21 HAZİRAN, SALI, 2016

Ölümün Payı

Arter, 9 Haziran - 18 Eylül tarihleri arasında küratörlüğünü Selen Ansen'in yaptığı "Her Düşenin Kanadı Yoktur" adlı sergiye yer veriyor. Bas Jan Ader, Phyllida Barlow, Cyprien Gaillard, Ryan Gander Mikhail Karikis & Uriel Orlow, VOID ve Anne Wenzel'in işlerinden oluşan sergi çürüme estetiği diyebileceğimiz bir sanatsal dilin imkânlarını araştırıp bu estetik üzerinden politik bir önerme geliştiriyor.

Ölümün Payı

...üç gün sonra Meryem İsa'nın gömüldüğü yere gittiğinde mezarını açık buldu. İçi boştu. Kaygıyla etrafına bakındı; zeytin ağaçlarının arasında hayal meyal birini görürü gibi oldu. Emin olamadı yaklaştı. Karşısında her an yok olacak gibi bir silüet duruyordu. “Benim” dedi Meryem'e, “Kimseye bahsetme beni gördüğünden”. Meryem “Beni de al, seninle kalayım” diye yalvardı; dinletemedi. Silüet ağaçların arasında gözden kayboldu.

Aklımda bir soru var. Tanrı oğlunu yanına alırken Nasıralı İsa'ya ne oldu? Holbein'ın Ölü İsa'nın Mezardaki Bedeni(1521) tablosunda tasvir ettiği çürüyen, kokan bir tanrıya ait olamayacak kadar iğrenç olan; cennetten çok cehenneme yakışacak bedene ne oldu? Muhtemel ki Tanrı kendine zül olan et parçasından kurtulup ait olduğu yere göklere yükselirken ölümlü bedeni aşağıya arşın merkezine düştü. Tanrının âdemoğlunu yaratırken ona üflediği nefes ebedi var oluşa ereceği kaynağına dönerken topraktan yapılma beden de yer altına döndü, dağıldı, parçalara ayrıldı ve yok oldu.

©Nazlı Erdemirel

Holbein'ın tablosu Rönesans'ın yaşam dolu güzellik idealine tezattır, ilahi olandan bahsetmektense tüm çiğliğiyle ölümü konu alır. Birkaç yüzyıl sonra Charles Baudelaire aşkın bir düzene pas vermeyip gündelik olanı yüceltirken ölüme, cinayete, cesetlere, düşmüş insanlara methiyeler düzecektir. Bu romantik sanatı takip eden dönemlerde de devam eder. Ölümün ve ona giden yolların çekiciliği yeni bir yüce tanımı oluşturur. Bu sefer yüce, insanın varoluşun aşkın gücüyle büyülenmesindense yaşamın cazibesini reddedip ölümü arzulamasına tekabül etmektedir. Ölümün güçleri deforme olmuş bedenler, çürüyen cesetler, yıkık binalar, paslı metaller, çöpler, çızırtılı sesler vb aracılığıyla romantizm sonrası sanatın odağına oturur ve sanatın bir hattı istikametini göklerden yerin altına çevirip ölümün kudretiyle aşık atmaya başlar.

Arter'de Selen Ansen'in küratörlüğündeki “Her Düşenin Kanadı Yoktur” adlı sergi her şeyden önce bozulma / çürüme / ölüm estetiği üzerine kurulmuş. Serginin girişinde yer alan bir enkazı andıran, yapı öğelerinin hercümerç içinde bir dağmışçasına yığılmasından oluşan Phyllida Barlow'un isimsiz: kırıksahne 2016  adlı heybetli işi bize ilk olarak bunu bildiriyor. Sergi salonunun birbirini dik kesen çizgilerden oluşan mekânı işin amorf yapısıyla bozulmaya uğratılırken, sanat galerisi olarak önceden tanımlı mekân enkazın bir sanat eseri olarak anlamlandırılmasına da olanak sunuyor. Yapıyla madde, anlamla anlamsızlık arasındaki bu ilişki ve bu ilişkiyi oluşturan güçler sergideki işlerin hepsini kesen ana hatlardan biri olarak daha başlangıçta kendini gösteriyor.

©Nazlı Erdemirel

Bu dev yerleştirmenin etrafından dolandığınızda sizi Yeraltından Sesler adlı video karşılıyor. Güneydoğu İngiletere'deki kapanmış kömür madenlerinin görüntülerine bu videoda madenlerin eski çalışanlarının oluşturduğu bir koro eşlik ediyor. Çürüme sonucu oluşan bir madde olan kömürü yerkürenin derinliklerinden yüzeye çıkarmaya alışık madenciler bu sefer tünellerde duymuş oldukları seslerden oluşan bir melodiyi gün ışığına kavuşturuyorlar ve böylece geçmiş günümüze; yeraltı da yüzeye taşınıyor. Bu işin merkezinde olan kömürün formu ve rengi ise sergide daha sonra da karşımıza çıkıyor.

Serginin bir üst katında bulunan, sanat kolektifi VOID'in üretmiş olduğu Bruit Blanc adlı iş, Arter ve çevresinden topladıkları zemin kalıplarından reçine kullanarak üretmiş oldukları plak formunda siyah disklerin el yapımı pikaplarda çalınmasından ibaret. Burada da ses tıpkı yeraltındaki madenlerden gelen sesler gibi katı maddenin sahip olduğu dokusal özelliklerle üretiliyor ve ideal bir güzelliği hedefleyen armoni kurallarına zıt, bozuk diyebileceğimiz anlam vermesi zor bir biçimde çıkıyor. İletişimin sınırları üzerine bir deneyi de içeren bu işin hemen yanında ise düşüş üzerine basit fizik deneyleri yapan Bas Jander'in 16 mm filmleri var. Filmlerin içerik olarak düşme, başarısızlık gibi kavramlara eğilmesinin yanı sıra kaydedilmiş oldukları pelikülün dokusunu hissettiren grenli yapıları, siyah beyaz filmin ve mekâna birer heykel gibi dikilmiş projektörlerinin nostaljik etkisi çalışmanın geçip giden, ölüme teslim ettiğimiz zamanla olan bağını tesis ediyor. Muhtemelen sanatçı tarafından kastedilmese de zamanla teknolojideki gelişimelerle ortaya çıkan gerçekliği kaydetme ve temsil etme kapasitemizdeki fark ise bu işi Bruit Blanc'e bağlıyor.

©Nazlı Erdemirel

Sergi salonunun diğer ucundaki bir odada yere saplanmış oklar mevcut. Fırlatılmanın itekleyici gücünün ardından yer çekiminin etkisiyle sağlam bir şekilde zemine çakılmış bu oklar ilk Hristiyan şehitlerinden olan Aziz Sebastian'ın idamını andırıyor. Aziz Sebastian'ın oklardan kirpiye dönmüş bedeni galerinin pürüzsüz zeminde karşılık bulurken, maddenin bütünlüğünün parçalanması ve açılan yarıklardan içeriye dolan ölümün gücü yerleştirmenin sakinliğine inat bir şiddet tezahürü sunuyor.

İkinci katta izleyiciyi hoş bir bahar havası karşılıyor. Güneş ışığıyla dolu salonun tül perdelerle birbirinden ayrılmış bölmelerinden haz verici bir çiçek kokusu gelmesini bekliyorsunuz lakin etrafa yerleştirilmiş vazolardaki  seramik çiçeklerin -şayet kokuları taşa hapsedilmemiş olsaydı bile- size istediğiniz hoş kokuları veremeyeceklerini kısa sürede anlıyorsunuz. Anne Wenzel'in Dekadans Teşebbüsü adlı bu işinde çürüyüp ölmeye, parça parça olup toprağa karışmaya yüz tutmuş çiçekler heykelin zamana direnen yapısı içinde tutsak edilmişler. Bu tutsaklık ölüme doğru akan hayatı tek bir anda sabitleyip onu seyre sunuyor. Açığa çıkan seyirlik, yaşamın göğe uzanan iradesiyle ölümün toprağa doğru seğirten güçlerinin tam olarak iç içe geçmesinden mütevellit tekinsiz bir çekim yaratıyor. Perdeleri ve vazoları geçince kömürün zifiri rengi bir kez daha ziyaretçiye musallat oluyor. Anne Wenzel'in sergideki ikinci işi olan, yakılıp yıkılmış bir dünyayı andıran, nerdeyse post – apokaliptik yerleştirme Sessiz Manzara sanatçının Dekadans Teşebbüs’ünde peşinden gittiği hissiyatın sınırlarını zorluyor. Bu sefer yaşamın ölüme direnen güzelliğinin yerini ölümün karanlığının yüce cazibesi alıyor ve iş nerdeyse büyüleyici bir şekilde izleyiciyi içine, derinlere çekiyor.

Tüm bu yıkımın yarattığı büyülenme Wenzel'in işlerini konuşlandırdığı gerçeküstü atmsofere son derece tezat bir dille gerçekliğin içinden alınmış amatör bir video kaydıyla dengelenmiş. Cyprien Gaillard'ın Pruitt Igoe Şelalesi adlı videosunda bir toplu konut projesinin yıkılma görüntüleriyle Niagara Şelalesinin gece çekilmiş görüntüsü bir arada sunuluyor. Bu videolar vesilesiyle doğanın döngüsellik içeren yapısı kültürel yaşamın ritmiyle karşı karşıya getirmek mümkünken güzellik kavramı da aynı kattaki diğer iki işte olduğu gibi bozulma imgeleriyle beraber sunuluyor.

Cesetler kokar, kurtlanır, toprağa karışır, doğanın yaşam döngüsüne katılır ve tekrar doğar, yeni bir bedende hayata döner. Bu kapalı ekolojik sistem kendi haline bırakılsa ebediyete kadar devam eder mi bilinmez ama dünyanın her köşesinde doğanın yerini alan kapitalizim ve onun kültürel üst yapısı bu döngüyü artık pek takmıyor. Yaşamın göğüslerinden akan hayat somut / soyut makinelerle sonuna kadar emilirken ölüm aldatılıp hakkı olan pay temellük ediliyor. Lakin ölümü atlatmak mümkün olmasa gerek. Modern insan daha şimdiden ölüme bir hayli borçlu ve tahsilat günü de pek uzakta gözükmüyor.  “Her Düşenin Kanadı Yoktur” hiçbir direkt politik içerik ihtiva etmiyor gibi gözükse de düşünce yapıları, estetik yargılar ve ahlaki normlar üzerinden müdahalelerle döngüselliği yeniden kuruyor ve her hazzı bir yasla dengeleyip ölüme hakkını teslim ediyor. Bunu yaparken de ufkunu sonsuzluk seçmiş akılla gözü toprağa bakan bedeni yüzeyde bir araya getiriyor ve son derece politik bir önerme sunuyor. 

Neşeli Ceset

Zengin, ağır bir toprakta sümüklü böceklerle istila edilmiş, 
Kazmak isterim mezarımı, geniş ve derin, 
Orada yaşlı kemiklerimi gerebilirim acelesiz 
Ve kayıtsız uyuyabilirim dalgada bir köpek balığı gibi. 

İçimde bir kin var vasiyetler ve türbeler için; 
Dünyaya yalvarmaktansa bir damla gözyaşı için, 
Kargaları davet etmek isterim daha yaşarken 
İğrenç leşimden kan çekmeleri için. 

Ey solucanlar! Ne gözleri ne de kulakları olan siyah arkadaşlar, 
Görün ölmüş bir adamı, sevinçle ve serbestçe, sizlere yaklaşan; 
Ahlâksız filozoflar, çürümeye başlayışın çocukları, 

Benim kalıntılarımın arasından pişmanlık duymadan geçin, 
Ve anlatın bana yapılacak başka işkence kaldı mı hâlâ 
Bu ihtiyar ruhsuz beden için, ölüler arasında ölü! 


Charles Baudelaire

0
9557
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage