Yeni medya sanatçısı ve akademisyen Pınar Yoldaş, işlerinde insan yapımı ekstrem çevre, çevre kirlenmesi, biyo- sanat gibi konulara odaklanıyor. Kendisiyle önce feminizm, ekoloji, enerji politikaları üzerine sohbet ettikten sonra, Pınar’ın cinsiyet ve cinsellik temalarını oldukça görünür bir şekilde işlediği “Spekülatif Biyolojiler” serisi ile doktora araştırmasıyla da ilintili olan ve Transmediale’de sunumunu yaptığı ‘Bir Aşırılık Ekosistemi’ adlı projesi üzerine konuştuk. (Röportajın birinci bölümünü yayınlıyoruz.)
İşlerin, bir taraftan cinsellik, cinsiyet, cinsel organlar ve genel olarak yaşayan organizma ile ilgilenirken, diğer taraftan ekolojik duyarlılık ve insan eli ile bozulan doğal denge üzerine yoğunlaşıyor. Türkiye bağlamında bu konulara nasıl bakıyorsun? Global bağlamda bakışın ile bir farklılık var mı? Türkiye’deki çevre hareketleri ve hatta polis müdahaleleri ile başlayalım mı?
Bizimki gibi ülkelerin, yani gelişim süreçlerini Modernleşme adı altında Batılılaşma mentalitesi üzerine kuran ülkelerin, kendi doğal ve kültürel değerlerini tanıyamaması ve dolayısıyla koruyamaması, şu anda çevresel sorunların çoğunun kökeninde yatıyor. Diğer taraftan Batı, gelişimini kendi kaynakları ile değil, dışarıdan sağladığı kaynaklarla gerçekleştirdi (externalizing costs) ve tüm adımlarını başka ülkeleri sömürerek attı. Şimdi Çin örneğinde bunu görüyoruz. Çin ekonomik olarak çok güçlendi. Her yere ihracat yapıyor. Fakat bu gelişimin hızına paralel bir biçimde çevre kirliligi inanımaz boyutlara ulaştı.
Kanadalı fotoğraf sanatçısı Edward Burtynsky, ‘Üretilmiş Peyzaj’ (Imal edilmis manzara) adlı bir belgesel yaptı. Bu belgeselde Çin’deki kömür madenleri, baraj inşaatları, ve bunlardan dolayı yeri değiştirilen yerleşim yerlerini ve kentleri konu alıyor. Türkiye’de de olur ya hani, buraya baraj yapacağız, derler, köyün yerini değiştirirler, onun gibi. Bu belgeselde Çin’in gerçekten ölmüş olduğunu görüyorsun. Devasa alanlar, tüm bu enerji çalışmaları nedeniyle ölmüş durumda. Kentsel dönüşüm falan da değil artık bu, yaşamdan ölüme dönüşüm. Çevre kirliliği üzerine verilere baktığında, Amerika’da EPA mesela, World Bank ya da, bunların çevre kirliligi ile ilgili istatistiklerine baktığında toprak, hava ve su kirliliğinde Çin’in bir numara olduğunu görüyorsun. Türkiye, bu derecede olmasa bile aynı yolda ilerliyor, çünkü Batı her anlamda artıklarını ve atıklarını bizim gibi ülkelere gönderiyor.
Çin’in bitmiş durumda olduğunu söylerken aslında abartmıyorsun. Bırakalım geçmişi, 60’larla ve o dönemin çevre hareketleri ile bile kıyaslandığında, çok başka bir çağdayız şimdi. Hem bir takım şeylerin çok farkındayız, hem de artık gerçekten ümitsizleşiyoruz. Ütopyalar 60’larda da vardı, bir komün olarak, doğası bozulmamış bir yerlere yerleşmek, başını alıp ıssız bir adaya gitmek... Ama artık ıssız ada da kalmadı. Belli bir zaman sonra, tarıma ve insanın kullanımına maruz kalmayan hiçbir alan kalmayacağı söyleniyor. Yapılaşmanın girmediği ve dolayısıyla çevre kirlenmesi açısından gözümüze batmayan bir dolu alanda orman bölgeleri, tarım bölgelerine dönüşüyor. Bugün tarım da ekoloji için çok büyük bir risk unsuru. Bir yandan tarımda kullanılan kimyasallar açısından, bir yandan da orman alanlarının git gide yok ediliyor olması açısından.
Ölçekle çok alakalı bir konu bu. Mikro klima değişmeye başlıyor, ardından ekosistem değişmeye başlıyor. Ardından çok daha büyük değişiklikler meydana geliyor, örneğin iklim değişikliği. Bizim kuşak belki de bu konuyla politik olarak da geniş çapta ilgilenmek zorunda kalan ilk kuşak. Tabii ki 60’lar, 70’ler bir takım hareketleri başlattılar, ama onlarınki, ‘çevreyi koruyalım’ gibi duygusal bir yaklaşımdı daha çok. 80’lerin sonları, 90’ların başlarında, gerek medyada gerekse gündelik hayatta çevre konuları sanki daha bir yoğun işlenmeye başladı. Yağmur ormanları, ozon tabakası gibi konularla ilgilenildi ama bu akım nedense uzun sürmedi. 90’ların sonunda, bir anda ozon deliği kapandı sanki, her şey pembeleşti, güzelleşti, çevreyle ilgili hiç bir sorun kalmadı galiba.
Başka öncelikler devreye girdi sanırım. Ekonomi öncelikli oldu, savaş, Körfez Krizi ön plana geçti.
Evet, Özal dönemi geldi geçti. Ben bu durumun Türkiye’ye özgü olduğunu düşünüyordum önceden, ama daha sonra özellikle de yurtdışına çıkmaya başlayınca anladım ki tüm dünyada böyle bir kültürel akım olmuş ve sonra unutulmuş. Şimdi tekrar gündemde, çünkü bıçak kemiğe dayanmış durumda.
Senin proje tanımında benim ilgimi çeken, ‘Man-made Extreme Environments’ kavramı. Human-made diyebilirdin, başka bir şey kullanabilirdin ama vurgulayarak man-made sözünü kullanıyorsun. Bu kasıtlı, değil mi?
Derrida’nin bir konsepti var “Carno-Phallo-logo-centrism”, man-made tanımım tamamen bununla alakalı. Man-made derken, evet, insan yapımı sözü yerine erkek yapımı sözünü vurgulamış oluyorum. Beni çok etkileyen bir başka düşünür Elisabeth Grosz, kendisiyle bizzat calıştığım için çok şanslıyım. Onun yazıların okumaya başladıktan sonra neden sanatla uğraştığımı daha iyi anladım. Darwin’in ilk feminist okumasını yapan Grosz, Darwin’i ilk feminist olarak tanımlıyor. Darwin’in ‘Cinsel Seçilim’ teorisi var. Cinsel farklılık ve cinsel seçilim konularından Darwin’den daha önce kimse söz etmemiş. Grosz, Darwin’in cinsel farklılık ve cinsel seçilim konusunu alıp, Derrida’nin différans’ına, oradan da Irigaray’a bağlayan, çok sevdiğimiz biri.
Peki buradan man-made konusuna gelecek olursak?
Grosz’un üzerinde durduğu, Darvin ve Derrida’yı birbirine bağladığı bir başka konu da, insanın hep en tepede antropo-centrik, logo-centric bir noktada durması. Grosz diyor ki; heteronormatif erkil düşünce yapısının sonuna geldik. Darwin’in de işaret ettiği gibi diğer varlıklara kıyasla insan, onların efendisi değil, varlıkların “arasında” bir varlık. Grosz insanı diğer varlıkların üzerinde gören düşünce yapısının, erkeği kadından üstün gören düşünce yapısıyla aynı kökenden geldiğini ispatlıyor.
Zaten Darvin’in gidip calismalarini sürdürdüğü Ekvador gibi coğrafyalara baktığında, Ortadoğu’dan bambaşka bir hayat anlayışı görüyorsun. Bizim yaşadığımız bölgedeki dinlere bakacak olursak, zaten hepsi aynı yerden, Kudüs’ten ve etrafından çıkıyor. Bu dinlerin çıktığı coğrafya ve mentaliteye baktığımız zaman, insanın doğa ile çok büyük bir savaş sürdürmek durumunda olmadığını görüyoruz. Bu yüzden oradan çıkan dinlerde de her şey insan için yaratılmış, doğanın insan için olduğuna dair bir algı söz konusu. İnsan doğanın bir parçası değil de, sahibi gibi bir yanılsama var. Doğanın o kadar dışında ki, doğayla ilişki kuruyor.
Bir insan var, tanrının izdüşümü, bir de doğa var, sömürelim diye verilmiş olan!
Ama Darwin’in özellikle geç dönem araştırmalarını sürdürdüğü Güney Amerika coğrafyasında doğa her şeyden üstün ve insan doğaya hizmet eder durumda. Doğayla sürdürdüğü büyük mücadele neticesinde doğanın ve yaşam çemberinin bir parçası olduğunu içgüdüsel olarak biliyor.
Evet, kesinlikle öyle! Buradan Grosz’a dönecek olursak, onun söylediği bir başka şey de, insan - doğa ilişkisindeki bu çarpıklık, yani doğayı istediğim gibi sömürebilirim duygusu, erkeğin kadına bakışının bir uzantısı ve bu iki cins arasındaki dinamiklerin bozukluğundan kaynaklanıyor. Doğa zaten hep dişi olarak tanımlanır birçok kültürde. Dinamikleri daha farklı gelişen kültürlerde bunu görmüyorsun. O zaman doğa senin için öteki olmuyor, çünkü sen onun parçası oluyorsun.
Bir de besin zincirinin üzerine insanın gelip oturması, insan silah kullanmaya başladıktan sonra oluyor. Bütün hayvanları silahla öldürünce tabii ki en üste çıkıyor.
Silah, man-made bir obje. Ama şimdi bu agresiflik konusuna girmeyeceğim. Kadın da agresif, kadın da saldırabilir. Dişi öfkeyi bastırıyoruz o ayrı. İşte benim işlerim, tüm bunlar üzerine okuya okuya, düşüne düşüne evrilmeye başladı.
Yaptığın abartılı büyüklükteki cinsel organlar bu konuyla ilintili değil mi?
Evet. Bu objelerin dahil olduğu Spekülatif Biyolojiler çalışması, 2007’de başladı. Türkiye’den yeni çıkmış bir beyin olarak daha önce hayal bile edemediğim bir yaratıcı özgürlüğe kavuştum ve daha önce cesaret edemediğim biçimler denemek istedim.
Yurtdışına gitmede önce mimarlık okumuştun.
ODTÜ Mimarlık, sonra ben de senin gibi Görsel İletişim Tasarımı masterı yaptım. Bunun üzerine bir de İTÜ’de bilgisayar masterı yaptım. Çünkü o zamanlar, teknolojinin bizi nasıl değiştirdiği sorusuyla ilgileniyordum ve sanatın geleceğinin kod yazmaktan geçtiğini düşünüyordum. Şimdi burada bütün Transmediale’nin konuştuğu konu da bu, teknoloji bizi nasıl değiştiriyor, bizi sayborglara mı dönüştürüyor. Ben bu konulara bakarken, bilgisayar programlamayı öğrenmem şart diye düşündüm. Ardından da UCLA de görsel sanatlar masterı yaptım. Ama bunu da yine daha çok tekno zihinli bir bölümde yaptım. Processing’in kurucularından Casey Reas ile çalıştım. Transmediale gibi yerler çok seviyor bu konuları. Open-source (açık-kaynak), paylaşım, hacking, vs. Bu sırada üzerimde bir baskı oluşmaya başladı. Maalesef hep “boy club” bu alanlar.
Ama Darwin’in özellikle geç dönem araştırmalarını sürdürdüğü Güney Amerika coğrafyasında doğa her şeyden üstün ve insan doğaya hizmet eder durumda. Doğayla sürdürdüğü büyük mücadele neticesinde doğanın ve yaşam çemberinin bir parçası olduğunu içgüdüsel olarak biliyor.
Evet, kesinlikle öyle! Buradan Grosz’a dönecek olursak, onun söylediği bir başka şey de, insan - doğa ilişkisindeki bu çarpıklık, yani doğayı istediğim gibi sömürebilirim duygusu, erkeğin kadına bakışının bir uzantısı ve bu iki cins arasındaki dinamiklerin bozukluğundan kaynaklanıyor. Doğa zaten hep dişi olarak tanımlanır birçok kültürde. Dinamikleri daha farklı gelişen kültürlerde bunu görmüyorsun. O zaman doğa senin için öteki olmuyor, çünkü sen onun parçası oluyorsun.
Bir de besin zincirinin üzerine insanın gelip oturması, insan silah kullanmaya başladıktan sonra oluyor. Bütün hayvanları silahla öldürünce tabii ki en üste çıkıyor.
Silah, man-made bir obje. Ama şimdi bu agresiflik konusuna girmeyeceğim. Kadın da agresif, kadın da saldırabilir. Dişi öfkeyi bastırıyoruz o ayrı. İşte benim işlerim, tüm bunlar üzerine okuya okuya, düşüne düşüne evrilmeye başladı.
Yaptığın abartılı büyüklükteki cinsel organlar bu konuyla ilintili değil mi?
Evet. Bu objelerin dahil olduğu Spekülatif Biyolojiler çalışması, 2007’de başladı. Türkiye’den yeni çıkmış bir beyin olarak daha önce hayal bile edemediğim bir yaratıcı özgürlüğe kavuştum ve daha önce cesaret edemediğim biçimler denemek istedim.
Yurtdışına gitmede önce mimarlık okumuştun.
ODTÜ Mimarlık, sonra ben de senin gibi Görsel İletişim Tasarımı masterı yaptım. Bunun üzerine bir de İTÜ’de bilgisayar masterı yaptım. Çünkü o zamanlar, teknolojinin bizi nasıl değiştirdiği sorusuyla ilgileniyordum ve sanatın geleceğinin kod yazmaktan geçtiğini düşünüyordum. Şimdi burada bütün Transmediale’nin konuştuğu konu da bu, teknoloji bizi nasıl değiştiriyor, bizi sayborglara mı dönüştürüyor. Ben bu konulara bakarken, bilgisayar programlamayı öğrenmem şart diye düşündüm. Ardından da UCLA de görsel sanatlar masterı yaptım. Ama bunu da yine daha çok tekno zihinli bir bölümde yaptım. Processing’in kurucularından Casey Reas ile çalıştım. Transmediale gibi yerler çok seviyor bu konuları. Open-source (açık-kaynak), paylaşım, hacking, vs. Bu sırada üzerimde bir baskı oluşmaya başladı. Maalesef hep “boy club” bu alanlar.