06 OCAK, PAZARTESİ, 2025

Ruhsal Bir Keşif Deneyiminin İzinde

Serina Haratoka ile antik çağların renk terapisi ritüellerinden, mitolojik hikâyelerden, Doğu felsefelerinden ve modern psikanalistlerin metinlerinden ilham aldığı “Rüya Mağaraları” sergisini konuştuk.

Ruhsal Bir Keşif Deneyiminin İzinde

Serina Haratoka’nın “Rüya Mağaraları” sergisi, Denizhan Özer küratörlüğünde Tokatlıyan Han’da açıldı. Doğum, mağara, tünel ve ayna metaforlarıyla anlatılabilecek, ruhsal bir keşif deneyimi sunmayı amaçlayan sergi, 24 Ocak 2025 tarihine dek sanatseverleri ağırlayacak. Sergiyi, üretim sürecini ve tüm deneyimi sanatçıdan dinledik.

“Rüya Mağaraları” serginiz antik çağların renk terapisi ritüellerinden, mitolojik hikâyelerden, Doğu felsefelerinden ve modern psikanalistlerin metinlerinden ilham alıyor. Çok katmanlı yapıya sahip serginizin kavramsal çerçevesini oluştururken nasıl bir rota takip ettiniz?

Açıkçası o kadar uzun zamandır bu sergiyi kafamda kurguluyordum ki rota kaç kere değişti, kaç ekleme yapıldı, nelerden vazgeçildi saymak zor.

Genel olarak tarih boyunca insanların ruhani derinliklerini nasıl ifade ettiklerine odaklandım. Bugün her şeyi somut ve kanıtlı olgular üzerine oturtmak gibi bir alışkanlığımız var ve bu bağlamda kendimize medeni diyoruz. Oysa ki bu medeniyet, eskilere bakıldığında neredeyse bir bebek. Genel olarak insanın daha değerli olduğu söyleniyor, sokakta belki daha az ölüm var (ki yanı başımıza bakarak bunu söyleyebilir miyiz bilemiyorum) ancak gelişmişlik seviyesinin yükselmesinin insanın değerinin yükselmesi ile paralel olduğunu düşünmüyorum. Şimdi daha gizli, daha kitlesel dalgalarla insanlar aynı şekilde kendi kıymetinin farkında olmayan köleler hâlinde yaşıyor bence.

Bu minvalde Arendt’in metaforuna bir gönderme yapabilirim. Kahramanın Sonsuz Yolculuğu kitabında Campbell da benzer bir katmanları soyma sürecinden bahsetmiştir. İnsanın ruhunun bir soğan gibi katman katman olduğunu düşünürsek. Her kabuğun altında başka bir bütün içteki çekirdeğe gidene kadar dağılmadan kendini koruyabiliyor. Bu metafor bugün totaliter yönetimleri eleştirmek için kullanılsa da mitoloji ve psikolojideki yeri bence çok önemli. Her kabuk insanın kendini sevmesi, ifade özgürlüğü, eylemlerini hem kendi iradesiyle hem toplumsal etkileşimle gerçekleştirebilmesi, çoğu zaman zorlu süreçlerden geçerek kendi içindeki o öz odacığa ulaşması özgün ve anlamlı bir yaşam yaşamak adına yürüdüğümüz yolu temsil ediyor. Bugün ise herkesin elinde bıçak birbirine kesikler atıp duruyor bütünün sağlamlığı bozulup en içteki o kalp kurumaya başlıyor.

“Hayatı anlamlı yaşamak” çok klişe bir tabir olabilir, bugün anlam herkese göre değişir ancak daha ruhani, daha doğayla iç içe, devletleşme sürecini daha hafif çizgilerle yaşayan toplumlarda hayata dair anlamların aslında birbirine ne kadar yakın olduğunu fark ettim. Biz ise kibirden, yüzeysellikten ve sosyal medyanın dikteleriyle yaşamaktan bunu göremez olduk.

​Bu şekilde anne karnından başlayarak; doğduğumuz andan itibaren kabuğumuza atılmış kesiklerle kendimizi sevmeyi unuttuğumuz, sevgi duygusunu sığlara yerleştirdiğimiz, asla gerçekten içimizdeki duygu ve düşünceleri ifade etmediğimiz ve umut konusunda gittikçe karanlıklara düştüğümüz bugünlerde rota eski insanların farklı tedavi yöntemlerini sanatla birleştirerek izleyiciyle buluşturma yönüne çevrildi. İbn Sina tedavileri, İbn Arabi sözleri, Jung anlatımları referans aldığım başlıca öğretiler oldu. Mağaralar böyle doğdu…

Süreçte nelerden ilham alıp, beslendiniz?

Ben farklı karakterli birkaç Serina ile birlikte yaşıyorum diye düşünüyorum. Toplumda var olan, ailemde var olan, okulumda var olan personalarım dışında iç dünyamda oldukça utangaç ve asosyal, çoğunlukla öğrenmeye, çalışmaya ve üretmeye odaklı bir insanım. Hayatımı genellikle çok az sayıda insanın yakınında geçiriyorum. Sanırım bu izolasyon tavrı çevreme dair çok derin bir gözlem ve hissetme alanı yaratmış zamanla.

Yıllar önce aylarca hiç tanımadığım insanları rüyalarımda görmemle başladı hikâye aslında. Uzun zaman sonra gerçek hayatta tesadüfler sonucu tanıştığımda hiç rüyamda gördüğüm gibi aydınlık ruhlar olmadıklarını fark ettim.

Bu da beni sıklıkla yaptığım bir hayal alemine sürükledi. “Karanlık çukurlardan aydınlığa çıksalar hikâye nasıl olurdu?” diye bir soruydu ilham kaynağı. Bu soru soran bakış, yalnızca bir kişide kalmadı etrafa baktıkça çevreme, şehre ve ülkeye yayıldı. Bu garip hikâyenin içinde savrulmak beni de değiştirdi, geliştirdi, ben de kendimi o renklerin içinde daha ben gibi hissetmeye başladım.

Her şey beynimizin doğru hormonları doğru dozda salgılayabilmesinden geçiyor aslında. Hayal, rüya ve gerçek arasında kaliteli ve kontrollü bir yolculuk insanı istediği duygu durumuna taşıyabiliyor. Yine türlü türlü travmatik olay yaşıyoruz ancak kendi ruhumuzun farkındaysak olayların etkilerini, izlerini kontrol edebilir hâle geliyoruz.

​Bir taraftan doğanın içinde yaşayan ve gerçekten onu bir öğretmen gibi izleyen ve dinleyen bir insanım. Ölüm ve doğumun bu kadar sıklıkla yaşanması buna gözlerle sürekli şahit olmak, insanı garip bir coşku bir o kadar da olgunlukla sarmalıyor aslında. Ölüme daha sakin, doğuma daha umut dolu bakmayı öğrendim.

Sergi mekânı arayış hikâyenizden bahsedebilir misiniz? Kamusal alan konusundaki tercih ve hassasiyetinizi konuşmak isterim.

Sergi zihnimde mekân olarak şekillendi. Aklımdakinin dışına çıkmak istemediğim için inatla birkaç kritere bağlı aradım durdum.

-İstiklal Caddesi’nde olmalı. Gençliğimi geçirdiğim hayatımın duygusal, kültürel ve entelektüel olarak en büyük izlerini yaşadığım Beyoğlu hem kendi hayatıma hem benimle benzer yollardan geçmiş insanlara bir sunak masası gibi varlığını koruyor.
-Oda oda olmalı ve bir yukarı çıkış alanı sunmalı. Mağaraları yapay olarak yapmak meşakkatli olsa da mümkün olan bir çözümdü ancak gerçekten yapının oda oda olması tam 4 yıl önce kendime yazdığım sergi taslağının ilk cümlesiydi: “Uzun bir koridorda girip çıkabileceğin küçük ve karanlık odalar yaratmalısın.”
-Kamusal alan olmalı. İnsanlar bilet parasını düşünmemeli, ticari bir ortam hissetmemeli, içeride üstenci bir bakışla gülümsemeyi bile izleyiciye çok gören bir görevli ile yüz yüze kalmamalı, beş dakikada koşar gibi gezmek zorunda kalmamalı.

Ben 45 yaşında İstanbul’daki galerilerin çoğunda sergi gezerken maalesef bu duyguları hissediyorum. Üniversitede birlikte okuduğum çocuğum yaşında sınıf arkadaşlarımın ilk sorusunu duyduğumda içimdeki burukluğu tarif edemem: “Serina Abla girişi ücretli mi olacak?”

​Bütün bu kriterler bir bütün olarak benim için çok değerli. Herkesin rahatlıkla ulaşabileceği bir noktada, zamanı asıp içeri girip kim olduklarının hiç önemli olmadığı bir mekânda, sosyal medyadan gördükleriyle yetinmemelerini gerçekten orada olmalarını istiyorum.

Derinlerine inmek gereken, tekrar tekrar gezmeyi gerektiren, izleyicinin yorumuyla şekillenen bir sergi “Rüya Mağaraları”. İçine girdikçe de şaşırtıcı detayları gün yüzüne çıkıyor. Ardında politik bir meseleyi de barındırıyor. Bundan biraz bahsedebilir misiniz?

Dışarıdan fark edilmesi zor olsa da benim her adımım politik bir katmanı muhakkak barındırır. Bu yaşımda bunca eğitimin, bunca kültürü tanımanın ve yıllarca edinilmiş birikimin sonunda Türkiye’de politik olarak hayata bakışımı karşılayacak hiçbir kurum olmadığını fark etmiş bulunuyorum. Sosyalist partilere üye olarak görev almak, aydın insanların fikir gruplarına katılmak vs. hepsini denedim. Şimdilik kurumsuzluğun ve sivil inisiyatifin gücüne inanıyorum. “Rüya Mağaraları” tamamen kurumsuz ve tamamen bağımsız bir sergi. İki sene ideolojime en yakın olduğunu sandığım yerel yönetim ile ilerlemeye çalıştık. Üstüme boca edilen değersizlik duygusunu tarif etmem zordur. Güncellenemeyen, garip bir şekilde eleştirdiği her şeyin farklı bir versiyonunu yaratıp kendini alkışlayan bir garip dünya Türkiye politik dünyası…

Benimle benzer sorunları paylaşan o kadar çok insan var ki. Medeni yaşamaya çalışan, kültürel derinliği olan, insanı önemseyen ve tüm farklılıklara saygı ile bütünsel bir benimseme ideolojisine bağlı kalmaya çalışan bizler ülkenin gerçek azınlığıyız aslında.

Sürekli empoze edilen dogmalar zaten ayrı bir konu ama bir taraftan da politik doğruluk diye bağıra çağıra aranan haklara tapınmaya başlayıp gerçek hayatında bu doğruların hepsinden kaçınan, “Love is Love” diye bağırıp özel hayatında bırakın sevgiyi neredeyse birer zorba olan o kadar çok insan var ki.

​Serginin en sonunda, çıkıştaki o ayna biraz hepimize bir özeleştiri alanı yaratıyor. Soğanın kabuklarını soyduk, katmanları birer birer açığa çıkardık içindeki o küçücük kalp gerçekten ne diyor bize oraya bakalım istiyorum. Makrodan mikroya bir yüzleşme alanı. Sürekli söylenen sözler, gerçekleşen birtakım eylemler var ama içteki çekirdek hiç sulanmadığı için bir türlü yeşeremiyor.

Doğum, mağara, tünel ve ayna metaforları serginin temel yapı taşları. Bu başlıklar birbirine nasıl bağlanıyor?

Jung diyor ki yetişkin insanın eve dönüş ve rahatlama duygusu anne karnında hissettiği güvenle, anne sevgisiyle iyileşiyor. Travmalarla dolu bir toplumuz, kendi ailelerinden, çevrelerinden ve eşlerinden sürekli duygusal ve fiziksel şiddet gören kadınlar evlatlarıyla çarpık bir sevgi bağı kuruyorlar.

Ben inanıyorum sokakta maskesiz filtresiz bir araştırma yapsak annesiyle veya ailesiyle travmatik bir tecrübesi olmayan ancak tek tük insan çıkar karşımıza. İşte bu noktada bir yeniden doğuş mekânı yaratmak istedim. Tekrar o karanlık küçük alana giriyoruz, kalp atışımızla yalnızlıkla baş başa kalıyoruz. Mağaralar ise ruhani varlığımızın gizli kasaları gibi yüzleşemedikçe, yara aldıkça içeri atıp üstünü örtüyoruz. Jung’a göre anne karnı ilk mağaramız. Sonra ruhumuzda gizli gizli mağaracıklar yaratıyoruz. Cinsellikle kadın ağırlayan mağara erkek ziyaret ederek izini bırakan bir misafir oluyor. Böyle böyle mağaralar hayatımızın bir parçası hâline geliyor.

Bir taraftan Anadolu mitolojisi, Ana Tanrıça kültü, gerek doğurgan bereket sembolü Neolitik Çağ Anadolu tanrıçaları, gerek Friglerin korucusu dağlarda yaşayan Ana Tanrıça Kibele, aslında Kutsal Evlilik / Hieros Gamos kavramının anlatıları doğum odasının kadın enerjisinin gücünü temsil eden kadının ölümle yaşam arasındaki döngüsünün anlaşılabilir olmasını ifade eden doğum odası serginin önemli bir durağı demeliyim.

Tünel, uzun bol çetrefilli yolculuğu bir tamamlanmayı temsil ediyor. Ancak o mağaralara girip ruhundaki kapalı kutuları açarak onlarla yüzleşenler doğum anına ulaşabiliyor. Herkes kendi senaryosunda birer oyuncu aslında kimi anlamıyor, kimi bir rengin etkisiyle hüngür hüngür ağlıyor, kimi tekrar tekrar girip çıkıp farkındalık yolunu birer birer adımlıyor.

​Ayna ise iki yerde var. Sevgi sevgi derken “kendi içindeki seni ne kadar seviyorsun?”, ikincisi mağaralardaki bunca uyaran sonrasında gerçek dünyaya çıktığında kendine baktığında ne görüyorsun. İbn Arabi ayna metaforunu çok güzel dile getirir. Fiziksel yansıma yerine duygusal ve ruhsal yansımayla yüzleşmenin değerini hatırlatır.

1. Teslimiyet Mağarası, Serina Haratoka
2. Günah, Serina Haratoka
3. İfade Mağarası, Serina Haratoka
4. Rüya Serisinden, Serina Haratoka
​5.-6. Rüya Serisinden, Serina Haratoka

İzleyicileri kendi mağaranızda bir yolculuğa davet ediyor gibisiniz. Peki neler bekliyor onları bu yolculukta?

Hepimizin aynı renkleri giydiği, aynı tarz evlerde yaşadığı, neredeyse bize dikte edilen şekilde hissettiği bir dünyada “Kendinize ait bir bahçeniz olsaydı ne hissederdiniz?” diye sormak istedim.

Renklerin, karanlığın ve aydınlığın, tatlı, hoyrat olmayan, samimiyet, melankoli, birliktelik ve hüznün harmanlandığı bir aşk hikâyesinin hayali, kokularla, seslerle, müzikle tetiklenen farklı duyuları uyaran ve uyandıran bir yolculuk bekliyor diyebilirim.

​Ruhani derinliği hiç takmayanlar ise ışığın ve karanlığın renk tonlarının cömertçe kullanıldığı zengin bir görsel ziyafet izleyebilirler.

Hipnagoji ilham noktalarından biri. Biraz bahsetmek ister misin?

“Hipnagoji” onu Yunanca  hypnos (uyku) ve agogeus’tan (rehber) türeten Alfred Maury isimli bir psikolog tarafından bulunmuş bir terim. Konu ile ilgili birçok çalışma rüyaları hayaller, meditasyon ve yaratıcılığın yanı sıra psişik sezgiler ve telepati gibi mistik ve paranormal deneyimlerle ilişkilendiriyor.

Aristo, Yunus Emre, Salvador Dali, yazar Mary Shelley, Thomas Edison yeni fikirleri teşvik etmek için hipnagojiyi kullanan en dikkate değer tarihsel figürlerden bazıları. Örneğin hem Dali hem de Edison, ellerinde nesneler (Dali için bir anahtar ve Edison için pirinç toplar) ile oturmak ve nesne düşüp yere çarptığında uyanmak için çok benzer teknikler kullanmışlar. Bu ani uyanış, hipnagojik uykularından hızla sıyrılmalarına ve zihinlerinde dans eden düşünceleri ve görüntüleri yazmalarına olanak sağlamış. Ben de yıllardır aklımdaki birçok soruya, yapacağım eserlerin son hâllerine bile bu uyanıklıkla derin rüya arasındaki zaman diliminde cevap buldum ve karar verdim diyebilirim.

Biraz da üretim pratiğinizden bahsedebilir misiniz? Farklı bir teknik karşımıza çıkıyor.

Benim oldukça uçucu değişken birbirine bağlı ama bir o kadar da değişime açık bir sanatsal ifade tarzım var. Sergide bile karanlık ve aydınlık kısımdaki işlerin hepsinin benim elimden çıktığını sorgulayan ziyaretçiler oluyor. Bu genişliği çok seviyorum. Akademik çerçevelere sıkışmış tavır veya sanatçının soyut, figüratif vs. gibi etiketlenmesi beni çok sıkıyor. Bu yüzden tutunduğum duygu beni hangi pratiğe taşırsa oradan ilerliyorum. Aslında hepsinin dokunduğu yer insanın ruhu ama yordamı farklılaşıyor.

Mağaralarda ana malzeme yağlı boya. Çoğunlukla üç boyuta geçiş mağara hissi, asla sistematik olmayan bir tekrar etme dürtüsü ancak hiçbiri birbirinin aynı olmayan bir mekânsal his yaratmak istedim. Çoğu izleyici dokunmak istiyor, işin bir parçası olmak istiyor, zaten sabır kelimesini bana öğreten de bu çalışmalarım oldu. Bir yıldan uzun bir süre asla dokunulmadan kurumaları gerekiyor. O da bir sindirme, yerini bulma süreci gibi hissediyorum. Özgünlük benim anahtarım. Kendime has hayal dünyamı böylesine zihnimdekine yakın bir şekilde ifade edebildiğim için gerçekten bir doğum yapmış gibi hissediyorum.

Serina Haratoka

Son olarak bir de sırlar odasına değinmek istiyorum. Bahsedebilir misiniz?

Benim en büyük travmam hayatım boyunca kibarlıktan ve baskılardan gerçekten hissettiklerimi ifade edememekti. Mavi rengin İbn Sina, Antik Mısır ve İndus medeniyetlerinde ifade etmenin akışını güçlendirdiğini öğrendiğim günden beri mavi en yakın arkadaşım olmuştur.

İfade mağarası gerçekten içimizde tuttuğumuz, bizi ruhsal ve hatta fiziksel olarak hasta eden sırların ağırlıklarından kurtulmamızı istiyor.

Bugün sır konusunu magazine o kadar bağlıyoruz ki, sürekli başkalarının özel hayatlarına sosyal medya sayesinde gözümüzü diktiğimiz için kimseye o kendine saklı bir alan bırakmayan vahşi bir paylaşma alanı var. Oysa ki başkasının hayatı yerine kendi dünyası ile alakadar olan insanlar o sırları içlerinde biriktire biriktire yaşamaya devam ediyor.

​İstedim ki bir alan yaratayım isimsiz, cisimsiz insanlar sırlarını paylaşsın, yazan yükünü hafifletsin, okuyan da bu iyileşme hafifleme sürecinde aracı olsun, derinliğini arttırsın. Biri başkalarının acılarını okuyup iyi hissetmek ne acı demiş. O kadar yanlış anlamış ki konuyu…


Sırların çoğu bana sosyal medya üzerinden gönderildi. Ellerimle kağıtlara yazarken sahiplerinin yüklerini sırtlandım, onlarla ağladım, onlarla gülümsedim, bazılarına yorumlar yazdım, kendimize öyle tatlı bir insani bağ kurma alanı yarattık.

Derinlere inmeye korkanlar bunu kendi açılarından garip bulabilir. Benim gerçek niyetim birbirimizi dinlediğimizi, duyguları paylaşabileceğimizi, acımadan, yargılamadan sadece aracı olarak o sırlara ortak olabileceğimizi göstermek sadece. Gelenler yazmaya devam ediyor. İnsanların “Rüya Mağaraları”na kendi içlerinden, mahremlerinden bir iz bırakmasına şahit olmak nasıl bir duygu çok tarif edemem…

Henüz sergiyi görmeyenlere notunuz nedir?

Yavaşlamak iyi olur. Koşturmadan renkleri nefes nefes içlerine çekmelerini istiyorum. Eski insanlar görse ne derdi bu hâlimizi acaba diye düşünmeden edemiyorum… Telefonları uzun süre kenara koysalar keşke. Bu onların önce kendilerini daha iyi hissetmeleri için tasarlanmış bir yolculuk, içindeyken sosyal medya işi en son kısma kalsa ne iyi olur. Tekrar tekrar gezinsinler içerde istiyorum.

Bir aşk hikâyesi var en sonra türlü türlü duygu, yaşanmışlık, rüyalar, çocuksu, olgun, neşeli, hüzünlü rüyalar. Biraz çıplaklık görünce hızla geçmesinler mesela bu tavır bile aşkın ne kadar değersizleştiğinin bir kanıtı gibi. 26 dakikalık bir video var. Seyirci onu tamamen izleyince bu yolculuğu bütünüyle tamamlar diyebilirim.

Bugünün dünyasında zaman yok, telefonlar bize hükmediyor, ayna deyince sadece fotoğraf çekmek akla geliyor. “Lütfen kendinize kendi gözlerinizle, kalbinizle, ruhunuzla bakın” yazmayı düşünüyorum.

​Bugün akan kötücül, duygusuz ve sığ nehrin aksinde bir yerlerde durmaya cesaret edenlerin veya bu cesarete sahip olanların iyi hissedeceğini düşünüyorum.

Serina Haratoka’nın “Rüya Mağaraları” adlı sergisini 24 Ocak 2025 tarihine kadar Tokatlıyan Han’da ziyaret edebilirsiniz.

0
1041
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage