Pierre Loti fotoğrafçı İ s t a n b u l : 1 9 0 3 - 1 9 0 5 isimli sergi,
26 Eylül Perşembe günü Notre Dame de Sion Fransız Lisesi’nde açıldı.
Sergi, 1903-1905 arasında Pierre Loti tarafından çekilen 70'ten fazla İstanbul tarihi yarımadası, Eyüp, Fatih, Haliç ve Boğaz fotoğraflarından oluşuyor. Bu sergi, herkesi İstanbul’a Pierre Loti’nin gözleriyle bakmaya davet ediliyor.
Loti ve Fotoğrafçılık
Yazar, ressam, Pierre Loti (1850-1923) çok yönlü bir sanatçıdır; birçok uğraşının yanı sıra fotoğrafla da ilgilenmiştir. Dünyanın çeşitli yerlerinde 1000 kadar klişe çekmiştir; bunların yaklaşık 200’ü, özel bir bağının olduğu İstanbul’da çekilmiştir.
Gerçeği yakalamayı sağlayan fotoğraf, Loti’yi adeta büyüler ve çektiği fotolar için şunu söyler “Tüm dünya benim gördüklerimi aynen görsün istedim”.
İstanbul, düşlerin şehri miydi? Kesinlikle. Zaten Loti’nin çoğu zaman, 19. Yüzyıl oryantalist hareketinde egzotik bir yazar olarak görülmesinin nedenlerinden biri de budur.
Bununla birlikte, fotoğraf, Loti’nin bu egzotik bakıştan ayrılmasını da sağlıyor. Fransız araştırmacı Bruno Vercier, “Fotoğraf, Loti’nin bazen kitaplarını fazlasıyla dolduran klişelerden kurtulmasını sağlıyor. Bu açıdan, çoğu zaman fotoğrafları kitaplarının bazı sayfalarından daha çağdaşmış gibi görülebilir,” diye yazar. Loti, çekimlerinde, manzaradan çok mahallenin ortamını yansıtmaya, insanların uğraşlarını göstermeye çalışır. Ancak bunun için nesnelliği aramaz, hoşuna giden yerlerin fotoğrafını çeker ve bir konu ilgisini çekerse, bunu birkaç kez tekrarlar. O, kendi mevcudiyetini de unutturmak istemez; geçenlerin
“kameraya bakışı” hatta fotoğrafçının görüntü alanındaki gölgesi, bunun kanıtıdır.
Sergi, 27 Eylül 2013’ten 14 Aralık 2013’ye kadar (pazar günleri hariç) her gün saat 11.00-18.00 arası; gösteri ve konser günleri ise saat 20.00’ye kadar gezilebilir.
Loti İstanbul’da
Loti İstanbul’a yedi kez gelir ve her konaklama ona bir roman ya da bir röportaj için esin kaynağı olur.
1 Ağustos 1876 - 14 Mart 1877: Hatice’yle tanışır ve aralarındaki aşkın öyküsü Aziyade (1879) adlı kitabının ortaya çıkmasını sağlar.
6-8 Ekim 1887: Romanya’ya yaptığı bir yolculuktan dönen Loti, İstanbul’da Aziyade’nin izinde 3 gün geçirir, bunu da Fantôme d’orient (Doğu Hayaleti ) (1892) adlı kitabında anlatır.
12-15 Mayıs 1890: Bu üç günü Constantinople 1900’de anlatır.
12-27 Mayıs 1894: Kutsal Topraklara ve Suriye’ye özel olarak yaptığı bir yolculuktan dönüşte, Bursa’ya gitmeden önce, İstanbul’da konaklar.
9 Eylül 1903-30 Mart 1905: Bu, Vautour adlı geminin komutanı olarak gönderildiği İstanbul’da geçirdiği en uzun süredir. Les désenchantées’ deki (Mutsuz Kadınlar-1906) üç çarşaflı kadınla da, bu arada tanışır. İstanbul fotoğraflarının çoğunu da bu dönemde çeker.
15 Ağustos - 22 Ekim 1910: Loti’nin son iki konaklaması Suprêmes visions d’orient (Doğu’dan Yüce Görünümler ) (1921) adlı eserine esin kaynağı olur.
11 Ağustos - 16 Eylül 1913: Ocak 1913’te Turquie agonisante (Can Çekişen Türkiye)’yi yayınladıktan sonra, Loti Türkler tarafından bir kahraman gibi karşılanır.
Burjuva bir ailenin son çocuğu olan Loti, stereoskop görüntü alma işiyle çok çabuk haşır neşir olur. İki objektif aynı cismi eş zamanlı olarak çeker ve “gözlükler” görüntünün rölyefli (3 boyutlu) olmasını sağlar. ( Veraskop ile bunu deneyebilirsiniz.)
Sergideki fotoğrafların çoğu, görüntülerinden birini büyüttüğümüz, cam üzerine stereoskop plakalardır.
Ağabeyi Gustav, Deniz Kuvvetlerinde doktordur. Dünyayı dolaşmakta, seyahatlerinde çektiği fotoğrafları ailesine göndermektedir. Gustav, 1860’lı yıllarda, Tahiti’nin ilk fotoğrafçısı olarak bilinir. Manzaralar çeker, ayrıca Bora Bora Kraliçesi Teriimaevarua’nın portresini de yapar. Ağabeyi birkaç yıl sonra denizde vefat eder, bu da o zamanlar 15 yaşında olan genç Loti’yi derinden sarsacaktır. Ağabeyinin Loti üzerindeki etkisi epey fazladır ve dolayısıyla o da 1876’da denizcilik kariyerine girecektir. 1872’de Tahiti’ye yanaşır ve o, Kraliçe Vaekehu’nun portresini yapar.
Resim yeteneği dikkat çeken Loti, kısa süre sonra uzak ülkelerde çizdiği resimleri ve yaptığı röportajları satmaya başlar.
‘Loti’nin Evliliği’ adlı eserini yayımlayan Loti, belli ölçüde ün kazanır ve bu sayede resim çizmeyi bırakarak, hem deniz subayı kariyerine devam eder hem de kendisini yazmaya verir.
Böylelikle, 1890’da, sevdiği yerleri, insanları ve anıtları sabitlemek için, fotoğraf çekmeye başlar. Klişeleri yayınlanmak amacıyla değil, keyif için ve seyahatlerinden iz kalsın diye çeker.
Çocukluğundan beri, Loti’nin zamanı yakalayamama ve ölüm saplantıları vardı. Fotoğrafçılık ve koleksiyonculuk bu korkularla mücadele etmenin bir yoluydu.
“Zamanı durdurmak, kaçınılmaz sonu geciktirmek, kendini ölümün ötesinde devam ettirmek.. Bunlar, yaşamı boyunca Pierre Loti’nin kaygıları olmuştur. Loti, çeşitli yollardan zamanın engellenemeyen kaçışını yenmeye çalışmıştır. En anlamsız cisimleri zarflayarak, etiketleyerek, mumyalayarak, küçük bir müzede düzenleyip
sınıflandırması ve bilim kaygısıyla değil de, geçmiş bir zamanın, «ölmüş bir geçmişin» kanıtları olarak saklaması bu nedendendir. Buna bir salyangozun, yağmurlu bir günde, bahçede unutulan bir tarih kitabının kapağına bırakmış olduğu salya izi de dahildir. Bu, kibrini kendisinin de hissettiği saçma bir fetişizmdi ancak kendisine engel olamıyordu.” Alain Quella-Villéger ve Bruno Vercier.
“Bir kez daha, beni izlemek isteyenler benim bakışlarımla bakmak zorunda kalacaklar: Büyük İstanbul’u adeta benim ruhumdan geçerek görecekler...
Ah! İstanbul! Beni hala büyüleyebilen isimler arasında, bu isim en sihirli olanı. Telaffuz eder etmez, gözümün önüne bir manzara geliyor: yukarıda, havada çok yukarıda ve uzakların muğlaklığında, devasa bir şey, kıyas götürmez bir kent silueti beliriyor. Deniz, ayaklarına kapanmış; binlerce gemi ve teknenin durmak bilmeden geçtiği ve Doğu’nun tüm dillerinde bir Babil yaygarasının yükseldiği deniz; duman, upuzun yatay bir bulut gibi, kara gemilerin ve yaldızlı kayıkların üzerinde, rengarenk ve pazarlıklarını bağırarak yapan kalabalığın üzerinde dalgalanıyor; ardı arkası kesilmeyen duman, her şeyin üzerini kaplıyor. Ve koca şehir orada, sanki bu sis ve kömür tozlarının üzerinde asılıymış gibi ortaya çıkıyor. Masmavi göğün üzerinde zıpkın gibi minareler sivriliyor, kubbeler, kubbeler yükseliyor, gri beyaz, ölü beyaz kocaman yuvarlak kubbeler, yüzyılların değiştirmediği camiler taş çanlardan oluşan piramitler gibi birbirlerinin üzerinde kat kat duruyor; bizim Batılı vapurlarımız henüz etraftaki havayı kirletmeden önce, gölgesinde sadece eski zaman yelkenlilerinin demir attığı o kutsal camiler, belki eskiden daha beyazdılar ancak hiç değişmemişler, İstanbul’u o dev kubbeleriyle taçlandıran ve kente, dünyada hiçbir kentin sahip olmadığı bu eşsiz, bu görkemli siluetini veren camiler... Bu camiler, değişmeyen geçmişi yansıtıyor; yüksekliklerde halen hükmünü sürdürmekte olan o eski Müslüman ruhunu taşında, mermerinde gizliyor. Marmara ya da Asya derinliklerinden gelindiğinde, ufkun değişken sis bulutunun üzerinden önce onları görürsünüz; rıhtımda ve denizde modern ve sıradan olup hareket etmekte olan her şeyin üzerindedirler, eski anıların ürpertisini, İslam’ın büyük tasavvufî rüyasını, korkutucu Allah’ı ve ölüm fikrini çağrıştırırlar.”