halka sanat projesi’nin dokuz yıllık yoğun bir sanat, sergi üretimi sonrasında mekânsızlaşarak devam etme kararı üzerine Öykü Demirci ve Bahar Güneş küratörlüğünde hazırladıkları “Rüzgarda Akan Atlar ya da Yuvadan Uçmak” sergisi disiplinler arası bir perspektifte 15 farklı sanatçıyı ağırlıyor. halka sanat ekibiyle, uluslararası rezidans projelerinden sergilere ve söyleşilere kadar geniş bir skalada sanat alanında varlık gösteren inisiyatifin mekânsızlaşma kararı üzerine, Kadıköy’de yer alan mekânlarından çıkmadan önceki son sergileri vesilesiyle sohbet ettik.
“Rüzgarda Akan Atlar ya da Yuvadan Uçmak” sergisi kapsamında küratörler Öykü Demirci ve Bahar Güneş ve halka sanat projesi’nin yeni rotaları hakkında mekân kurucusu İpek Çankaya ile konuştuk. Sergi 22 Mart’a kadar halka sanat projesi’nde izlenebilir.
İlk sorumu öncelikle halka sanat projesi’ne, yani İpek size yöneltmek istiyorum. Türkiye’de bir sanat inisiyatifi olarak geçen dokuz yılın ardından “mekânsızlaşma” kararı aldınız. Bunu da Öykü Demirci ve Bahar Güneş küratörlüğünde gerçekleşen mekânın son sergisiyle duyurdunuz. Büyük bir emek ile Kadıköy’de sürdürdüğünüz bu inisiyatif mekânının üzücü bir şekilde kapanma kararından, sizi buraya sürükleyen etmenlerden söz eder misiniz?
İpek Çankaya: Teşekkürler. Öncelikle buna kapanma demeyelim. Mekândan çıkmamız kaçınılmaz hâle geldiği andan itibaren bu durumu doğru ifade etmeye çalışıyoruz. Nedense en hızlı tepki “bir bağımsız mekân daha kapanıyor” biçiminde oluyor. Oysa biz grup olarak etkinliklerimize devam ediyoruz, bu mekân arkamızda kalıyor.
halka sanat projesi ile dokuz yılda Türkiye çağdaş sanat alanının büyük kurumlar ve kapsamlı sponsorluklardan oluşan genel yapısı içinde, kurumsal sponsorluğa dayanmayan, bağımsız bir yapı kurduk. Tüm kaynaklarımızı yine sanata aktardığımız, uluslararası ölçekte çalışabilen özgün bir model oldu bu. Türkiye’de sanatın yerleşik eko-sistemi içinde kendimiz bir sermaye gücü olmadan, sponsorlu etkinlikler yaratmadan ve ticari galerilerin önceliklerini benimsemeden kendi yolumuzu kendimiz çiziyoruz. Manifestomuzda dediğimiz gibi “halka tamdır, bütündür, köşeleri yoktur, başladığı yerde biter, bittiği yerden yeniden başlar, içine aldıklarıyla büyür, içindekilerle halka olur.”
Tabii ki ülkenin ekonomik dönüşümlerinden, kültür politikalarındaki düzenlemelerden hatta uluslararası ölçekte çalıştığımız için dış politikadan doğrudan etkiler alıyoruz. Yolumuzu da bu verileri göz önünde tutarak belirliyoruz. Dünyanın her yerinde bağımsız sanatçılar ve gruplar üretimleri ne kapsamda olursa olsun bir semtin, bir bölgenin en zor yaşayan kişileridir. Yerlerinden olurlar, bazen birden çok işte çalışmaları gerekir. Ama üretmeye ve dönüştürmeye devam ederler. Biz de enerjimizi bizi yıpratan engellere değil büyütüp geliştirecek yeni olanaklara akıtmayı seçiyoruz.
İpek, peki uzun yıllardır sürdürdüğünüz sergiler, eğitim programları ve rezidans projesini düşünerek son yıllarda artan bir yaklaşım olarak mekânsızlaşma kararınız ile birlikte bu projeleri nasıl sürdürmeyi planlıyorsunuz?
İ.Ç.: halka her zaman bireysel ve kolektif inisiyatiflerin bir araya gelmesiyle çalıştı. halka’ya katılanlardan bazıları kalıcı oldu, kimi aramızdan ya da sanat alanından ayrıldı. Öykü’nün örneğinde olduğu gibi alanda çalışmaya bizimle atılıp sonra piyasaya açılan ancak farklı biçimde geri gelenler de oldu. Şu anda halka’nın dokuz yıllık kadrosuna bakarsak çoğunu üniversite sıralarında tanıyıp, birlikte yol aldığımız sonrasında da kendi ayakları üzerinde duran sanatçı, küratör, akademisyen ve kültür girişimcilerinden oluşan, sanat ve sanat yönetimi alanında yetişmiş bir grubun varlığı dikkat çekiyor. Bu gruba yıllar içinde birlikte çalışmaya başladığımız, saydığım branşlardan gelen sanat profesyonelleri de eklendi. Bir aile bağı gibi birbirini tanıyan, ortak paydaları çok olan ve birlikte üretmeyi seven insanların buluşma noktasıdır halka. Artık bu geniş grubun farklı mekânlarda eğitim, sergi ve projeler yaptığı daha özgür bir yapı olarak çalışacağız. İş birliklerine ilk günden beri çok değer veriyoruz. Şimdi buna mekânsal iş birlikleri de eklenecek.
Öykü ve Bahar sizlere dönmek istiyorum. Kadıköy’de ilk olarak iki ayrı mekân olarak işlev gösteren, önce geçen yıl sergi mekânını kapatmak durumunda kalan, bu yıl da rezidans mekânı ve sergileri sürdürdüğü mekândan çıkarak mekânsızlaşmaya mecbur bırakılan halka sanat projesi’nde daha önce de iki sergi yapmıştınız. Ancak bu son serginiz diğerlerinden çok daha farklı, açıkçası duygusal bir boyutu da söz konusu. “Rüzgarda Akan Atlar ya da Yuvadan Uçmak” adlı serginiz ile mekâna bir ironi oku çeviriyorsunuz. Mekândaki bu veda sergisi üzerine ilk fikir nasıl ortaya çıktı?
Öykü Demirci: halka sanat projesi İpek’in de belirttiği gibi bu alanda çalışmaya başladığım, ilk tecrübelerimi edindiğim ve küratör görevini ilk kez üstlenerek sergiler ortaya koyduğum, evim olarak nitelendirebileceğim bir kurum. Dolayısıyla artık kapıyı çaldığımda içeri buyur edilebileceğim fiziki bir yuvanın olmaması fikri bu serginin duygusal boyutuna yol açtı. halka ekibi, sergi açılışlarının ardından misafirlerini uğurladıktan sonra bir araya gelir ve sohbet eder. Bu serginin fikri de önceki serginin ardından mekândan ayrılış tarihimize kadar olan süreci nasıl değerlendirebileceğimiz üzerine sohbet ederken ortaya çıktı. Birbiri ardına sıraladığımız ihtimaller ve projeler arasında aslında hepimiz içgüdüsel bir tepki olarak, 8 yıl bize yuva olmuş bu binaya veda etmenin ve burada geçirdiğimiz süreyi kutlamanın en iyi yolunun bir sergi yapmak olduğunu biliyordu. Bu konuşmanın ardından kısa bir süre sonra İpek Çankaya hepimizin kalbine dokunan bir sunuş yazısıyla Bahar ve beni bir kez daha küratör olarak davet etti. Önümüzdeki kısa zamana rağmen halka’nın kollektif ruhu ve yapısı içinde hep birlikte kollarımızı sıvayarak çalışmaya başladık.
Bahar Güneş: Serginin duygusal bir boyutu olduğu doğru. Mekândan, üretim ve paylaşım yerimizden çıkmamız kesinleşir kesinleşmez hem duygusal hem de mesleki bir tavırla sergi yapmak fikri doğdu. 9 yıldır yüzlerce sergiye ev sahipliği yapmış, sürekli yaşayan bir organizma olarak kalbimiz ve beynimiz olmuş bir mekândan ayrılıyorduk. Mekânın üzerimizdeki etkisini ve hayatımızdaki bu değişimi düşünürken İpek Çankaya’dan harika bir fikir geldi. Çok kısa bir sürede ama bizi hep canlı tutan yeni olasılıkların heyecanıyla içeriği oluşturduk.
Peki naif bir hassasiyetle oluşturulmuş olan sergi isminizden söz edecek olursak “Rüzgarda Akan Atlar ya da Yuvadan Uçmak” nasıl ortaya çıktı, serginin kavramsal ve formal boyutundan söz eder misiniz?
B.G.: Serginin adı ise Sylvia Plath’ın Gözdeki Zerre (Eye-Mote) adlı şiirinden bir alıntı Oxford Sözlükleri şiirin orijinalinde geçen fluent sözcüğünü “yumuşacık bir zarafetle ve çaba göstermeden, kendiliğinden” anlamına gelen “smoothly graceful and efforless” biçiminde açıklıyor. Atlar aslında rüzgarla aynı akışta çabasız, zarif ve dizginsiz biçimde akıyorlar.
“Rüzgarda Akan Atlar ya da Yuvadan Uçmak” bir çok şeyi tartışıyor. Sadece mekâna bir bakış ifadesi değil. Mekânı yuva yapan nedir; aile mi, kan bağı mı, bizi bir araya getiren ilgiler ve değerler mi? Mekân mahremiyetimiz bir şekilde ihlal edildiğinde nasıl kararlar alıyoruz? Bunlarla nasıl baş ediyoruz? Seçili aile olgusu nedir? Sergi bu soruların cevaplarını araştırıyor. Hepimiz yuvamızdan, korunaklı mekânlarımızdan uçarız ama istemedikçe o yuvayı hiçbir zaman terk etmeyiz. Hep bir geri dönme ihtimali vardır. Bu yolculuk içinde umut ve ihtimallerle büyük bir dönüşüm ve başkalaşma hâlini barındırır. Sergide, bu bağlamlarda öznel ve biricik ifadelerden kolektif bir düzleme ulaşan vardığı yerde de bir ortaklık yaratan çalışmaları bir araya getirdik.
Ö.D.: Bahar’ın bahsettiği ve kavramsal çerçeveyi oluşturan bu sorulara yanıt arayan “Rüzgarda Akan Atlar ya da Yuvadan Uçmak” sergisini kurgularken sekiz yıllık yuvamızın daha önce rezidans sanatçılarına, üretim süreçlerine yuva olmuş kapalı kapılarını da açmaya karar verdik. Bunu yaparken yıllarca bu odaların kimliğini oluşturmuş mobilya izleri, üretim süreçlerinde sanatçılar tarafından çakılmış eski çivilerin delikleri gibi yaşanmışlıkların izlerini silmememiz, odaları boş anonim mekânlara dönüştürmekten ziyade burada geçen sürecin tanıkları niteliğinde göstermemiz gerektiğini düşündük. Aklımıza ilk gelen sergileme biçimi olan ve steril bir sergileme alanı sunan beyaz küp sergilerinin estetiğinin dışında bir estetik yaratmak istedik. Bu tercihimizin Ruşen Ağa Sokak’ta bulunan bu eski, cumbalı yapıda yer alan inisiyatifin ruhuna ve anlayışına paralellik gösterdiğini düşündük. İşleri seçerken ve yerlerini belirlerken bu kavramlarımız ve tercihimiz doğrultusunda hareket ettik.
Bahar siz aslında halka sanat projesi’nde aynı zamanda çalışıyor ve tüm programı da yönetiyorsunuz. Öykü ile hazırladığınız bu sergi özelinde sizin mekân ile olan ilişkiniz çok daha farklı. Aidiyetler ve bağlar özelinde mekândaki bu sergiyi nasıl oluşturdunuz, sanatçı seçkisinde halka sanat’tan daha önce de yolu geçen sanatçılar var mı?
B.G.: halka ekibiyle birlikte, sergi ve rezidans projelerini, eğitim ve atölye programlarını 5 yıldır sürdürüyorum. Her serginin çok özel bir yeri var. halka’da beraber çalıştığımız sanatçıları aynı zamanda yol arkadaşı gibi gördük hep. Sadece sergi yapmadık beraber düşündük, ürettik, birbirimize ilham verdik. “Rüzgarda Akan Atlar ve Yuvadan Uçmak” sergisinin de bu mekânda geçirdiğimiz sekiz yıllık zamandaki üretimlerimize ve bu üretimleri gerçek kılan sanatçılarımıza bir teşekkür ifadesi olmasını istedik. Geriye dönüp baktığımızda her biri birbirinden farklı fikir ve emekle örülmüş yüzlerce sergi vardı. Bir seçim yapmak çok zor oldu. Biz de serginin kavramsal çerçevesini öne çıkararak üretimleri yuvadan uçmak temasına cevap veren sanatçılardan bir seçki yaptık. Bunu yaparken de her sergide göz ettiğimiz bir tavırdan vazgeçmeden yapmak istedik. halka’nın söylemi doğuştan gelen ve her zaman var olan sanatsal yeteneğe değer vermek ve hem yeni sanatçılara görünür olup seslerini duyurmaları için alan açarak cesaretlendirmek hem de deneyimli sanatçılarla kurduğu iş birlikleri aracılığıyla farklı bakış açılarını paylaşmak bağlamında kendini gösterdi. Bu sebepten halka’nın ilk yıllarında çalıştığımız sanatçılardan rezidans sanatçılarına, halka ekibinden genç sanatçılara kadar geniş bir sanatçı yelpazesi var.
Öykü siz ise bağımsız çalışan bir küratör olarak serginin mekân ile kurduğunu ilişkide daha farklı bir açılım sağlıyorsunuz. Bahar’ın da söylediği gibi halka sanat’tan yolu geçen sanatçıları sergiye dahil ettiniz, peki serginin küratöryel kurgusunu nasıl oluşturdunuz? Eser seçkisini böyle duygusal ve aidiyet hissinin doruğundaki kolektif bir kavramsal çerçeve içinde nasıl belirlediniz?
Ö.D.: Sergide, sanatçıların serginin kavramsal metnine, sorduğu sorulara ve tartıştığı konulara yanıt verdiğini düşünerek önerdikleri işlerin yanı sıra sergi fikrinin ortaya çıkmasının ardından bizim sanatçılara teklif ettiğimiz işler bir arada bulunuyor. Seçki, çok katmanlı ve metne geniş bir perspektiften bakan yaklaşımlardan meydana geliyor. Daha önce de bahsettiğim gibi bu sergide binanın bütün alanlarını izleyici ile buluşturuyoruz. Sergi binanın giriş katı ile başlıyor, bu alandaki işler genel anlamda serginin temel kavramlarından biri olan yuvaya odaklanıyor ve kavramın kendisinin yanı sıra aile bağları, yuvadan uçmak ve seçili aile gibi ilintili diğer kavramlar etrafında sorgulamalar geliştiriyor, özgürleşme yolunda bir kapı açıyor. İkinci kata geldiğimizde yuvadan uçma nedeninin kendisine odaklanılıyor, mimari referanslarla şehirleşme ve kültür politikaları üzerinden kavramsal çerçeveye yeni bir okuma getiriliyor. Üçüncü ve son kat ise izleyiciye bulunduğumuz durum ile birlikte ortaya çıkan kafa karışıklığı, bilinmezliğin getirdiği endişe ve sonunda uçabilme yetisine sahip olmak için öz gücüne odaklanmak ve özgürleşmek ile ilgili bir öneride bulunuyor.
Sergi Kadıköy’deki üç katlı büyük bir yapı içinde on beş farklı sanatçıyı ağırlıyor. Yapıt seçkisine bakacak olursak disiplinler arası bir yaklaşım güttüğünüz bariz ortada. Ayrıca küratöryel kurgu içinde mekânda renk, duvar kâğıdı kullanımı gibi ince detaylar ve hatta mekânın kendi mimari yapısı içinde de izlenen sergi alanına yayılmış çeşitli “mekân kimliğine ait fotoğraflar ve notlar” da var. Bunlardan da söz eder misiniz?
Ö.D.: Bahar ile yaptığımız sergilerde her seferinde izleyiciye mekânla ilgili farklı bir deneyim ve bakış açısı kazandırmak istiyoruz. Bu yüzden serginin kavramsal çerçevesini ve anlatım dilini güçlendireceğine inandığımız mekânsal düzenlemeler yapmayı önemsiyoruz. Binanın tarihi eser statüsü ve bir inisiyatif olmanın getirdiği bütçesel kısıtlamalar yapabileceklerimizi de oldukça sınırlandırıyor. Bu nedenle sergilenen işlerin estetikleri ve önerdikleri kavramlar ile ilişki kurabilecek, ifadelerini güçlendirecek ve bütüne anlam katacak yöntemler geliştirmeye çalışıyoruz. Farklı malzemeler üzerinde araştırmalar yapıyoruz. Bu sergide ekip olarak önemsediğimiz unsurlardan biri mekândan ayrılışımızın bir son olmaktan ziyade yeni olasılıklara kucak açmak olarak yorumladığımız ve serginin aslında bir kutlama, mekâna bir teşekkür niteliğinde olduğuydu. Serginin girişinde ve ana galeri mekânında izleyiciyi karşılayan renk seçimimiz bu söylemimizi izleyiciye de geçirmek, ortak bir duygu yaratmak amacıyla yapıldı. Kendine has bir karakteri olan ve güçlü mimari formları içinde bulunduran bir mekân içinde çalıştığımızı göz önüne alırsak bu konuda dikkatli olmak gerekiyor, yapılan her ekleme bir anda bir görsel kaosa neden olma tehdidini de içinde barındırıyor. Küratöryel kurguyu oluştururken mekânın hafızasına dair eklemeler yapma fikri Bahar’dan geldi ve bunu yaparken olabildiğince sergiye müdahale etmeyen fakat serginin bütününden bağımsız da olmayan, dikkatli izleyicinin fark edebileceği bir kurgu yaratmak istedik.
B.G.: halka’da kolektif bir çalışma yapısı var. Dayanışma kelimesi bizim için çok önemli. Hepimizin birbirine ihtiyacı var. Hiç kimse yeri doldurulamaz değildir ama herkes kendi iradesiyle yapıya dahil olur ya da olmaz ama bir kişi olmadan da bir proje gerçekleşmez. Öykü’yle bir şey tasarlamak hep heyecan verici. Birbirimizi eleştiriyoruz, düşünüyoruz beraber karar verdiğimiz her şey ortak bir arzuda buluşuyor. Mekânda işlerin sunumunu kurgularken bu bir avantaj oldu. Deneyimlerimizi paylaşıp fikirlerimizi karşılıklı geliştirdik. Bu sergide mekân üzerinden yuva kavramını yeniden tanımlamaya çalışıyorken biz de mekânla ilişkimizi bireysel düzlemde yeniden tanımlıyorduk. Her sergi alanına girildiğinde mekân kimliğine ait fotoğraflar ve notlar” paylaşmak istedik. Sekiz yılda mekân da bizimle hem değişti hem dönüştü, üretimlerimize yön verdi. Kimi zaman ofis, kimi zaman sergi alanı, kimi zaman da kulis olarak kullanıldı. İzleyicinin de bizimle birlikte bu yolculuğa çıkmasını istedik. Nostaljik bir gönderme gibi görünse de bunun daha da ötesinde bir belgelendirmedir. Sergide küratöryel yaklaşımın bir parçası oldu.
halka sanat’ın büyük bir özveri ile yıllardır sanat alanında aktif olarak sürdürdüğü çeşitli ve birbirinden farklı programlarının belirli bir mekânda olamayacağı ancak mekânsızlaşarak devamlılık göstereceği konusundaki durum oldukça ümit verici. Mekânın aidiyet içinde yuva olma, birlik hâlinde üretme ve kolektif algı ile devamlılık gösterme durumu özelinde özellikle rezidanslara devam etmeyi planlıyor musunuz? Eğer devam edecekseniz bu nasıl olacak?
İ.Ç.: Uluslararası Sanatçı Rezidans Programı’na halka’yı kurduktan çok kısa bir süre sonra başladık. halka’nın ilk dokuz yılında toplam yüz on bir sergi sunduk. Bu sayının kırk birini rezidans programı katılımcılarına yaptığımız sergiler oluşturuyor ki bu yüzdesel olarak tüm sergilerimizin üçte biri ediyor. Üstelik ilişkimizin rezidans süreçleriyle başladığı bazı yabancı sanatçı ve kurumlarla yıllar içinde artarak süren ortak projelerimizi de ekleyince bu yüzde tüm etkinliklerimizin yüzde altmışına ulaşıyor. Dokuz yılda kavramsal çerçevesini bizim belirleyip içeriğini oluşturduğumuz, yerel sanat camiasından sanatçıları davet ettiğimiz büyük grup sergilerinin sayısı ise dokuz. Yılda bir gibi görünse de bu sergilerin çoğunluğu 2016’dan bu yana gerçekleşti. “Uykusuzlar Atlası”, “Lotus Yiyenlerin Ülkesinde”, “Kayıtsızlık Şenliği”, “Mekan Ruhuna Yolculuk” ve “Rüzgarda Akan Atlar ya da Yuvadan Uçmak” sergileri buna örnek.
Son zamanlarda rezidans sanatçılarımızı kavramsal sergilerimize davet etmeye başladık. Yani süreci farklı yönetmeye ve ibreyi bizden çıkışlı grup sergilerine çevirmeye ağırlık verdik. Bir süre daha bu yolda ilerlemeyi düşünüyoruz. Yoksa elimizdeki know-how’ı kullanarak rezidans programımızı farklı çözümlerle sürdürmemiz mümkün. Bodrum’da geçen yıl bir sanat üretim ve proje geliştirme noktası olarak başlattığımız Art Halicarnassus içinde bile yapabiliriz.
Peki, son olarak aslında kavramsal çerçeveli bir soru sormak istemiyorum ve kısa birer yanıt ile duygu ve aitlikler içeren bir mekânda izlediğim oldukça güçlü bir serginin geçici vedası niteliğindeki son cümleleri size bırakmak istiyorum. Yeniden buluşmak üzere sergi üzerinden halka sanat olarak mekâna, izleyicilere, sanatçılara, sanat ortamına neler söylemek istersiniz?
İ.Ç.: Vedalar hep zordur. Yıllar içinde deneyimlediğim bir şey var o da bir kimseyi kalsın ya da hiçbir şey değişmesin diye zorlamanın bir işe yaramadığı ve bunun mutluluk değil mutsuzluk getirdiği oldu. Su yolunu buluyor buna inanıyorum. Bu mekân değerliydi ama bence bizim tarihimizdeki işlevini tamamladı; sürecin sonunda da iyi bir dost gibi bize bir özgürlük duygusu armağan etti. Serginin başlığını Öykü’yle Bahar’a önerirken bu duyguyu güçlendirdiğini düşündüğüm Sylvia Plath'in dizesini bu yüzden seçtim. İçine girdiğimiz tonu belirlemek bizim elimizde çünkü. Şu an enerjimizi bizi tüketen değil sağlığa kavuşturan konulara vermemiz gerekiyor. O da içerik üretmek. O yüzden bir mekâna sabitlenmek yerine yuvadan uçmayı içselleştirmeye ihtiyacımız var. Bunun bize vereceği özgürlük duygusu ile üretime odaklanacağız diye düşünüyorum.
Ö.D.: halka benim hayatıma çok özel insanlar kattı, çok önemli tecrübeler edinmeme olanak sağladı. Bir arada üretmenin önemini burada kavradım, pek çok insanın sözlük anlamlarını bilmelerine karşın gerçek hayatlarında deneyimleyemedikleri kolektif ve inisiyatif kavramlarını deneyimleyerek öğrenme fırsatı edindim. Bu bağlamda bu bina benim için çok önemliydi fakat ne olursa olsun binalar bırakıldıktan sonra yalnızca birer kabuk olmanın ötesine geçemiyorlar. Değerli olan kişiye kalan anılar, tecrübeler ve deneyimler. Bu noktadan sonra keşke kültür politikalarımız, yerel yönetimlerin bizim gibi bağımsız kurumlara yaklaşımı ve sanat ortamı ve izleyicisinin inisiyatiflerle ilişkisi farklı olsaydı demenin bir öneminin olduğunu düşünmüyorum. Burada geçen sürede bana ilham ve destek olan başta İpek Çankaya ve bütün halka ailesine, olabilecek en iyi yol arkadaşı, eş küratörüm Bahar Güneş’e ve özel bir ruhu olduğunu inandığım bu binaya her şey için müteşekkirim. Sunuş metnimizde de dediğimiz gibi bundan sonraki projelerimiz için “Rüzgarımız akacak kadar bol ve hepimizi besleyecek kadar bereketli olsun!”
B.G.: halka bana içgüdülerime güvenmeyi, yoktan var etmeyi öğretti. Hiçbir sanat yönetimi kitabının satır aralarında bile edinemeyeceğiniz tecrübeler bunlar. İpek Çankaya üniversitede hocamdı, halka’da direktörüm oldu. Burada olduğum süre boyunca yol gösterici, destek ve ilham olmaya devam etti. İpek Çankaya ve Öykü Demirci’yle bizi bir araya getiren ihtimallere de teşekkür ediyorum. Ekip olmanın önemini ise altını çizerek söylemek isterim ki her şey karşılıklı etkileşimimizle bir araya geliyor. Beraber düşünüp üretebilen bir ekibiz. Artık başka mekânlarda ve coğrafyalarda olacağız. Yine de yepyeni motivasyonlar ve heyecanlarla bir araya geleceğiz diye umuyorum. Başka projelerde görüşmek dileğiyle.
Kısa zamanda yeniden buluşmak üzere, tüm emekleriniz ve katkılarınız için sonsuz teşekkür ediyorum ve yeni projelerinizi farklı mekânlarda ya da alanlarla heyecanla beklediğimi iletmek istiyorum. Yolunuz açık olsun ve sanata, üretime dair olan inancınız hiç sönmesin sevgili halka!