Sanat tarihinin kültürel bir inşaa olduğundan bahsederken, aslında çok kültürlülüğün ilk akla gelen bir yere ait olamama durumunun aksine, birçok yere ait olma durumu olduğunun da altını çiziyor Bubi ve bu cümleyle olabilecek en kısa ve öz bir şekilde sanatın, hem sanatçıyı hem sanatseveri aslında nasıl bir özgürlüğe yönlendirdiğinden bahsediyor.
Corpus G’de, 11 Şubat’ta açılışı gerçekleştirilen BUBİ sergisi, Corpus Yayınları’ndan çıkan Ali Şimşek imzalı aynı isimli monografinin bir sunumu niteliğinde. Sanatta arayış olmadan, yaratıcılık ve özgürlük adına bir ömür boyunca üretilmiş eserlerinin bulunduğu sergide, Bubi Hayon’un üretim sürecindeki bir nevi günlük tutma hâli gözler önüne seriliyor. Okuyucu ve izleyiciyi bu bağlamda bir araya getirmeyi amaçlayan ve entellektüel bir paylaşım alanı olan Corpus G’deki, sanatın bir ömürde vücut bulmuş hâlini tüm sanatseverlere sunan bu sergi, 29 Şubat’a kadar ziyaretçilere açık olacak. Biz de sergi dolayısıyla eserleri, çalışmaları, son söyleşi kitabı ve sergi üzerine Bubi ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
Corpus G’de 11 Şubat’ta sanatseverlerle buluştuğunuz ve adeta biz izleyicileri eserlerinizle bir olduğunuz hayatınıza misafir ettiğiniz son serginizde, birçok değişik perspektiften, çok yönlü bir hayatın izlerine şahit oluyoruz. Çok kültürlü bir geçmişten gelmenin ve dolayısıyla aynı paralelde bir bilgi birikimine sahip olmanın, eserlerinizdeki “kimliksizlik” yansımasına pozitif veya negatif bir etkide bulunduğunu düşünüyor musunuz? Öyleyse, bunun bir arayış hâlinden kaynaklandığından söz etmek mümkün mü?
Bir sanat yapıtının, başta sanatçısı ve konusu da dahil olmak üzere herhangi bir şeyin, yapıtın önüne geçerek onu bir açıdan örtmesine zaman zaman daha sert bir duruşla karşı olmakla beraber genel olarak karşıyım. Bu ve benzeri nedenlerden dolayı, uzun yıllar boyunca taşıyıcı olmayan bir sanat anlayışını savundum. Savundum; ancak merdiven altında bu düşüncenin tam tersi işler de ürettiğim oldu. Kısaca aklıma esenin peşinden, o an esen rüzgârın sürüklediği yerlere gittim hep.
Bunu biraz açar mısınız?
90’lı yıllarda genelin çok kişisel (!), şahsiyetli ve çok orijinal(!) işler üretme iddiasında olduğu yıllarda, ben tam aksine kimliksiz, sıradan ve bir hüner olma iddiası taşımayan işler üretmek için uğraşıyordum. Bu nedenle de önceliğim hep sanatçı kimliğimi gizlemeye çalışmak oldu. Sanatçının kimliğini ortaya çıkartabilecek her türlü üslup, renk ve fırça vuruşlarını örtmekti tüm amacım. Örneklendirecek olursak, şablonlaştırılmış biçimleri marangozlara kestirip, onları ana renklerle el tabancası ile boyayarak kimliğimi ortaya çıkartabilecek tüm ip uçlarını silmeye çalıştım. Daha sonra da bu birimleri, izleyicilerle birlikte ve onların tercihleri doğrultusunda bütünleyerek, sanatçının özgünlüğünü de kolektif üretimin yardımıyla ortadan kaldırmaya çalıştım. Kısaca Bubi kimliğimi öldürmeye çalıştım.
İzleyiciler ile birlikte derken?
Adeta bir lego mantığı içinde. İzleyiciler kendi beğenilerine göre, farklı renklerden ürettiğim parçaların içinden seçimler yaparak, kendi beğenilerine uygun bir şekilde ve seçtikleri parçalarla boşlukları doldurarak yapıtı bütünlediler.
Bütünlemek ve bütün olmaktan bahsetmişken, geçmişten bugüne çalışmalarınızın bütünü, tek düze yaratıcılığa adeta bir başkaldırı niteliğinde. Bu bağlamda hem kitapta okuyucuya verilen hem de sergide izleyiciye sunumu yapılan rölyef çalışmalarınızda, erken dönemdekilerin daha kaotik ve vahşi, geç dönemdekilerin ise daha minimalist olduğu gözlemleniyor. Bu duruma size yönelten motivasyondan biraz bahsedebilir misiniz?
Erken dönemlerdeki işlerimi daha kaotik ve vahşi okumanızın temelinde ümmiliğim yatıyor. (Sizin gelişmiş uygarlaşmış gözünüzün dışında, acemi birinin üretimi size kaba saba özellikle de yersiz yurtsuz gelebilir.). Gelişmiş uygarlığa ait olan bireylerin gözüne, acemi bir elden çıkmış üretim, nispeten kaba saba ve özellikle yersiz yurtsuz hissini verebilir. Evet; barbarların yıkıcılığı gibi ümmilikten kaynaklanan bir haddini bilmezlik var bu işlerde. Onları güzel ve çekici yapan da budur aslında.
Ama sonra… Yavaş yavaş bilgilenmeye başlar. Ehlileşirsin. Bilgi ise tutsaklaştırır insanı. Giderek daha da korkarsın attığın adımlardan. Azaltır durursun her şeyi ve sesini kısar sessizce konuşursun içinden.
Yersiz yurtsuz derken?
Sanat tarihinin dışından gibi. Orijinal diye bir şeyden söz edeceksek bu olsa olsa yersiz yurtsuz diye açıklanabilir. Yerli yurtlu olmaya başladıkça da farklılık aslında çeşitlemeden öteye geçmez.
Anlıyorum. Peki kişisel olarak gerçekten merak ettiğim başka bir nokta var açıkçası. İşlerinizin en ilgi çeken yanlarından birinin de katmanların hakimiyeti ve üst üste olma hâli olduğunu düşünüyorum. Bir izleyici olarak gerçekten merak ettiğim noktalardan biri, bu katmanların geçmişle bugünü bir araya getirme etkisi aslında. Bu sürecin gelişmesinde katmanların rolü sizce nedir?
Bir üst üstelik işlerimde hep var. Arkeolojik katmanlar gibi. Birbirinin içine girmiş ve kimi zaman da birbirinden habersiz… Yer yokluğundan olacak, üst üste çalışmışım sanki.
80’li yılların hemen başında kullanılmış işletme defterlerinin üzerinde yaptığınız işleriniz var evet.
Evet, her ne kadar üst üste çalışmalara tipik bir örnek olarak değerlendirilse de bu işler, temelde sadece ucuz malzeme gereksiniminden kaynaklanmışlardır. El arabasında eskiciler tarafından satılan bu defterler bedavaya yakın fiyatlardaydı ve bu gerçek bana bu sayfaların üzerinde sonsuz deneyler yapabilme fırsatı verdi. Bir yerde, yazılı sayfaların üzerinde üst üste yapılan bu üretimler, zaman içinde benzer üretimler yapabilmem için bende bir hafıza da oluşturmuş oldu. Bu işletme defterleri üstünde yapmış olduğum çalışmalar, daha önce yapmış olduğum birçok işle ve mantıkla birleşerek, başta boya kafesler ve eklektik işler olmak üzere birçok dönemimin gelişimine önemli katkılar sağlamıştır.
Farklı dönemlerinizin gelişiminden bahsetmişken, özellikle dikişli çalışmalarınız bu konuda farklı bir boyutta ve adeta bir köprü niteliğinde. Sergide de inceleme fırsatı bulduğumuz bu eserlerinizde, adeta bir bozulanı onarma, bir araya getirme, toparlama isteği hissediliyor. Bu yönelimde bir pişmanlıktan veya bir geri dönme isteğinden söz etmek mümkün mü? Söz konusu olan, geçmişteki hataları tamamen olmasa da kısmen düzeltebilme durumu gibi optimist bir bakış açısı mı?
Doğru söylüyorsunuz. Bir anlık sinirle yırttığım, parçaladığım işlere karşı duyduğum bir vicdan azabı gibi. O yıllarda çok üretip çok yırtardım. Sonra pişman olur, düzeltmeye çalışırdım. Çocukluk yıllarında annemin, ablamın düğününde çekilmiş aile fotoğrafını önce kızgınlıkla yırtması, sonrada pişmanlıktan olacak, onu yapıştırarak onarması gibi mesela. Bir baş ucu anısı gibi, gümüş bir çerçeve içinde ve hep yanımızdaydı bu fotoğraf. Bu olayı tekrar tekrar yaşamış olabilirim önceleri. Sonra ise sadece yırtıp dikmek için yırttım onları. Sadece beğenmediklerimi değil, yaratıcı bir megalomanlığın sarhoşluğu içinde, beğendiğim işlerimi de yırttım durdum. Sonrada onları dikip yamadım. Bu dikilmiş yamalanmış hâlleri içinde, onları daha yaşar, hatta “yaşanmış” buldum. Bıçkın bir delikanlının yüzünde kaşında oluşmuş bir yara izi gibiydiler.
Çalışmalarınızda bir dikkatimi çeken de altın rengini kullanışınız. Bu rengi feminen gücü destekleyici nitelikte kullandığınız izlenimine kapılıyorum. Bu bağlamda, bu rengi, istemsizce bir değer algısı niteliğinde kullanmış olduğunuz yorumunda bulunabilir miyiz?
İşlerimi altın varakla kaplayarak onları sadece örtüyorum. Bir annenin çocuğunu yorganla sarıp sarmalaması gibi.
Peki sergide yerini alan biraz daha eski bir işinizden bahsedersek, 1974 yılında, denizi kafes olarak aldığınız çalışmanız, denizle bireyselde ilgili biri olarak ayrı dikkatimi çekti. Bu çalışmanızda denizi bu şekilde resmetmenizin altında yatan nedenin, korku ya da belirsizlik gibi kişisel bir duygu olduğunu söyleyebilir miyiz?
Çok erken tarihli bir iş. Yapış nedenimi veya nedenlerini unuttum. Denizin sonsuzluğuna karşın bir sınırlama olmalı bu. Kafes ardına alınmış bir deniz! Deniz ben miyim, yoksa acaba ben kafes miyim? Onca yıl sonra bu işi açıklamaya çalışarak onu yeniden üretmiş olmama vesile oldunuz.
İşlerinizdeki kafesten söz etmişken, daha sonra ürettiğiniz 1989 yılındaki Şekilli Kafes Tuval çalışmanız, sergide adeta bir yüzleşmeyi ortaya çıkarıyor ve gözler önüne seriyor. Özellikle geometrik ve üç boyutlu olma hâlinin hissettirdiği düzen ve renk kullanımının verdiği çocukluk hâliyle. Bu durumda, bahsettiğimiz çalışmanızın, gençliğin özgürlük hâlinin, yetişkinliğin sınırlamalarına bir başkaldırı olduğunu söyleyebilir miyiz? Öncesini ve bugünü düşünürsek size bu yüzleşmeye yönlendiren tecrübelerinizi bizimle paylaşabilir misiniz?
Daima ümmiliği savundum. Kör tuttuğunu sever gibi. Hafızasız bir durumu hayal edip durdum. Ama zamanla ümmiliğiniz anlamını yitirmeye başlar evcilleşmeye başlarsınız. Siz her ne kadar başka denizlere açılacağım deseniz bile, yüzmeyi öğrenmişinizdir bir kere. Bütün denizler artık bir iç denizdir sizin için.
Öğretilmişin insanda oluşturduğu kafeste olma hissi, evet. Peki bu durumda MZ gibi tekrarlı olan, motif barındıran işlerinizi diğer işlerinizden farklı olarak değerlendirdiğinizde, psikoloji ve antropoloji eğitimi almış multidisipliner bir sanatçı olarak, hangi açıdan ele alıyorsunuz? Örnek verirsek, bir primitifliğe dönüş olarak mı, yoksa tekrarlanmaya olan bir isyan niteliğinde mi? Bu işlerinize her dönüp baktığınızda sizle o motifler arasında olan bağı yine sizden dinlemek isterim.
Benim motiflerimin özel bir göndermeleri yok. Onlar sadece şablon kullanmadan tekrarlanabilir birer biçim. Üst üste çizilmiş M ve Z harfleri. Motif tekrarları Türk İslam sanatlarında boşluğu her yöne doğru geçmek için çok sık kullanılmış
bir teknik. Taşıyıcı olmama sevdası ile ben; birimlerimi yani M ve Z harflerini, üst üste farklı renklerde çizip boyayarak, boşluğu yani bu durumda tuval yüzeyini geçtim, doldurdum sadece.
Peki son olarak, herhangi bir üsluba ya da çağa bağlı kalmadan, özgürce işlerini üretmiş ve yıllardan beri bunu pratiğinde de göstermiş tecrübeli bir sanatçısınız. Kitabın sunumu niteliğinde olan bu serginiz ile desteklendiğinde, özellikle de genç sanatçı ve izleyenler için, çocuk yaşlarda üretime başlamış Bubi ve şu anki Bubi arasındaki benzerliklerin ve farklılıkların altını çizebilir misiniz? Değişimin kendisi kadar aynı kalanın da üretkenlik ve yaratıcılıkta etkisi olduğunu düşünüyor musunuz?
İlk başlardan bu yana hep öğrenmemeye çalıştım. Her seferinde unutup yeniden bulmaya, bir yerde aslında bilmediğim bir şeyin peşinden gitmeye yöneldim. Evet, benim için her zaman sonuçtan çok sonuca giden süre, yani üretim süresi boyunca yaşanan maceradır önemli olan. Sonuçta nereye çıkacağım kaygısı taşımam o an. Bu nedenle her şeyi deneyebilir, o an gördüğüm hissettiğim, her şeyin peşinden gidebilirim. Sık sık tekrarladığım “her sanat yapıtı sanatçısı için bir intihar denemesidir” sözüm bu durumu açıklamama yardımcı olabilir.