Bu yıl I. Dünya Savaşı’nın 100. Yılını konu eden 4. Uluslararası Çanakkale Bienali nedeniyle bir araya geldiğimiz Kösemen bienalde “Korudaki Fısıltılar” isimli bir çalışmasıyla yer almış; bu kez, bir yeri, var eden yaşayanlarıyla değil, sessiz konuklarıyla anlatmıştır. Fotoğrafa dair deneyimlerini konuştuğumuz sanatçı bienal çalışmasının öyküsünü ve detaylarını da bizlerle paylaşmıştır.
Fotoğraf serüveniniz nasıl başladı?
Fotoğraf benim için tutku. Ortaokul yıllarından beri fotoğraf çekiyorum. 1974 yılında ODTÜ Mimarlık Bölümü’ne girdim, 1978’de mezun oldum. ODTÜ’de “design teori”, “sanat tarihi” vb. dersler okurken Paul Mcmillian’ın verdiği “visual media workshop” dersini almıştım. Bu dersle fotoğrafa merakım arttı. Paul ve ODTÜ sayesinde Avrupa’da ve dünyada fotoğrafta neler oluyor öğrendik. Paul’un atölye çalışmalarında üretme ve sergilemeye ilişkin öğretileri de çok faydalı oldu. O günlerden beri mimarlığın yanısıra fotoğrafla ilgilendim. Profesyonel olarak reklam fotoğrafcılığı da yaptım. 1970’li yılların sonlarına doğru toplu konutlar yapıyorduk. Mimarlığın en soğuk tarafına kanalize olmuştum. Fotoğraf da yaratıcılığımı kullanmak için bana bir alan, bir nefes olmuştu.
Paul Mcmillian’la tanışma bir dönüm noktası mı?
Paul’un sadece etkileri oldu. Fotoğrafçılık bende sadece elde kamera bir şeyi yakalamak olarak değil, bir proje yapma biçiminde gelişti. Fotoğraf projeleri yaptım, ardından kitap projeleri geldi. Yaklaşık 15 tane kitabım oldu. Onları da mimarlıkta öğrendiğimiz “design theory”nin öğretilerini kullanıp projelendirerek yapmaya başladım. İlki, tabi mimarlığın verdiği gözlem ve bilinçle, Haliç kitabı (1993) oldu. Haliç’i gezdik, çekimler yaptık; Gökhan Akçura kitap metinlerini yazdı. Beyoğlu hakkında bir kitap yaptım. Bence bir şehri veya yerleşimi oluşturanlar oranın camisi, kilisesi, evleri veya eski sokakları değil, tam tersine sakinleri. Zamanla çalışmalarım biraz sosyololjik araştırma şeklini almaya başladı. Beyoğlu’nu, onu yaşayanlarla anlatmaya çalıştım. O yüzden şimdi bir Beyoğlu kitabı yapsak çok farklı olur.
2002’de Bodrum’la ilgili bir kitap yaptık. Bodrum’a yönelişim mimarlık eğitimimle ilişkiliydi. 1975’in 23 Nisan’ında hocamız Süha Özkan’la beraber sınıfça Bodrum’a gittik. Eski Bodrum evlerinin rölevelerini çıkardık. Oraya aşık olduk. Bu aşkla kitap ortaya çıktı. Orada yaşayanları fotoğrafladık. İsmini “Derin Bodrum” koyduk. İlk sayfasında Cumhuriyet’ten eski kalmış bir sünger dalgıcı görülür. Şimdi Bodrum Beledeyi Başkanı olan Mehmet Kocadon’un Ortakent Belediye Başkanı olduğu yıllardaki bir fotoğrafı da var, Dağbelen köyünde eskiden pavyon işleten bir adamın fotoğrafı da... Hatta İlhan Berk’ten Ahmet Ertegün’e ve nice Bodrum yerlisine rastlamak mümkün. Bu insanların portrelerini çekerek sosyolojik bir araştırma yapar gibi davrandık. Şimdi bunu aynı şekilde kaydetmenin imkanı yok, hepsi değişti. O dönemde çektiklerimizin hepsi Bodrum yoğun göç almadan önceki hakiki Bodrumlular’dı.
Peki sizin profesyonel mimarlık süreciniz fotoğrafla olan ilişkinizi nasıl biçimlendiriyor?
Mimarlık okudum diye mimarlık fotoğrafı çekmiyorum. Fotoğraflarımda yer alan mimarlığı ve mimarinin sosyolojik olgusunu tetikleyen insanlar. Mimari insanların isteklerine göre biçimleniyor. İstanbul bunun en iyi örneği, yüksek tuhaf yeni binalar kentin sosyal yapısının birebir yansıması.
Sosyolojik bir değerlendirme sözkonusu ise Sıtkı Kösemen’in fotoğraflarını benzerlerinden ayıran nedir?
Bir insanda toplumu ve etrafındaki olaylara ilişkin bir gözlem kabiliyeti olmalı. Bunun en iyi örneği Cem Yılmaz, fakat o bunu başka bir açıdan kullanıyor. Toplumun trajikomik taraflarını ortaya koyuyor. Ben de bir komiklik, trajiklik veya fazla çirkinlik gözetmeden, acılı durumları eleştirmeden, bazı şeyleri olduğu gibi göstermek istiyorum.
İstanbul’la ilgili bir fotoğraf çekmek, günbatımında Ayasofya’yı veya üzerinde uçan martılarla Sultanahmet Camiisi’ni göstermek değil yalnızca. Bu şehirde insanlara ilişkin bir takım gerçeklikler var. Örneğin geçenlerde bir eskiciyi fotoğrafladım. Arabasında üç tane ayakkabı vardı. O ayakkabılar neydi? Aklıma hemen cami önünden çalınan ayakkabılar geldi. Çünkü bir ayakkabıcı dükkanında böyle bir çalınma öyküsüne rastlamıştım. Mesela Sultanhamam’da böyle bir yer var, orada da kullanılmış, yüksek ihtimalle çalıntı ayakkabılar satarlar. Yani şehrin gerçeklikleri başka başkadır.
Etrafımda olup bitenleri fotoğrafla anlatmaya çalışıyorum. Yeni bir sergi için seriler çektim. Şehirler arası yol üzerinde yazlık bahçelerine konmak üzere satılan heykelleri çektim, su testisi taşıyan kız, leylek, kuzu heykelleri gibi.
Bu serinin ismini “Görünmeyenler” koydum. Onların yanından geçip gidiyoruz, görmezden geliyoruz, hatta kitsch buluyoruz, ama alıcıları var. Bunlar da toplumsal bir değişimin örneği. Hiç kimse kendi heykelini yaptırmıyor, ama bunları seviyor.
Siz toplumu veya çevreyi gözlemlerken, çok zorlamadan, var olanı olduğu gibi almaya ve çekmeye çalışıyorsunuz.
Aynen, o yetiyor bile. Mesela, bir fotoğrafta Validebağ korusunda kadınları çektim. Fotoğraftaki kadınlar baharda yenilebilir otları topluyorlar, sonra yemek yapıyorlar; aralarından biri de diğerlerine yemek tarifi veriyor, onlar da
dinliyor. Bu da hızlı şehirleşmenin bir örneği.
Peki bugüne kadar belgelemekten en mutlu olduğunuz projeleriniz neler oldu?
Portre çekmeyi çok severim. Bodrum, İstanbul konulu kitaplarım gibi geçmişe ait, bir daha aynısı asla tekrarlanamayacak kayıtlar yapmak beni çok mutlu ediyor. İlginç bir çalışmam ise 2002’de Galata Platform’da sergilenen “Rus Fahişe” isimli projem oldu. Ona iyiki yapmışım diyorum. Sovyetler’in dağılmasıyla Rus kadınlarının Türkiye’ye akınları söz konusuydu. Bir halkın 75 sene boyunca büyük bir sıkıntı çektiği meydana çıktı. Bütün dünyaya yayılan Rus fahişe konusu bu sürecin sonuçlarından biriydi. İstanbul’da bir mamayı aradık, fotoğraf çekimi için birkaç Rus fahişeyi davet ettik. Fotoğraflarda yer alan model çok ilgiliydi, edebiyat mezunu olduğunu öğrendik. Evde para bekleyen iki çocuğu varmış. Rusya’da erkekler alkolik, çalışmıyorlar, eşlerini bırakıyorlar; baskı sonucu çözülmüş bir toplum var. Rusya’da toplum eğitimden sinemasına kadar katı bir biçimde savaşa göre şekillendirilmiş, ne kadar yanlış! Fahişelik de bir sonuçtu. Bu projede prodüksiyon kullandık, modeli makyaj ve peruklarla başka şekillere soktuk. Peruk kullanımı “personality decomposition” fikrinden geliyordu; sabah biriyle, akşam başka biriyle olma durumu nedeniyle. Bu insanlar öncesinde kaybolmuş veya bu işi yapan insanlar değiller. Mecburi işçilik gibi. Para için bilinçli olarak soğukkanlılıkla çalışıyorlar. Modelimiz ise kimi fotoğrafta depresif, kimisinde azize, kimisinde ise Madonna gibi duruyor.
Çanakkale Bienaline katıldınız, oraya için nasıl bir iş hazırladınız?
Beral Madra ile konuştuğumuzda Tarabya’daki Alman Mezarlığı’ndan bahsettik. Hikayesini öğrendim. Birinci Dünya Savaşı’nda Boğazlar’da ve diğer yerlerde ölen askerleri, çoğunluğu ailelerinin isteği ile, oraya defnetmişler. O mezarlık hiç taşınmamış, aileler de taşınmasını istememişler. Burası Almanya’nın dünyada sahip olduğu en kıymetli gayrimenkulmuş. Boğaz’dan 3 km içeri giren bu koru dünyanın sayılı güzel yerlerinden biri. Bir anıt yok, kimse de pek bilmez. Hem yer hem de oradaki durum beni çok etkiledi. Anlaşılmaz olansa İkinci Dünya Savaşı’nda ölenlerin de oraya konulmuş olmaları. Bir 1914-1919 mezarlığı var, bir de 1945 mezarlığı. Burada Georg Kolbe’ye ait bir heykel de var.
Bu projeyi bienal için Temmuz ayında tamamladım. Adı “Korudaki Fısıltılar”. 14 adet 40x60 cm fotoğraftan oluşuyor. Bu seriyi yapmamın sebebi buradaki Birinci Dünya Savaşı’na ilişkin tuhaf bir durumun varlığı; şehrin en güzel manzaralı yerinde başka bir ulusun şehitlerinin ailelerinin de isteği ile burada bırakılmaları. Bu “savaş”ın ne kadar saçma olduğunu gösteriyor.
Seride Kolbe heykeline yer vermedim. Heykeli beğenmedim. Dönemin Almanya Kralı II Wilhelm de bu heykelde ölüm meleğinin Meryem Ana’ya, elinde kılıç tutan askerin de Hz. İsa’ya benzetilmesini eleştirmiş. Bir asker hem insan öldürüp, hem de şehit olarak cennete nasıl gider? Ben bunu palavra bulduğum için kullanmadım. Onun yerine mezarlıktaki sessizliği ve tuhaflığı kaydetmeye çalıştım. Aynı zamanda seride insan kadar kötülük yapan hiçbir canlının olmadığını anlatmak ve savaşın ardından doğanın sessizliğine bırakılan bu çocukların yanlızlığını göstermek istedim. Bu arada Tarabya ismi ‘terapia’dan geliyor. Kimse onların burada olduğunu görmüyor. Sanki saklanmış yatıyorlar, fotoğraflardaki büyük haç bile hiçbir yerden gözükmüyor. Tabiata dair izleri ise orada yanlız bırakılmışlığın korkunçluğunu anlatmak için çektim; bir tarafta yaşamaya devam eden bu asırlık çınarlar, bir tarafta bir savaş uğruna genç yaşların orada mahsur kalmışlığı.
Yeni projeler var mı?
Bu sıralar “Tapınak Şehir” isimli İstanbul’u anlatan yeni bir kitap yapıyorum; bu projeye yönelik kenti tuhaf bir şekilde anlatan, biraz da komedisi olan seriler çekiyorum. Gelecek projelerden biri de yeni bir sergi olacak “Görümeyenler” isimli bir seri. “Landscape defines identity” isimli yeni bir kitabımın da maketi hazır, yayın kuruluna girdi, bekliyoruz.