İşte şu günlerde İstanbul’da da, kökeni Fransızca’dan gelen ‘Modern’ olmanın, “içinde yaşanılan çağa, günlere uygun,” olmanın durum ve görünümlerini sorgulayan dinamik ve aktif bir tematik sergi izleniyor. 16 Mayıs’a dek İstanbul Modern’de (İM) izlenecek sergi, İstanbul Avrupa yakasındaki eski bir antrepo binasında yaklaşık 10 yıldır hizmet veren İstanbul Modern’de açılırken, ‘Modernlik?’ başlığını taşımasıyla da, dolaylı olarak bu kurumun kimliği ve bunun üzerinden biçimlenen kurumsal ve ulusal kültür politikasının bir nevî ‘check-up’ı+nı ortaya koyuyor.
Küratörlüğünü Çelenk Bafra ve İM Şef Küratörü Levent Çalıkoğlu’nun paylaştıkları serginin izleyiciye vaat ettiği en önemli mefhum, kendini ‘kuşku’yla gösteriyor. Türkiye ve Fransa çağdaş sanatına imzasının atmış 11 beynelmilel sanatçının 17 ayrı eserinden oluşan sergi, Nevin Aladağ, Fikret Atay, Kader Attia, Ayşe Erkmen, Cyprien Gaillard, Thomas Hirschhorn, Pierre Huyghe, Chris Marker, Sarkis, Hale Tenger ve Nasan Tur’un çalışmalarını bir araya getiriyor.
Sergide yer alan sanatçıların çoğu, kendi coğrafyalarındaki kültürel kodlar, yerleşik entelektüel klişeler ve mevcut sosyo – ekonomik düzene getirdikleri ikili alternatif okuma ve tecrübe biçimleriyle, hem birer eleştiri, hem de öneri kaynağına dönüşüyor.
Dipten dibe, modernlikten başka bir fiilî uygarlık metodu olup olamayacağını sorgulayan, çoğu ulusal kimlik ve bunun sunumuna mesafeli, küresel nefesli yapıtların, sanatçılar üzerinden dünyaya getirdikleri estetik önermeler ile bir arada sunulduğu bir sergi, Modernlik?
Sergi, her ikisi de birer Cumhuriyet rejimi olarak öne çıkan ve ‘imparatorluk’la idare olunmuş Türkiye ve Fransa topraklarında bugün filizlenmekte olan mevcut güncel ironi ve hafızayı, coğrafi konum ile kültürel konumu da kesiştirerek, çoğul bir tenkit ikliminde yeniden yaratmayı başarıyor.
Sergide dikkat çeken ilk yapıt, girişte sergi hakkında bir fikir vererek izleyiciyi de bir biçimde İM’de karşılaşacakları ile ruhsal düzeyde hazırlayan Thomas Hirschhorn’un 2007 tarihli ‘Tek Dünya’sı oluyor. ‘Davulun sesi uzaktan hoş gelir,’ misali itici bir manyetizmaya sahip olan bu distopik yapıta yaklaştıkça; sanatçının temsiline giriştiği bu dünya vaadinin kırılganlığı, gündelikliği ve dolaysızlığı üzerinden yeniden mıhlanıyorsunuz.
Kaba bir fiziksellikle, kaynağı belirsiz ellerce el üstünde tutulan dev bir siyasal bu Dünya küresinin kübik kaidesi ise, kendi çapında dönüp duran şiddet ve inanç çatışmalarından örnekler olarak karşımıza çıkıyor. Mukavva, ahşap, renkli fotokopi, reçine kollar, boya, kumaş, poliüretan köpük gibi birçok ‘sıradan’ malzemeden menkul bu ‘Dünya Hali’ndeki türlü imajlara alışkın oluş seviyemiz, yapıttaki katılığı ve rutinliği de ürkütücü biçimde artırıyor.
‘Modernlik’ kavramına eklediği soru işaretiyle entelektüel bir özeleştiri de yaptığı varsayılabilecek olan İM’deki bu karamsar, ancak bir biçimde gerçekçi havayı daha da illüzyonlu ve baştan çıkarıcı hale getiren bir diğer görsel ‘sihirbaz’ ise, Türkiye’den Hale Tenger. Tenger de yapıtına biçimsel temel olarak coğrafi ve siyasî Dünya kürelerini alıyor, ancak sanatçı, onlara sunduğu kürelerin detaylarını yapıbozuma uğratıp, izleyiciyi farklı dünyalar arasında adeta uhrevî bir tercih yapmaya hazırlıyor. Girişindeki binlerce kanatlı tüyüyle dolu perdeden geçmek suretiyle sembolizm ve sürprizliliğini muhafaza eden Tenger’in daha önce de İstanbul’da izlediğimiz bu yıldızlı, baş döndürücü alt -üst yapıtı, işittiğimiz ilginç tersine melodileri ve yapıta verilmiş ‘Strange Fruit’ adıyla da yabancılaşma mefhumuna dair oluşturulmuş en romantik ve alternatif koreografilerden de biri olma özelliğini taşıyor.
Sergide ilgi çekicilik, hatırda kalıcılık ve ölçek düzeyinde bu çalışmaların hemen ardından gelen ve sergiye daha fazla adapte olmamızın önünü açan bir diğer iş ise, 1970’de Fransa’da Cezayir göçmeni bir ailenin çocuğu olarak doğan Kader Attia’dan. Attia, ‘Untitled’ (Skyline) adlı yapıtıyla hemen tüm modern İstanbul misafirlerini geçici birer King Kong’a çeviriyor. Aslında bu, sanatçının ikinci el buzdolapları üzerine disko aynalarını ekleyerek ürettiği sinik bir modernizm tablosundan başkası da değil. Attia’nın işi öyle bir etki taşıyor ki, bu ‘kuleler’in arasında gezmek ve hakiki olup olmadıklarıyla alay etmemek için izleyici de kendini zor tutuyor.
Bunun gibi, Attia’nın kuşkuculuğunu mimari bir kaygıyla belgeselleştiren 1980 doğumlu Parisli, bugünkü Berlinli Cyprien Gaillard da, izleyicilerin modernlik algısındaki kutsallığın sınırlarını yokladığı ‘Höyük’ başlıklı yıkım veya kalıntı görselleriyle, İM’deki etkinliğin başlık ucundaki soru işaretini giderek daha da büyütüyor. Öyle ki, Gaillard’ın işi tam da ‘kentsel dönüşüm’ sırasında geri dönüşsüz bir değişime ‘kamunun rızası’ için maruz bırakılan İstanbul için, daha da isyankâr bir anlam kazanıyor.
İM’deki ‘Modernlik?’ sergisi, kurum tarihinde bugüne dek sorulabilecek en samimi ve acil soruyu plastik kaygılarla gündeme taşıdığı için olacak ki, sergide izleyiciyi meşgul ve işgal eden ironik ve ikonik çalışmalar bununla da bitmiyor.
Sözgelimi Gaillard’ın yıkılmış binalara birer sosyal kadavra gibi yaklaştığı kentsel tahribatına ses veren Ayşe Erkmen, çok güzel göründüğü halde kendisine bile hayrı olmayan askeri mayın formlarını izleyicinin algısına birer sinsi tuzak gibi yerleştirirken, buradan uzaklaşmayı aklından geçiren bir kısım kurnaz izleyiciyi de ‘Fış Fış’lamadan duramıyor.
Hem çocuksu, hem de ticari bir forma sahip olan bir nevi deniz taşıtı diyebileceğimiz ‘Fış Fış’, yine görünüşte sağlam ve güvenilir olan, ancak yaklaşıldığında sizi yutmaya, batırmaya hazır bir geometrik metal yığınından başka bir şey olmadığını, Modernizm’e gönüllü bir sembolmüşçesine, İM’nin böğründe ortaya koyuyor.
Bunun gibi, Attia’nın kuşkuculuğunu mimari bir kaygıyla belgeselleştiren 1980 doğumlu Parisli, bugünkü Berlinli Cyprien Gaillard da, izleyicilerin modernlik algısındaki kutsallığın sınırlarını yokladığı ‘Höyük’ başlıklı yıkım veya kalıntı görselleriyle, İM’deki etkinliğin başlık ucundaki soru işaretini giderek daha da büyütüyor. Öyle ki, Gaillard’ın işi tam da ‘kentsel dönüşüm’ sırasında geri dönüşsüz bir değişime ‘kamunun rızası’ için maruz bırakılan İstanbul için, daha da isyankâr bir anlam kazanıyor.
İM’deki ‘Modernlik?’ sergisi, kurum tarihinde bugüne dek sorulabilecek en samimi ve acil soruyu plastik kaygılarla gündeme taşıdığı için olacak ki, sergide izleyiciyi meşgul ve işgal eden ironik ve ikonik çalışmalar bununla da bitmiyor.
Sözgelimi Gaillard’ın yıkılmış binalara birer sosyal kadavra gibi yaklaştığı kentsel tahribatına ses veren Ayşe Erkmen, çok güzel göründüğü halde kendisine bile hayrı olmayan askeri mayın formlarını izleyicinin algısına birer sinsi tuzak gibi yerleştirirken, buradan uzaklaşmayı aklından geçiren bir kısım kurnaz izleyiciyi de ‘Fış Fış’lamadan duramıyor.
Hem çocuksu, hem de ticari bir forma sahip olan bir nevi deniz taşıtı diyebileceğimiz ‘Fış Fış’, yine görünüşte sağlam ve güvenilir olan, ancak yaklaşıldığında sizi yutmaya, batırmaya hazır bir geometrik metal yığınından başka bir şey olmadığını, Modernizm’e gönüllü bir sembolmüşçesine, İM’nin böğründe ortaya koyuyor.
Bunun gibi, Attia’nın kuşkuculuğunu mimari bir kaygıyla belgeselleştiren 1980 doğumlu Parisli, bugünkü Berlinli Cyprien Gaillard da, izleyicilerin modernlik algısındaki kutsallığın sınırlarını yokladığı ‘Höyük’ başlıklı yıkım veya kalıntı görselleriyle, İM’deki etkinliğin başlık ucundaki soru işaretini giderek daha da büyütüyor. Öyle ki, Gaillard’ın işi tam da ‘kentsel dönüşüm’ sırasında geri dönüşsüz bir değişime ‘kamunun rızası’ için maruz bırakılan İstanbul için, daha da isyankâr bir anlam kazanıyor.
İM’deki ‘Modernlik?’ sergisi, kurum tarihinde bugüne dek sorulabilecek en samimi ve acil soruyu plastik kaygılarla gündeme taşıdığı için olacak ki, sergide izleyiciyi meşgul ve işgal eden ironik ve ikonik çalışmalar bununla da bitmiyor.
Sözgelimi Gaillard’ın yıkılmış binalara birer sosyal kadavra gibi yaklaştığı kentsel tahribatına ses veren Ayşe Erkmen, çok güzel göründüğü halde kendisine bile hayrı olmayan askeri mayın formlarını izleyicinin algısına birer sinsi tuzak gibi yerleştirirken, buradan uzaklaşmayı aklından geçiren bir kısım kurnaz izleyiciyi de ‘Fış Fış’lamadan duramıyor.
Hem çocuksu, hem de ticari bir forma sahip olan bir nevi deniz taşıtı diyebileceğimiz ‘Fış Fış’, yine görünüşte sağlam ve güvenilir olan, ancak yaklaşıldığında sizi yutmaya, batırmaya hazır bir geometrik metal yığınından başka bir şey olmadığını, Modernizm’e gönüllü bir sembolmüşçesine, İM’nin böğründe ortaya koyuyor.