Hatta bu ürünü/yapıtı hangi mekân ve amaç için sipariş ettiklerini de sanatçı ile paylaşırlardı. Örneğin, Leonardo da Vinci’nin Kayalıklar Meryem’i adlı yapıtı için imzaladığı sözleşmede ürünün içeriği, Meryem’in cüppesinin rengi ve teslim tarihi açıkça belirtiliyor hatta onarım garantisi de veriliyordu. Ancak, modern sanat sisteminin hakim normları uzun süredir bu sipariş “işine” mesafeyle yaklaşıyor. Dolayısıyla, sipariş üzerine yapıt üretmek pek çok sanatçının kaçındığı bir durum olmakla birlikte, onun özgürlüğüne, yaratıcı ve yarı tanrısal durumuna ters bir anlam yüklediği inancını da pekiştiriyor. Açıkçası, sipariş ya da değil, çok büyük bir farklılık taşımıyor. Sonuçta ortaya çıkan yapıtın niteliği; kimin tarafından sipariş edildiğini, kaç para ödenerek yapıldığını etkisiz kılıyor. Kaldı ki bugün Leonardo’nun Kayalıklar Meryemi’ni kimin sipariş ettiği sadece sanat tarihçilerinin ezberinde… Aslolan elbette yapıtın kendisi… Bugün dünyanın belli başlı müzelerini dolduran yüzlerce klasik ve modern sanat yapıtı birileri tarafından sipariş edilmiş değil de nedir ki?
Sipariş üzerine yapıt üretme mantığı Türkiye’de de mesafeyle yaklaşılan bir olgu; ayrıca sanatçıların çoğu bunu saklamaya meyilli. Elbette sanat kariyerini bunun üzerine kurmuş kimi isimler de var; bu durumu yargılamanın da çok doğru olduğunu düşünmüyorum açıkçası.
Her ne kadar kaç para aldığı açıklanmasa da güncel sanatın son ve en büyük siparişlerinden biri Kutluğ Ataman’a, Sabancı Üniversitesi tarafından Sakıp Sabancı’nın 10. ölüm yıldönümü nedeniyle verildi. Ataman tarafından tasarlanan, farklı mekânlarda da sergilenebilme özelliği taşıdığı ifade edilen, iki ton ağırlığındaki mozaik pano, Sakıp Sabancı’nın yaşamında bir biçimde karşılaştığı, iletişime geçtiği 30 binin üzerindeki insanın vesikalık fotoğrafından oluşuyor. Hatta bu portreler içinde Abdullah Gül’ün de bir fotoğrafı var, ayrıca isterseniz sizin de bir portreniz bu çalışma içinde yer alabiliyor.
Ancak, kamerayı çevirdiği hemen herkesten ilginç ve sıradışı birer portre çıkarmayı başaran Kutluğ Ataman’ın bu işi müthiş bir hayal kırıklığı… Ne portre geleneğini arkasına alarak oluşturulmuş çağdaş/güncel bir bakış açısı; ne başlı başına olağanüstü bir portre olan, iş dünyasının en ilginç isimlerinden Sakıp Sabancı’nın izi; ne de sanatçının kendi çizgisi içinde bir sürekliliği ya da anlamı olan bir iş bu. Olabildiğince sıradan, anında tüketilmeye hazır bu çalışma, “Bir dünya markası Beko” ayarında tüketiciye yönelik bir reklam görüntüsü hissinden öteye geçemiyor. Teknik vs. iyi olabilir, basın toplantısında belirtildiği üzere yüzde yüz yerli üretim olabilir, portreler arasında Güler Sabancı, Sevil Sabancı ve Abdullah Gül olabilir ama bunların hiç biri sanat yapıtının kendisini işaret etmiyor.
Mozaik/portre/temas/iletişim/çok renklilik gibi Sakıp Ağa’yı imleyen anahtar kelimelerin bir araya getirildiği, ancak kâğıt üstünde iyi duran salt bir büyük ekrandan ibaret bu çalışma. Aynı iş Sakıp Sabancı yerine renkli başka bir kişinin çalışması olsa kimse yadırgamazdı doğrusu. Hatta, Müze’nin girişinde Sakıp Sabancı’nın yaşamından kimi kesitlerin sunulduğu fotoğrafların yer aldığı elektronik pano bile bir izleyici için daha dikkat çekici ve etkileyici.
Portre/heykel denilen, gökyüzündeki binlerce yıldızı anımsattığı ifade edilen bu çalışma hayali bir Sakıp Ağa portresi çizemiyor ne yazık ki… Sakıp Sabancı’nın yaşamına girmiş binlerce insanın vesikalık görüntüsünden bir portre çıkmıyor, çıkamıyor. Geleneksel şemayı yıkmaya eğilimli, modernist, eski öğretinin yücelten, biricikleştiren, eşsiz kılan, kahramanlaştıran teorilerinden uzak bir pratiğin izini sürmeye alışkın Ataman’ın Sabancı işi, onu göstermeden görünür kılmaya çalışırken tuhaf bir öznesizliğe dönüşüyor.
Oysa, demin de değindiğimiz gibi, Kutluğ Ataman çağdaş bir portre ustası aslında… Hatta güncel sanat kariyerinin ilk işi, 1997’te Rosa Martinez’in küratörlüğünü yaptığı 5. Uluslararası İstanbul Bienali’nde gösterilen 8 saatlik Semiha B. Unplugged” adlı videosuydu, ki bu çalışmanın ardından hem ulusal, hem de uluslararası sanat ortamında adını hızla duyurdu ve hatta bienalin ardından 1999’da Venedik Bienali’ne davet edilen ilk Türk sanatçısı ünvanını aldı; 2004’te ise İngiltere’nin en önemli ödüllerinden Turner Ödülü finalisti oldu. Bunu, 2009’da Abraaj Capital Sanat Ödülü, 2011’de Princess Margriet Routes Ödülü izledi.
Sanat pratiğini özellikle bireyin anlatısı üzerine yoğunlaştırmış bir sanatçı Ataman; kamerasını yönelttiği öznenin kimi zaman bilinç akışına ayak uydurarak, kimi zaman ise tıpkı bir analist gibi sorularıyla yönlendirerek, gerçeğe, kurguya izin vermeyen bir gerçeğe ulaşmaya yönelmiş bir tavır onunki. Semiha Berksoy’da, Peruk Takan Kadınlar’da, Veronica Read’de ve daha pek çok yapıtında sıradan ama saplantılı öznelerin olabildiğince gerçekçi portrelerini aktarmış; bireyi “sahneye çıkartarak” oynamasına aracılık etmemiş, kendi gerçeği ile yüzleştirmeyi başarmıştı.
Dolayısıyla, bir Sabancı portresi için Kutluğ Ataman’dan daha iyisi sanırım düşünülemezdi. Ancak, ortaya çıkan iş Ataman’ın sanat pratiğinin sürekliliğe uygun düşmüyor maalesef ve zincirin bir parçası olamıyor ne yazık ki. Sakıp Sabancı yaşıyor olsaydı ve onun görünmediği bir “portre” inşa etmek yerine kameranın önünde yer alabilseydi acaba ne olurdu? Kamera karşısındaki rahatlığı herkes tarafından bilinen Sabancı’dan nasıl bir portre çıkarabilirdi sanatçı?
Kutluğ Ataman çoğunlukla, kendi etrafında bir mit yaratan, yaratmış bireylere değil, kameranın onlara dönmesiyle harekete geçen, kamerayla birlikte yaşam soluğu üflenen kişilere yönelmeyi tercih etti. Bu kişilerin teşhirciliği ancak kamera onlara döndüğünde harekete geçti. Kendiliğini mitlerle ifşa edenlerden çok, kimliğini inşa etmiş bireyler üzerine yoğunlaştı. 1 Oysa, Ataman’ın ilk başyapıtı Semiha B Unplugged’ı bir yana bırakırsak, Sakıp Sabancı bu anlamda klasik bir aynalamanın yapılabileceği bir portre yapısına uygun değil kuşkusuz. Sanatçının üzerinde titizlikle çalıştığı insan portrelerinin ortak özelliği “görünür” olmamaları değil miydi? Bunun tam aksi istikamette, yaşamını görünür olmaya, bütün özelini, duygu ve gerçeğini ifşa etmeye, hatta olduğundan daha da gerçek görünmeye çalışan, hayatını realist bir tiyatro oyunu gibi kurgulayarak sahneye koymaya adamış bir adamın portresi nasıl olabilir/di?
Kavramlarla çalışmaya alışkın, teoriyi pratiğe bağlamaya eğilimli günümüz sanatçısı için geleneksel bir tema olan portreyi güncellemek çok kolay değil kuşkusuz. Ama işte bazen çok kolay gibi görünen, en zor olan değil mi zaten?
Kutluğ Ataman’a yaklaşık iki yıl önce sipariş edilen bu çalışma ile ilgili olarak Sabancı Üniversitesi’nin akademik kadrosu da hazırlanacak yapıta katkıda bulunmak üzere davet edilmiş, buna karşılık 63 akademisyen ve öğrencilerden oluşan bir grup, sanatçının Gezi olayları ile ilgili olarak gazetelere verdiği demeçlerde özellikle hükümet tarafında yer almasını protesto ederek hem projeye katılmayı reddetmiş hem de projenin Ataman’a verilmesine tepki göstermişlerdi. 2 1990'lar ve sonrasına tabu kırıcı işleriyle damgasını vuran sanatçının mevcut sermaye-iktidar ilişkilerine sıkıca eklemlenmesini çok da yadırgamamak gerek. Kültür endüstrisi, devletin ideolojik aygıtları gibi kuramlarda bu ilişki paternleri yıllarca önce deşifre edilmişti zaten. Ancak Kutluğ Ataman'ın egemen muhafazakarların da sıklıkla dile getirdiği "ilk üç gün iyiydi de..." yaklaşımıyla özetlediği Gezi eylemlerine, bu derece mesafeli duruş yerine biraz daha içten bakabilseydi; bu topraklarda sanatın, ince mizahın, yaratıcılığın içten içe, çaktırmadan, başka bir tarafa evrildiğini kendi gözleriyle görür, belki de böyle sıradan bir iş yapmazdı.
1 Esra Aliçavuşoğlu, “Kutluğ Ataman’ın Dünü ve Bugünü ‘İçimdeki Düşman’da”, Arredamento Mimarlık, 2010, Sayı 12, s. 30-32.
2 “Sanatçı ve Akademisyenlerin Kutluğ Ataman’a Karşı Özerklik bildirisi”, e-skop, erişim tarihi 21.07. 2014