Kendini “sanatçı odaklı” kimliği ile tanımlayan bu içi dışı bir, çok sesli alanı okuyucularımız için genç kurucusu Umut Yalım’dan dinlemek istedik. Sorularımızı keyifle yanıtlayan Yalım söyleşi boyunca hem Galeri Bu’nun özgünlük ve samimiyeti rehber edinen politikasını vurgulayarak galeri olgusuna getirdiği farklı boyutları, hem de galerileşme konusuna değinerek eleştirilerini bizlerle paylaştı.
Galeri Bu’nun öyküsü ile başlayalım.
Londra’da okurken sık sık okulun galerisine takılıyordum ki galeri yöneticisi bana bu ilgimi sordu. Ben de kendisine hoşuma gittiğini ve özellikle işlerin son sergilenmiş haliyle vakit geçirmekten mutlu olduğumu söyledim. Sonra burada yardımcı olarak kalmak ister miyim diye sordu. Ben de burada okuduğum sürece neden olmasın dedim. İlk galeri deneyimim böyle başladı. Okul bitti, Türkiye’ye döndüm, tabii yönetici hanımefendi biraz kanıma girmişti. Önce doktora yapmak istedim, sonra bir takım nedenlerden ötürü doktora planım olmadı ve ne yapayım diye düşünürken bu bina karşıma çıktı. Burayı alıp galeriye çevirerek yeni bir adım attım. Açıkcası Galeri Bu’nun hikayesi çok büyük bedellerle değil de yaşamın akışıyla başladı diyebilirim.
Senin yurt dışında tamamladığın bir sanat eğitimin var. Bu süreçten ve sanatla ilişkinden kısaca bahseder misin?
Londra’da plastik sanatlar üzerine lisans, kitap sanatları üzerine ise yüksek lisans eğitimi aldım. Doktora yapmak için buraya geldim, ancak olmadı. Sonra burayı açtım. Galericilikle birlikte kendi sanat çalışmalarımı da sürdürdüm. Çalışmalarımın bir anti-sanat çizgisinde olduğunu söyleyebilirim. Günümüzde sanat eserlerinin biraz fazla birbirine benzemesi ve Picasso’nun deyimiyle çok taklit edilmese de birbirinden çalınma eserler olmasına hem karşı çıkarak hem de bu duruma paralel giderek bir anti-sanat kavramına yanaştım. Biraz genel sanat eserleriyle ve sanat akımlarıyla dalga geçen işler üretiyorum. Temeliyle böyle diyebilirim.
Peki, senin sanat eğiliminin galeri politikasına yansımaları söz konusu mu?
Galerinin sanat çizgisi benimkiyle birleşmiyor. Ben sanatçı kimliği ile galerici kimliğinin ayrı tutulması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü hem Türkiye’de çok anti-sanatçı yok hem de sanatçı kimliğimi diğer sanatçılara dayatma fikrinde değilim.
O zaman Galeri Bu’yu anti-sanat çizgisinde yer alan bir galeri değil.
Evet, bilakis her türlü sanat dalına açık bir galeri. Esnek de olduğumuzu düşünüyorum; sırf plastik sanatlara bağlı değiliz, moda, futbol, tasarım dallarında da işler sergiliyoruz. Dediğim gibi kendi sanat çizgimle galerininkini bütünleştirmek istemedim. Sanatçılara kendi sanat anlayışımı dayatmaktan kaçındım. Bence bir galeri kendi sanat çizgisini oluşturuyorsa sanatçıların özgürlüğünü önlüyor demektir. Çünkü böyle bir koşulda sanatçı o sanat galerisinin çizgisine göre işler üretmeye başlar. Bu nedenle ben bir galerinin sanat anlayışı olması gerektiğini düşünmüyorum.
Biz, genel çerçevede, galeri için sanatçı seçerken samimi ve sahiciliğine önem veriyoruz. Öyle ki bazen benim beğenmediğim sanatçılara da yer veriyoruz. Açıkcası bir galerinin sanatçı beğenip beğenmeme lüksü olmamalı. Sanat başlıbaşına bir beğeni işi olduğu için yalnızca benim beğendiğim bir sanatçının eserlerinin sergilenmesi, kanımca, o sanatçıya haksızlık gibi. Bu nedenle bizim temel ölçütümüz sanatçıların eserlerindeki sahicilik, samimiyet, bu işe kendini adamışlığı ve gelecekte de bu işe kendini verip veremeyeceği.
Sergiler için sanatçı ve eser seçimleri sırasında karar mekanizması nasıl işliyor?
Ben ve Orhan Gönen olmak üzere iki kişi çalışıyoruz. Sanatçılar portfolyolarını ya kendileri gelip gösteriyor ya da internet üzerinden maille gönderiyorlar. Ben bir ön eleme yapıyorum. Sonra Orhan Bey ile bir istişare yapıyoruz. Temel ölçütlerimiz olan samimiyet ve sahiciliği dikkate alarak bu olur veya olmaz diye seçim yapıyouz. Tüm süreç iki kişi üzerinden gidiyor ve birbirimizi de dengelediğimizi düşünüyorum. Bazen onun beğendiği ben beğenmeyebiliyorum, zaman zaman bunun tam tersi de olabiliyor. Aramızdaki dengeyle de sanatçı seçimleri sonuçlanmış oluyor.
Sergileme sırasında eser ve mekân ilişkinin kurulması gibi konularda dışarıdan bir destek veya küratöryal bir müdahale oluyor mu? Yine karar mekanizması bu noktada da siz misiniz?
Tabii ki arada bakıyorum; ama sergi kurulumundan sergi için eser seçimine, hatta sergi metninden eser künyelerine dek tüm detayları sanatçıya bırakıyorum. Galeri Bu’nun sanatçı merkezli bir galeri olduğunu söyleyebilirim, bu nedenle bu galeride sanatçı esas özne. Sergiyle ilgili detaylara da karışılınca sanatçının özgür iradesine karşı geliyormuşuz gibi hissediyorum. Örneğin, sergi metninde bile sanatçıdan başka birinin düşüncesi yer aldığı zaman bence sanatçı kendini kendince ifade edemiyor. O yüzden ilk etapta sanatçının seçimi dışında bütün süreç sanatçı odaklı gidiyor. Küratöryal desteğe de bu bakımdan pek inanmıyorum. Bir karma sergide sanaçıların birleşmesi ve bir içerik oluşturulmasında küratör desteği gerekebilir, ama diğer tür sergilerde bence bu destek sanatçının özgür iradesine bir müdahale gibi. Öyle ki küratörle fikir alışverişine başlanıldığı zaman, orada bir iyi niyet de olsa, manipülasyon söz konusu oluyor. Sanatçının ilk baştaki fikrinden sapmalar görülüyor, o sapmalarla da sanatçı istediği eserleri bir öz denetim gibi haksız yere veya yok yere elemeye başlıyor. Böylece sergi kendi sergisi olmaktan çıkıyor.
Mekân seçimi konusunda kararın Galata’dan yana oldu. Bu hareketli alanda Galeri Bu kendini nasıl farklılaştırıyor?
Üç yıllık deneyim sonucu ben galeri tarzını ikiye ayırıyorum: ilki Galata-Karaköy çevresi, ikincisi ise Nişantaşı çevresi. Galata-Karaköy hattı nispeten daha sanatçı odaklı ve daha özgür düşünceli diyebilirim. Buradaki dert, satıştan çok işe nasıl katkı sağlarız ve galeriyi sanatçı merkezli nasıl yönlendirebiliriz. Nişantaşı ise daha ticari bir profille birlikte, sanatı nasıl yönlendirebiliriz odaklı bir yaklaşım sunuyor.
Galata’da da, Block Art Space gibi galeriler dışında, bu işin doğası gereği ne yazık ki çok sanatçı merkezli galeriler olduğunu düşünmüyorum. Nişantaşı daha geniş ve öncü olduğu için biraz genel akımı yönlendiriyor. Bu nedenle ne kadar iyi niyetlerle başlasalar da zaman içinde ortaya çıkan aşınma galerileri biraz Nişantaşı’laşma sürecine sokuyor. Ama ben Galeri Bu’yu bundan ayrı tutmak istiyorum. Kendime bu anlamda yakın bulduğum galeri ise Block Art Space. Mine Kaplangı ve Ebru Yetişkin çok iyi işler yapıyorlar, özellikle “Dalgalar” sergisi çok fikir açıcı ve yenilikçi. Mesela, dile getirdiğim kaygılardan ötürü öyle bir serginin Nişantaşı’nda gerçekleşebileceğini düşünmüyorum. Şuna geleceğim; Galata-Karaköy hattında yenilikçi şeyler olmasına karşın biraz özlerini ve çıkış noktalarını kaybeden yapılar var, onlar da artık Nişantaşı’nda beliren genel akıma göre sanatçı seçiyor, sergi kurguluyorlar. O yüzden bu bölgede çok dokubağı kurabildiğim galeri pek yok.
Peki, bölgenin sana sağladığı avantajlar ve dezavantajlar neler?
Olumlu veya olumsuz olarak iki mecrada da sanatçıların eğilimi oluyor. Olumlu açıdan kendilerini özgür hissetmek isteyen sanatçılar daha çok bize başvuruyorlar. Olumsuz olarak ise ‘kariyer planı yapan’ sanatçılar pek başvuru eğilimi göstermiyorlar. Bu durumu çok önemsemiyorum. Çünkü her şeyin bir kişiliği var. Olumsuz nedenlerden dolayı o kişilikten sapma gibi bir düşüncem yok, ki son altı aydır gözlemlediğim bu tutumumuzun biraz meyvelerini vermeye başladığı. Hakiki ve sahici sanatçılar biraz durumun farkına varıp, belki yine ticari işler yapıp kendi gönüllerinde yatan aslanları gerçekleştirmek için galeriye oldukça teveccüh göstermeye başladılar. Bu hem kendim hem de sanat dünyası için sevindirici. Binamızın fiziki olanaklarının da bize olumlu katkıları oldu. Örneğin aynı anda birçok sergi olabiliyor. Sergiyle birlikte etkinlik de gerçekleştirilebiliyor. İki kat şu anda sergi, bir kat da etkinlik alanı. Üç kat özünde sanatçılar ve sergiler arasında çok yönlülük, esneklik ve geçişkenlik sağlıyor.
Sergiler ne kadar sürüyor?
24 gün sürüyor. Kurulum ve söküm aşaması da bir haftayı bulduğu için ayda bir sergi gibi bir durum oluyor. O yüzden pek çok sergi yaptık.
Yılda ortalama kaç sergi gerçekleşiyor?
8’i bulmuştur. Yaz ayları kapalıyız. Sergiler kapsamında da sırf plastik sanatlarla sınırlı kalmıyoruz. Daha esnek ve çok yönlü olmaya çalışıyoruz. Öyle ki moda, origami, mobilya ve takı tasarımı sergileri de yaptık.
En çarpıcılarını sayabilir misin?
Zeynep Tarhan Muslu ile “Edito” diye bir moda sergisi yaptık; buradaki amaç asıl alanları moda olan insanlara plastik sanat eserleri ürettirmekti. Bu bence ilginçti. Onları biraz güvenli alanlarından çıkardık, normal hayatta yapmaya cüret edemedikleri şeyleri yapma imkânları sağladık. Reinier Bosch ve Carolina Wilcke isimli iki Hollandalı tasarımcının birlikte gerçekleştirdikleri bir sergi oldu; onlar da mobilya ve gündelik kullanım eşyalarıyla ilgili eserlerini gösterdiler. Bir başka ilginç sergi ise “Origami” sergisiydi. İnsanlar origaminin farkında ama çoğunlukla evlik bir eğlence gözüyle bakıyorlar. Bu sergide ise herkes onlarla neler yapılabileceğini gördü. Sergi çok şaşırttı, hatta kimi eserler de bazı filmlerde kullanıldı. Son olarak Nesren Jake diye bir propoganda sanatçısının ilk sergisini yaptık, çok enterasandı diyebilirim. Çok ince mizah, geçirici ve kışkırtıcı işlere yer veriyordu. İlk dört nedir diye sorarsanız bunları sayabilirim.
Bundan sonraki projeleriniz neler?
Bu esneklik ve çok yönlülük sürecek. Yine modayla bağlantılı olarak bir makyaj sergisi düşünüyorum; makyaj malzemelerinin plastik sanatlar malzemeleri gibi kullanılabileceği, rujun, allığın boya gibi işlev görebileceği farklı bir şey olacak. Bunun dışında sanat dünyasıyla yalnızca dirsek teması olan insanlarla yapacağımız bir lego günü etkinliği var. Bu biraz galeri kavramına ayak alıştırıcı bir etkinlik olarak 8 Şubat 2015’de gerçekleşecek. Yine pop-art üstüne sergiler olacak.
Bir web sayfanız olmasına rağmen sergi ve etkinlik haberleri sürekli yayınlanmıyor. İzleyicilerinizle nasıl iletişim kuruyorsunuz? Mevcut iletişim yollarını geliştirmeye yönelik girişimler söz konusu mu?
Geliştirmeye her zaman açığız, onun bir sonu yok. Öyle ki sadık bir sanat izleyicisinin yanında bir de sanatçı izleyicisi var. Bu kişiler sanatçının tanınırlığına ve yaygın ismine gelenler. Bilinir isimlerle çalışmadığımız için o sanatçı izleyicisi bize çok teveccüh göstermiyor. İzleyicisi olan da oluyor, olmayan da. Ama her seferinde bizi takip eden kitlenin arttığını düşünüyorum.
Facebook ve twitter kullanıyoruz. Genellikle Haftasonu, Hello gibi dergilerde de sergi haberlerimiz çıkıyor. Ancak ben en iyi iletişim yolunun biraz kulaktan kulağa olduğunu düşünüyorum. Galeri Bu’ya ne kadar insan gelip, ne kadar övdükçe o denli duyulacaktır. Kitlemizin yavaş yavaş oturmaya başladığını gözlemliyorum. Ben bir galerinin hem isim hem içerik hem kafadaki algısının kurumsallaşması için bir beş yıla ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Tanıtım ve pazarlama konusunda ise bu işi gerçekten sahiplenip, bir bisküvi markasının tanıtımından daha değişik görecek sanat kafasındaki insanlarla karşılaşamadım diyebilirim. Bu nedenle galeri biraz kendi yağında kavruluyor gibi.
İstanbul’da son on yıldır hareketlenen bir sanat ortamı var ve Galeri Bu bu ortamda yeni bir aktör olarak yer alıyor. Yeni bir galeri yöneticisi olarak özellikle fuarlarla beraber yükselen bu hareketliliğe ilişkin gözlemlerin neler? Galeri Bu, bu hareketli ortama neler vaat ediyor?
Biraz karamsar olacak, ama ben bizim mesleğin ve Türkiye’de fuar ve bienal gibi etkinliklerin uzun soluklu olduğunu düşünmüyorum. 5-10 yıl içinde klasik bienal, klasik fuar ve klasik galerileşmenin bitmese bile cılızlaşacağını düşünüyorum. Artık mecralar çok fazla. Kendi mecrasını bulamayan sanatçılara gidin evlerinizdeki fazla eşyaları bir süreliğine kaldırın ve salonlarınızda sergi açın diyorum. Ülkemizin genel havasında biraz vasatlaşma söz konusu; bakkal da, kebabçı da, ayyakabıcı da vasat, bundan bağımsız olmayacak şekilde sanat piyasası da vasat. Biraz piyasa sanatın ne olacağını belirliyor, onu konumlandırıyor, kesinleştiriyor ve sanatçıyı da onun içine hapsediyor. Sanatçı özgür bir şey üretemediği için özgünleşemiyor. Kendi içimizde bunu çeşitli yollarla birbirimize pazarlıyoruz ama yurt dışı piyasasına çıktığımız zaman özgür ve özgün olmayan sanatçılarımız orada biraz tostluyor. Yurt dışı-yurt içi gidiş gelişi ve geçirgenliği yavaş yavaş kataraktlaştığı için iç piyasa da ölecektir diye düşünüyorum. Bu durum biraz güneş girmeyen eve benziyor. Sonuçta hepimiz bir şekilde hastalanacağız.
Daha mı endüstriyel bir yapıya doğru gittiğimizi mi düşünüyorsun?
Endüstri olsa iyi, zaten yurt dışı da öyle. Buna karşı değilim, Türkiye’deki sorun galerileşme. Sadece ticarileştirme değil, olayı sanatçıdan çıkarıp galeriye hapsetme. Sanata sanatçının değil, galerilerin müdahalesi var. Sanatçılar özgür değil, galerilere veya galerilerin çalıştığı sanat alıcısına göre eser üretiyorlar. Bu da işi kötürümleştiriyor.
Contemporary İstanbul’da bir pleksiglas çılgınlığı vardı. Mutfakta ne karar verildiğini bilmiyorum ama bu sene sanatçılardan pleksiglasla işler üretmeleri beklenmiş. Fuardaki sanatçıların yarısını tanıyorum ve onların öyle bir kafası olmadığını biliyorum. Bir kere sanatçı kendinden bir iş yapmayınca bu çok belli oluyor. Yurt dışı piyasası ise özgünlüğe göre ilerliyor, oradakiler bir Türk sanatçısının kendilerinden farklı ne yaptığına bakıyorlar. Bizdeki durumsa biraz Cem Yılmaz’ın “yapılmışı var” meselesine benziyor. Bir İngiliz, Amerikan veya Fransız sanatçının yaptığı şeyleri bizim sanatçılar abartarak yapmaya başlayınca yurt dışı piyasasına çıktıklarında tosluyorlar. Böylece bir geri dönüş olmuyor, alışveriş azalıyor, kendi içimize dönüyoruz. Sonuç olarak yavaş yavaş körelme başlıyor, bir şey üretilmez oluyor ve dostlar alışverişte görsün durumu söz konusu oluyor.
Önerilerin nedir?
Ben bir galerim varsa sanatçı odaklı çalışarak bu durumdan sıyrılmak üzere bir adım atabilirim. Sanatçının özgür iradesi ile çalışmasına olanak sağlamak özgün işlerin üretilmesini mümkün kılar. Böylece belki bir sıyrılma şansı olabilir, ama pek umutlu değilim.
Çok teşekkür ederim.
Ben de çok teşekkür ederim, tekrar bekleriz.