Wroclaw Sanat ve Kültür Merkezi ve Kuad Galeri işbirliğinde, Polonya ve Türkiye’den her iki sergide toplam 31 sanatçının işlerini izledik ve izliyoruz. İlki mayıs ayında açılan sergilerin ikincisi 5 Haziran’da açıldı ve sürmekte.
İki ülke arasındaki tarihsel ilişkinin anımsanmasını ve kutlanmasını öngören “600. Yıl” etkinlikleri kapsamında bu resmi girişim, disiplinler arası düzlemde kültür ve sanat dünyası için çok sesli bir dizi etkinlik içeriyor.
Jan Dlugosz’un "Kroniki" / “Kayıtlar”ında yazdığı üzere; geçmişi 1414’e, Sultan I. Mehmet Çelebi dönemine uzanan Polonya ve Türkiye arasındaki diplomatik ilişkiler, 600 yıl boyunca siyasal, ticari ve kültürel ilişkiler bütününde gelişti ve zenginleşti. 15. yy’ da sınırdaş olan iki ülke çoğul kültürleri açısından da birbirine bağlandı ve dünyanın siyasal-coğrafi haritasında özel bir yere sahip oldu.
Bu 600 yıllık köklü tarihsel geçmişin içinde, 20.yy’da Polonya Türkiye ilişkilerine bakmak önemli. Zira İkinci Dünya Savaşı sonunda başlayan Soğuk Savaş döneminin ideolojik egemenlikleri yüzünden Polonya -Türkiye ilişkileri zarar görmüş ve büyük bir durgunluk yaşanmış. Berlin Duvarı’nın yıkılmasına kadar süren bu durum; 4 Haziran 1989 günü, Polonya Halk Cumhuriyeti döneminin sona erişine kadar sürmüş. Polonya'da ekonomik ve siyasal değişimlerin başlangıcını simgeleyen bu tarihle birlikte, Polonya özgür ve özerk bir ülke haline gelmiş, demokrasi yolunda ve ekonomik alanda önemli adımlar atmıştır. Sonraki tarihlerde, Polonya Cumhuriyeti 1999 yılında NATO'ya, 2004 yılında ise Avrupa Birliği'ne üye olmuştur.
Bu değişim rüzgarları içinde bile resmi diplomatik ilişkilerdeki uzun süren değişimler, ekonomik ortaklıklar ve kültürel alışverişin yavaşlığı dolayısıyla ilişkiler olması gereken düzeye yükselememiştir.
Dolayısıyla, 2014 yılına yayılan farklı kültür kurumlarında gerçekleştirilen sergiler, konserler, etkinlikler ve konuşmalar, barışçıl düzlemde sürmüş 600 yıllık dostluğun belleğine önemli ve değerli bir katkıdır.
Kuad Galeri’de açılan sergileri, Polonya ve Türkiye’den sanatçı ve sanat uzmanları arasında taze ve önü açık olası bir iletişim ağı yaratması açısından önemli buluyorum. Ayrıca sergilerde izlediklerimiz, iki ülke arasındaki güncel sanatın içeriğini okumak ve yöntemleri görmek açısından da güncel bir kaynak niteliği taşımakta.
Her iki serginin de küratöryel ekibi Agnieszka Chodysz-Forys, Beral Madra, Güneş Nasuhbeyoğlu ve Malgorzata Sobolewska’dan oluşuyor.
KOPUŞLAR ve KAVUŞMALAR, iki ülke arasındaki ortak belleğe bugünden dokunmalarla, kopuşlar ve kavuşmalar hakkında, bireysel yahut kolektif anlar yaratıyor. Serginin ilkine Türkiye’den Ardan Özmenoğlu, Ferhat Özgür, Çağrı Saray, Gülçin Aksoy ve Uygur Yılmaz katıldı. Polonya’dan ise Patrycja German, Piotr Bosacki, Karolina Bregula’nın aralarında olduğu 19 sanatçı katılıyordu.
Haziran ayında açılan ikinci sergide ise Piotr Kmita, Tomasz Partyka, Piotr Skiba, Konrad Smolenski, Tomasz Kulka, Katarzyna Krakowiak, Agnieszka Polska, Anna Molska, Karolina Freino, Joanna Rajkowska, Nezaket Ekici, Koray Kantarcıoğlu, Tunca Subaşı, ve Sümer Sayın’ın işlerini izliyoruz.
Haziran ayında açılan ikinci sergide, ilkinde de olduğu gibi; her iki kültürün temellerine gönderme yapan işlerle karşılaşıyoruz. 90’lı yıllardan bugüne uzanan süreçte Polonya’da ya da burada üreten sanatçıların mevzu ettiği meselelerle kurduğu mesafeye şahit olmak iki ülke arasındaki üretimi karşılaştırmak açısından önemli. Siyasi, ekonomik ve kültürel geçmişin mirasını akılda tutarak, farklar yahut benzerliklere odaklanmak sergiyi ayrıca dokümanter bir düzlemde de izleyici ile buluşturuyor.
Sanatçının üretim pratiğinin kişisel deneyim ve hafızası eşliğinde sanat nesnesine dönüşmesini şu anda bulunduğu yer ile kurduğu ilişki içinde okumaya çalışmak; içerden ve dışardan yeni okumalara olanak tanıyor. Sergide bu okumalara olanak sağlayan işlerden biri Tomasz Kulka’nın 120 parçadan oluşan Sokak Dövüşü isimli seramik yerleştirmesi. Sanatçı yaşadığı yerin pazar yerinde gerçekleşen holiganların kavgasını kurguladığı yerleştirmede; seramik figürler tüm detaylarıyla sokak kavgasını canlandırıyor. Bu çok renkli yerleştirmedeki aksiyon, şiddet, hırs ve figürlerdeki ifade canlandırdığı kimlikle birlikte; sosyal dışlanma, ırkçılık, nefret ve hoşgörüsüzlüğün metaforuna dönüşüyor. Kulka’nın yarattığı manzarada, sözüm ona alt sınıflarda insanları futbol taraftarı kimliğinde izlemekteyiz. Buradaki kavga, tüm canlılığıyla bizi evrensel bir manzaraya iliştiriyor. Seramik figürünler karşısında devleşen bedenimiz her zamanki gibi bu türden bir manzaraya yukarıdan bakmakta.
Sanatçı, kent içinde büyüyen evsizlik, işsizlik, yoksulluk ve tüm bunların sonucu oluşan dışlanmayı ve büyüyen sorunlara dair tepeden bakışı, bize açıkça tekrarlıyor. Öte yandan Kulka, tam da şimdi İstanbul’un baş döndürücü kentsel dönüşüm manzarası içinde sözde kentli bireyin kaotik dünyasını çift taraflı bir okumayla ve saldırganlığın metaforuyla dile getiriyor.
Anna Molska’ nın “Dokumacılar” adlı videosu ise Nobel ödüllü Alman yazar Gerhart Hauptmann’ın 1892'de yazdığı Die Weber (Dokumacıların İsyanı) adlı tiyatro oyunun başlık ve diyaloglarını ödünç alıyor. İşçi sınıfının 1844 yılında, Silezya'da sefalete karşı çıkardığı isyanı konu alan bu oyun, “ ilk kez sahnelendiğinde polis tarafından yasaklanmış ve 1893’de bir kulüpte "kapalı bir gösteri” olarak sahnelenebilmiştir.” Bu oyun zengin iş verenlerin umursamazlıkları ile yoksulluk içinde olan işçi sınıfının yaşamını, gerçekçi bir dille karşı karşıya getiriyordu.
Almanya’da 1848 Mart Devrimi öncesini yaşananlar; liberalleşmeyle, zanaatçılıktan sanayileşmeye geçiş ve kapitalizmin gücü, dokumacıları işsizlikle, sefalette baş başa bırakıyordu.
Anna Molska, 12 dakikalık filmini şimdi Polonya sınırları içinde olan Silezya’da çeker. Bölgede uzun zamandır varlık gösteren kömür madenciliğinin yerini tekstil sanayi almıştır. Doğal kaynaklar tükenmiş ve diğer yakıt kaynakları kömürün yerine geçmiştir. Hauptmann'ın dokumacılarının başına gelen bu kez kömür madencilerinin başına gelmiştir.
Molska bu video’da emekçiler ile çalışmış. İşçiler, öğle yemeği molasında sırasında, cüruf yığınları üzerinde oturup yemek yerken birbiriyle görüşürler. Dialaoglarda sanatçı, Hauptmann dokumacılara verdiği cümleleri kullanır. Sanatçı bu yöntemle işçi sınıfı üzerinde kurulan baskıyı, yaratılan isyanı ve güvensiz çalışma şartlarını sadece karakterleri değiştirerek, emek ve belleği zamansız bir düzlemde yan yana getirmiştir.
Soma gerçeği ile karanlığı gördüğümüz bir düzlemde bu video ile Silezya’dan Soma’ya uzanarak fark etmek; edebiyat, tiyatro ve güncel sanat üçgeninde gerçekle yüzleşmek mümkün.
Tam da buradan Tunca Subaşı’nın “9 Dilim Ekmek” isimli Alüminyum döküm ekmeğine yakınlaşmak önemli. Yaşamı en minimal ölçüde sürdürmenin ağırlığını gerçekçi bir dille anlatan duvardaki ekmek, dilimizde yaşam savaşının metaforuna dönüşen varlığıyla ve geçmişi demir perdede asılı bir ülkenin sanatçılarıyla yan yana sözler üretiyor.
Sümer Sayın’ın daha önce Art On’da da izlediğimiz, “Sınırlar Etrafında” adlı 2 metre uzunluğundaki heykeli, sınırlar hakkındaki meseleye başka bir form önermekte. Ancak yanına yaklaşabildiğinizde bunun bir Türkiye haritası olabileceğini fark edebileceğiniz bu sütun, üzerinde ne taşıdığını unutmuş bir kaideye benziyor. Galeride simsiyah varlığıyla önünüze çıkan form; Sümer Sayın’ın, sıklıkla başvurduğu formlarla oynama/bozma /dönüştürme yöntemini tekrar ediyor. Bu heykelde ortaya çıkan belirsizlik eşliğinde göz, takip ettiği/edemediği sınır çizgilerinin, zeminde bir yerde kök saldığını fark ediyor. Ve insan ister istemez kök, ırk ve cinsiyet kavramlarında yol alıyor. Belki de kaidenin unuttuğu heykel köklerinde sabitlenip kalmıştır.
Cinsiyet meselesinden söz açılmışken, Nezaket Ekici’nin 7 dakikalık performans kaydı “Kanıt” cinsiyetli olmak meselesi üzerinden kadınlar üzerine bulaşan cinsel kimlik yaftasını yağlı bir bebe kremi eşliğinde güçlü bir performansa dönüştürüyor.
İzlerken; Nezaket’in yüzündeki tüm detaylara odaklanarak, kremden kurtulmaya çalıştığına tanık oluyoruz. Bir başka açıdan da bu performans için; yüzünü çıkartmaya, zamanın izlerine müdahale etmeye çalışan bu kadının,adeta bir heykeltıraş gibi yüzü yeniden keşfettiğini söylemek mümkün.
Joanna Rajkowsk’ ın “Üsküdar Köpekleri” adlı kitap çalışması İstanbul’da 1911 yılında yaşanan gerçek bir hikayeden esinleniyor: Sultan II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden ve Jön Türklerin iktidara geçmesinden bir yıl sonra, İstanbul'daki sokak köpeklerinin kentten uzaklaştırılmasına karar verilir. Önce yavrular yok edilir. Sonra yetkililer, köpekleri toplayıp Sivriada'ya götürür. Burada köpekler, açlıktan ve sıcaktan birbirlerini parçalamak suretiyle ölürler... Bu olay Catherine Pinguet’in İstanbul'un Köpekleri adlı kitabında tüm detayları ile anlatılır.
Bir süredir Üsküdar’da yaşayan sanatçı Joanna Rajkowsk, İstanbul’un mezarlıklarla dolu bu semtinde, mezarlıkları mesken edinmiş sokak köpeklerine uzatır kamerasını, 100 yılı aşkın bir süre önce yaşanan bu olayı belleğinde tutarak. Üsküdar’ın Köpekleri adlı bir kitapta toplanan fotoğraflar;hayvanların toplum dışına itilme sorununun yanı sıra insanlar ve hayvanlar arasında kurulan dostluğa/yabancılaşmaya dokunmaktadır.
Tarihin arka sayfalarında farklı tanıklıların peşinde oluşan şimdiyi, küreselleşmenin ortaklığında keşfetmek, farklılık ve benzerliklerle rastlaşmak için son tarih 26 Haziran.