlıyorsun zaten, 'sürrealist pop' derken tam olarak ne demek istiyorsun?
Bundan yedi, sekiz sene önce insanlar soruyordu, ‘ne tarz işler yapıyorsun?’ diye. O zamanlar çok fazla pop-sürrealist işleri takip ediyordum, tarzımın oraya kaydığını hissettiğim için ve bir tanımlama beklenildiğinden ‘pop-sürrealizm’ dedim. Aslında pop sürrealizme yakın işler yapıyorum, popüler imajları, görsel olarak albenili renkleri ve reklam ambalajı tadındaki görselleri de seviyorum. Gitgide sadeleşti bu durum, zamanla renklerim azaldı ve daha sade işler üretmeye başladım. Daha sürrealist ama biraz daha popüler bir noktada çalışmalarım.
Sanat sohbetleri ve söyleşilerde sıklıkla sanatın 90'lardaki gibi hararetli, üretici ve paylaşımcı olmaktan uzak olduğuna dair yorumlar duyuyoruz. Sen de 'genç kuşak' sanatçılar ekseninden bakarak ne düşünüyorsun günümüzün Türkiye sanat ortamı hakkında? Akademinin güçlü eğitiminin olduğu yıllarda okumak ister miyidin?
Sanırım istemezdim, Mimar Sinan zaten kalıplaşmış bir eğitim tarzına sahip. Akedemi artık günümüze ayak uyduramayacak, biraz dar bir sistem. Akademi; biraz daha usta çırak ilişkisi ve çırağın ustası tarafından yontulması sürecine dayanıyor. Sizi önce ufaltıp, ezip sonra istedikleri gibi şekil verme gibi bir misyonları var. Bu da biraz yorucu tabii ki. Bu tarz konuşmalar 70’lerde de oluyordu, 50’lerde de olyordu, sürekli söylenmeye de devam edecek gibi görünüyor, ama bence bu bir yanılsama. Her şey çok fazla göz önünde, çok çabuk ulaşılabilir ve tüketilebilir durumda, bu durum dönemin bir sorunsalı. Midnight in Paris filmi bu konuda güzel bir örnek olabilir. Herkes bir önceki dönemine gitmek istiyor, her bir dönem kendinden öncesini merak ediyor. Bu bitmeyen bir döngü. Ben dönemimi seviyorum, çok fazla sanatçıya ulaşma gibi bir şansımız var. İnternet gibi bir kolaylığımız olduğu için burada yaptığım bir şeyi Tokyo’da paylaşmakla Kadıköy’de paylaşmak benim için aynı hız.
Sanat piyasasında bu kavramsal sanatla birlikte büyük bir tiraj, fiyatların gitgide artması ve sanat eserlerinde absürd, ikonik fiyatlar verilerek sanatçıların tanrılaştırılması gibi durumlar var. Bu tartışılabilecek bir konu, nereye kadar böyle gidecek bilmiyorum fiyatlar durmaksızın artıyor. Mesela ben kendi işlerimi satın alamam, benim öyle bir bütçem yok -ki ben daha genç bir sanatçıyım- benim sevdiğim sanatçıların işleri milyon dolarlarda geziyor. Fakat bunun hiç sanatla ilgisi yok tabii, bu işin ticaret kısmı.
Sergilerinin belli çıkış noktaları oluyor genelde. Milk Galeri'de sergilenen “Netame Hanım ve Kumpanyası”, eski bir aile geleneğini sürdüren Netame Hanım önderliğindeki bir gösteri gurubunun portresini bize sunarken Galerist'teki “Yüzükoyun/Prone” sergin rüya ve kabuslardan yola çıkıyordu. '2+1'in çıkış noktası nedir?
“2+1”de sergi tarihi verildiği zaman oturdum eskiz yaptım, çizdim, yazdım, eski eskizlerime baktım ve bunların sonucunda tanımlanabilir bir kavrama varamadım. Ama artık çalışmaya başlamam da gerekiyordu, ürettiğim şeylerin bazılarının daha üzerine gidilebilir çalışmalar olduğunu farkettim. O yönde ilerlemeye devam ettim, uzaktan baktığımda kendiliğinden işlerin bir konsepte oturduğunu gördüm. “2+1” de son iki buçuk, üç senedir yaşadığım dönem ile alakalı küçük bir özet aslında.
O dönem en son “Yüzükoyun” isimli sergim oldu, sergiden sonra galerimden ayrıldım ve bir süre hiçbir şey yapamadım. Hiçbir şey üretmek istemedim ve son üç yılımın yüzde doksan dokuzunu genel olarak evde geçirdim. 2+1 ismi de oradan geliyor. İki oda bir salonda geçirdiğm üç yılık bir süreci ve deformasyonu anlatıyor bu sergi. Evin içinde ne yaptım? Evin bir üyesi olmaktan bir objesi olmaya nasıl gittim? Bunları sorguladım. Önce evin bir sahibiydim orada yaşıyordum, sonra bir baktım oraya çok kamufule olmuşum ve oranın sahibi olmaktan öte oranın bir demirbaşı haline gelmişim. Çok fazla evin içinde kaybolduğumu farketim, insanlardan çok uzaklaştım, çok dışarı çıkamadım, üç yıl sonra da tüm bu birikimi çizmeye başladım.
Nelerden beslendin, o dönemde?
Açıkçası “hiçbir şeyden beslenmememden” beslendim diyebilirim. Hayatta en sevdiğim şeyden çok fazla uzaklaştığımı farkettim. Hiçbir şeyden beslenmemem, her şeyden soyutlanmam ve kapıları kapamamdan beslendim aslında. Bu durumun üzerine gittim.
Birçok genç sanatçı artık sosyal mecralardan keşfediliyor, popülerleşen sanatçılar bir şekilde galerilerin ve yazarların da ilgisini çekiyor, böylece keşfedilmeleri kolaylaşıyor. Sen sosyal medyayı portfolyonu hazırlamakta ve işlerini sergilemekte aktif bir şekilde kullanıyor musun? Bu konu hakkında ne düşünüyorsun?
Şuan sizin burada olmanız bile internet sayesinde. Ben ilk defa benimle galeriler ilgilenmeye başladığında bile çok şaşırmıştım, benden nasıl haberdar olduklarını sorgulamıştım. Ve birçok kişiden ‘internetten gördük’ cevabını aldım. Ben de sevdiğim sanatçıları internetten buluyorum, bu şekilde inanılmaz derecede yayılabiliyorsunuz. Bir de Türkiye’de bu konu ile ilgilenen çok fazla sanatçı yok, Türkiye bu işler için zor bir yer. Çok fazla insanın bu dal ile ilgilenmemesinden dolayı, tanınma fırsatınz diğer ülkelere göre daha kolay olabiliyor. Londra’da bir sanat çevresinde tanınmak, bir yer edinmek İstanbul’a göre çok daha zordur. Burada sanata yurt dışındaki kadar teşvik edilmiyorsunuz, bu konuda internet çok önemli ve işe yarayan bir etmen.
Üretim sürecinde günümüzün sosyo-kültürel ortamından besleniyor musun? Politika, toplumsal faktörler, dini ortam olarak zengin bir ülkede yaşıyoruz malum. Bunlar çalışmalarını nasıl etkiliyor?
Etkileniyorum, ama bunu “dini bir konuyu ele alayım” ya da “kadın sorununa değineyim” diyerek yapmıyorum. Bilinçaltı öyle bir şeyki gördüğünüz yaşadığınız her şeyden farkında olmadan etkileniyorsunuz. Tabii ki her şeyden etkileniyorum fazlasıyla, Türkiye’de, İstanbul’da yaşamaktan, burada bir kadın olarak büyümekten, son birkaç yıldır herkesin bukadar diken üstünde olmasından, her sabah yaşadığın ülke için üzülerek uyanmaktan çok fazla etkileniyorum gerçekten.
Günümüzdeki piyasa baskısı ve satış odaklı üretim seni rahatsız ediyor mu zaman zaman?
Bu aslında günümüze özel bir durum değil, sanatla ticaret hep yanyana ilerlemiş. Bir dönem galerilerle ilk çalışmaya başladığım sıralarda, yirmili yaşların başında bu durum bana çok ağır gelmişti ve çok zorlanmıştım. O yüzden, üç sene boyunca hiçbir şey yapmadım, galeriden ayrıldım, hiç iş satmak ve resim yapmak istemedim. Bir ara gerçekten çok zorlandım, çok fazla okudum bunun üzerine, çok “ne yapabilirim?” diye düşündüm. Resim satmama kararı alıp bir işe girdim. Resim yapıp sonrasında bağışlamak ya da bir değişim işinde kullanmak istedim. Biri bana bir şey verecek, ben ona karşılığında resim vereceğim gibi.. Değişik ruh hallerine girdim, bu yüzden galerimden ayrıldım, resim yapmadım, işe girdim. Ama olayların bu şekilde ilerleyemeyeceğini gördüm. Ben hayatım boyunca hep resim yapmak istedim, eğer genç bir sanatçıysanız bunun galeri ile çalışmadan çok da kolay olamayacağını gördüm. Çünkü hem para kazanmanız lazım, başka bir işte çalışırken resim yapmaya zaman ayırmak da imkansız. Haftanın beş günü çalışıyorsunuz, kalan iki günde neye konsantre olacak ve neyin resmini yapacaksınız. Bunu deneyimledim ve maalesef olmadığını gördüm. Satıcılarla, alıcılarla irtibata geçmek de pek bana göre değil. Bu zorluk yüzünden sanatçıların çoğu galerilerle çalışıyor, çünkü bir menajer ihtiyacınız var. Biri benden resim istediği zaman o resmi gönderip, pazarlığını yapmak benim için çok yorucu ve yaptığım işten tiksindirici bir durum.
Merve Morkoç'u farklı mediumlarda ya da farklı mediumlarla işbirliği içerisinde görebilir miyiz ileride?
Aslında üç boyutlu şeylerle ilgileniyorum. Henüz üç boyutlu iş üretemediğim için daha sergileyemedim. Resim, yaptım, sokağa çizdim ettim ama ilk günden beri her şeyi kafamda üç boyutlu tasarlıyorum. Resim yaparken de öyle, hayalgücüm üç boyutlu tasarlıyor, ben onu iki boyuta döküyorum. Kendimi üç boyutlu teknik ve malzeme konusunda da geliştiriyorum. Resim yaptığım kadar olmasa da heykele, enstalasyona da vakit ayırıyorum. Üç boyut yapmayı kesinlikle istiyorum, enstalasyon, heykel ya da video neden olmasın? Kafamda öyle şeyler var, ileride olabilir.
“2+1”den sonrasi için planlar var mı aklında? Ne gibi projeler göreceğiz seninle ilgili?
2+1’den hemen sonra, 25 ‘inde altı kişilik bir sergimiz var. “Zamanın İşaretleri” diye bir sergi yapmıştık, Sena ve Ümit ile birlikte. Şimdi “Zamanın İşaretleri 2”yi yapıyoruz, 3 yeni sanatçıyla birlikte; Burak Ata, Burak Tak ve Saba Aktağ. Altı kişiyiz, Adahan’da birer, ikişer işimizin yer aldığı, tek günlük pop-up bir sergi yapacağız. Onun dışında resim yapmaya devam. Biriki yurtdışı residency planım da var. Sonbahar gibi üç ya da altı aylık bir programa dahil olmayı düşünüyorum.
Milk Gallery’de iki sene once “Hayvan Gibi Sergi” diye hayvanlar yararına, elli dört sanatçılık, altmış iki işlik bir serge düzenlemiştik. Elde edilen gelirle belediye hayvan barınaklarına yemek ve ilaç yardımını amaçlayarak düzenlediğimiz bu sergi sonrasında ilaç konusunu çözemesek de yaklaşık dört ton mama yardımında bulunduk. Bu sene Milk’in sahibi Elif’le tekrar konuştuk, Ekim gibi birdaha yapalım mı “Hayvan Gibi Bir Sergi”yi diye. Zaten insanlar da bekliyordu bu sergiyi, planlarım arasında bir de bu var.