24 KASIM, PERŞEMBE, 2022

“Özgürlük Varsa Yaşam da Vardır”

Delilik ve normallik kavramları arasında çizginin bulanıklaştığı bir dünyada yaşıyoruz. Adana’da yer alan KUN Art Space de buradan ilhamla, Derya Yücel küratörlüğünde “Normalliğin Deliliği” sergisini ağırlıyor. Küratör Yücel ile sergi fikri, eserler, Arno Gruen’in insandaki yıkıcılık kuramı, normallik ve delilik üzerine sohbet ettik.

“Özgürlük Varsa Yaşam da Vardır”

Günümüzde insani değerlerin kaybolmasına katlanamayanların “deli”, insani köklerinden kopmuş olanların “normal” kabul edilerek onaylandıkları bir dünyada sanatın bir özgürleşme alanı olduğunu hatırlatan “Normalliğin Deliliği” sergisi; Derya Yücel küratörlüğünde Çınar Eslek, Enes Debran, Gökhan Deniz, Gönül Nuhoğlu, Gül Ilgaz, Hacer Kıroğlu, İsmet Doğan, Kazım Şimşek, Kerim Kılıçarslan, Nejat Satı, Neriman Polat ve Yasin Uysallar'ın çalışmalarını bir araya getiriyor. Sergiyi 18 Aralık tarihine dek Adana’da yer alan KUN Art Space’te ziyaret edebilirsiniz.

Delilik ve normallik kavramları arasında çizginin bulanıklaştığı bir dünyada yaşıyoruz. Sosyolojik etmenler, ekonomi, politika ve hayat şartları bu tanımları yaparken devreye giriyor ve silikleşen sınırları iyice bulamaz hâle geliyoruz. Sergi de tam buradan yola çıkıyor sanırım. Fikir nasıl ortaya çıktı ve evrildi?

“Normalliğin Deliliği” sergisinin küratöryal çerçevesini her ne kadar psikanalizden referanslarla kurgulamış olsam da temelde normalite/anormalite ayrımı fikrinden yola çıkmıştım. Tıpkı ruhsal (a)normalliğin sistematik ve kültürel bir tarihsel arka plana sahip olması gibi aslında bedensel, davranışsal, düşünsel gibi her türlü normal/anormal sınırların da kültürel ve toplumsal sistemler içinde çizildiğini düşünüyorum. Yani kabullenilmiş/bastırılan/uzlaşılan standartlar dışındaysan sistemin dışına atılma/fırlatılma hâli bu serginin ana çerçevesini oluşturdu. Dolayısıyla sergide yer alan sanatçıların üretimlerine baktığımızda tam da normal/anormal sınırların etrafında dolaşan, bu sınırlara işaret eden, bulanıklaştıran ya da sorgulayan çalışmalar olduğunu görüyorsunuz. Başka projelerde de bir araya geldiğim ya da çalışmalarını uzun zamandır takip ettiğim sanatçılar Çınar Eslek, Enes Debran, Gökhan Deniz, Gönül Nuhoğlu, Gül Ilgaz, Hacer Kıroğlu, İsmet Doğan, Kazım Şimşek, Kerim Kılıçarslan, Nejat Satı, Neriman Polat ve Yasin Uysallar’ın resim, heykel, fotoğraf ve video üretimlerinde kimi zaman son derece kişisel ve otobiyografik kimi zaman da toplumsal ve politik çerçevede normal ve normal dışı olanı ele alma tavırları, serginin ortak paydası olarak okunabilir.

Sanat ise tüm bu kaosta bir an olsun soluklanıp dinlenebilmeye, nadir özgür alanlarımızdan biri olmaya devam ediyor. Öte yandan sanatçılar ülke şartlarını en ağır yaşayan, destek konusunda en yalnız bırakılan kesim. Bunu pandemide açıkça gördük ve birçoğu için etkisi devam ediyor. Bir sanat profesyoneli olarak bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Pandemiyle birlikte artık tüm paradigmaların değişimi hızlandı… Tüm değerlerimiz, modellerimiz, alışkanlıklarımız, iş yapma biçimlerimiz, yöntemlerimiz, hayata bakış açımız, gündelik ve sosyal yaşamımız değişiyor… Sanat da bu bağlamda dönüşüyor. Salgın ve karantina günlerinde toplumsal ve siyasal ama en çok da ekonomik rejimlerin kırılganlığını, ne kadar kolay bir şekilde parçalanıp dağılabileceğini gördük. İyimser bir sahne öngöremiyorum ne yazık ki. Her birimiz hem kişisel üretimlerimizi sürdürmeye çalışıyor hem de yaşamsal ihtiyaçlarımızı, giderlerimizi, kiramızı, faturalarımızı düşünüyoruz. Açıkçası ben de önümdeki sahneye kaygı ve endişeyle bakıyorum. Çünkü sadece özel sektör desteği ve sponsorluklarla zar zor ayakta durmaya çalışan bir sistemden bahsediyoruz. Üretim, dağıtım ve tüketim ekonomisinde zaten dar olan çerçeve daha da daralıyor. Yeni bilgi ve paylaşım kaynakları yaratmalıyız, açıkçası sanatçıların yaratıcılık konusunda üstlerine daha fazla sorumluluk biniyor. Yaratılan bu yeni kaynakların sürdürülebilir olması da sanat profesyonelleri ve girişimcilerine bağlı. Saha ve Omuz gibi girişimler dışında sanatçılar için kaynak yaratmaya çalışan daha fazla oluşuma ihtiyaç var, bu nedenle temkinli de olsa kamu kaynaklarının yaratılması ve paylaşılmasını teşvik etmemiz gerekmekte. Ne yapmalı değil, nasıl yapmalıya odaklanmak zorundayız. “Sürdürülebilirlik” konusunda yeni yaklaşımlar, politikalar ve dönüştürücü pratikler üzerinde düşünmek zorundayız.

Arno Gruen’in insandaki yıkıcılık kuramı serginin de ilhamı oluyor. Bu kurama göre, insanın yıkıcılığı kötülük yetisinden değil, iç dünyasını ve dış dünyayı bozuk bir biçimde algılamasından kaynaklanıyor. Siz bu kurama katılıyor musunuz?

Arno Gruen normallik ve deliliği, insanın kendi benlik bilinci ile iktidar arasındaki ilişki üzerinden ele alıyor. İktidar kavramını çocuk-ebeveyn ilişkisinden birey-toplum ilişkisine kadar çok geniş bir bağlamda anlayabiliriz. Gruen, iktidarın gereksinimlerine cevap verebilmek ve kabullenilmiş hissetmek için çaba gösterilen “uzlaşma”nın aslında insanın ruhsal yapısında bir yarılmaya yol açtığını söylüyor. Yazar, kendi eyleminin sorumluluğunu duymak yerine iktidardan pay alabilmek için tabi olma ve uzlaşma hâlinin de insanda iç dünya ve dış dünya arasındaki etkileşimi koparttığını ileri sürüyor. Böylelikle insanın yanıltıcı bir iktidardan pay almak uğruna kendi kendine ihanet etmesine ve kendi içinde köklenememesine neden oluyor. Kuram, insandaki kötücüllük ve yıkıcılığın kaynağının öncelikle kendilik nefreti ve kendi canlılığını hissetme arzusundan kaynaklandığını söylüyor. Bu aslında deliliğin gerçeklikle olan ilişkisine değil, normalliğin (görünen) ardında saklı olana işaret eden, bunu sorunsallaştıran bir kuram. Evet, yazarın duygu/kalp romantizmini bir kenara bırakıp duygulanım yetisi olarak gerçekliği anlamlandırması açısından katılıyorum. Çünkü normalite, insan davranışını sadece gerçekle ilintisinin derecesine göre yargılamakla sınırlı. İnsanın “gerçekle” ilişkisi ruhsal sağlığını ya da hastalığını saptamak için tek ölçüt değil. Çünkü bu yargı, içselleşmiş yöntemi gizlemek olan, kavranması zor ve daha tehlikeli bir patolojiye yaklaşımı engelleyebilir. Yani ruh, sağlıklılık maskesi ardına gizlenebilir; yanıltma ve hilenin gerçeğe uygun olduğu günümüz dünyasında da bu hiç zor değil.

Sergideki çalışmaların kaygı, sıkıntı, korku, hayal ve imgelem kavramlarına odaklanması hepsini bir “rahatsızlık hâli”nde buluşturuyor olabilir mi? Sanatçılar ve eserleri nasıl bir araya geldi, aralarında nasıl bir diyalog var?

Estetik ve güzel kavramlarının ötesinde sanatın bir irkilme atmosferi yaratma potansiyeli benim her zaman daha fazla ilgimi çekti. Çünkü sanatın geleneksel etik ve sosyal davranış normlarını hırpalayan, yerinden sarsan ve sorunsallaştıran tavrının dünyayı iyileştiremese de farkındalığı besleyici bir sorumluluk taşıdığına inanıyorum. İnsani gereksinimlerle ve güdülerle ilişkisini koruyan sanatçıların yine insanlık deneyimine karşı ürettikleri sözlere kulak vermemiz gerekiyor. Çünkü, sanat bir özgürleşme alanıdır, tarihi boyunca eleştirel sanat kanıksanmış ve normalleştirilmiş olana tedirginlik ve şüpheyle yaklaşmıştır. Sanat, yalnızca bizi verili gerçekliğe karşı uyarmaz aynı zamanda duygularımıza da seslenerek içsel-duygudaşlık yetimizi de besler. Dolayısıyla sanatın deliliği, sanatçıların karşıgelim tavırlarında kendini göstermekte. Sanatın “normal” kabul edilen “gerçeklik” içinde bireyin özgürleşme çabalarının bir yansıması olduğuna inanıyorum. Özgürlük varsa yaşam da vardır.

​Ekonomik ve politik dengesizlikler, ırkçılık, cinsiyetçilik, sosyal adaletsizlikler, iklim değişikliği, savaş ve yıkımlar, salgın hastalıklar… Sanatçıların tüm bu olgular karşısında yaşadıkları “rahatsızlığı” yansıtmaları da kaçınılmaz. Bu anlamda sergideki işlerin de genel bir rahatsızlık duygusunu paylaştıklarını söyleyebilirim küratöryal pratiğimde günümüz sanatçılarının üretimlerini bir konsept ya da konu çerçevesinde bir araya getirerek, hem bir düşünce etrafında ele aldığım konularla hem de yapıtlar arasındaki ilişkileri ortaya çıkaracak şekilde bir kurgu yaratmaya çalışıyorum. Bu sergi de bu yöntemle ortaya çıktı.

Birçok sergi ve etkinlikte karşımıza çıkan bir küratörsünüz. Şehir dışı pek çok iş birliğiniz de oldu. Bursa, Eskişehir ve Çanakkale sanat dünyası olarak sık sık gittiğimiz, alıştığımız şehirlerden ancak Adana birçoğumuz için yeni. Bu yenilik bir küratör olarak size ne hissettiriyor?

“Normalliğin Deliliği” sergisi, Kun Art Space’in davetiyle gelişen bir diyaloğun sonucunda hayata geçti. Son derece özverili, heyecanlı ve açık fikirli kurucusu Elif Sezer Çaylı’nın bir yıl önce hayata geçirdiği yeni bir mekân Kun Art Space. Dolayısıyla kişisel bir heves ve heyecanın motive ettiği bir enerjiyle kurulmuş, büyük sermaye, şirket ye da kamusal bir kaynak olmadan, “self-financing” bir yöntemle sanat alanına kazandırılmış bir mekân. İstanbul merkezli bir sanat sisteminin varlığı inkâr edilemez ama son yirmi yıla yakın zamandır İstanbul dışındaki oluşumları hem sanatın ulaşılabilirliği hem de farklı karşılaşmalar yaratması açışından son derece değerli buluyorum. Mardin, Diyarbakır, Malatya, Bursa, Ankara, İzmir gibi kentlerde sergi ve etkinlikler gerçekleştirdim. Dolayısıyla bu dolaşımı tanıdık bir izleyici kitlesi dışında yeni ve farklı bakış açılarıyla karşılaşmak ve buluşmak olarak görüyorum. Adana’daki bu serginin de yaşamlarımız ve dünyada var olma biçimlerimiz üzerine ele aldığı konularla yine Adanalı izleyicilerin duyumsal bir ilişki kurabileceğine inanıyorum.

0
4725
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage