İki senenin ardından sanatseverlerle buluşmaya hazırlanan ve yoğun eylül sanat dinamiğinin de başlangıcını yapacak olan İstanbul Bienali bu sene üç mekâna yayılıyor. “Yedinci Kıta” başlığını taşıyan bienal, Nicolas Bourriaud küratörlüğünde izleyiciyle buluşuyor.
16. İstanbul Bienali adını “yüzen devasa atık yığını” anlamına gelen “Yedinci Kıta”dan alıyor. Ekoloji ve sanat arasında sağlam köprüler kurmayı hedefleyen bienale gün sayarken merak ettiklerimizi Bienal Direktörü Bige Örer ile konuştuk.
Bienal bu sene “Yedinci Kıta” başlığını taşıyor ve üç ana mekâna yayılıyor. Öncelikle bienal başlığından başlamak istiyorum. Bienal yüzen devasa atık yığınına verilen isimden alıyor başlığını ve ekoloji ile sanat arasında köprüler kuruyor. Bu temanın ortaya çıkış hikâyesini sormak isterim size.
16. İstanbul Bienali’nin küratörü olarak davet ettiğimiz Nicolas Bourriaud’la çalışmalara başladığımızda, kendisinin son yıllarda içinde bulunduğumuz “Antroposen çağını”, diğer bir deyişle insanların egemen olduğu çağı anlamaya gayret ettiğini ve bu alanda çalışmalar yürüttüğünü biliyorduk. Bourriaud’nun çalışmaları hep bir süreklilik izliyor, eşzamanlı olarak sergileri üzerinde çalışırken metin yazmaya da devam ediyor. Tate Müzesi için 2009 yılında hazırladığı “Altermodern” sergisi ve 2014 yılında küratörlüğünü yaptığı “The Great Acceleration” (Büyük İvme) başlıklı Taipei Bienali, bu konular üzerindeki düşüncelerini sergi formatında paylaşmaya başladığı zamanları gösteriyor. İstanbul Bienali de bu anlamda onun geçtiğimiz yıllar içinde gelişen fikirlerini takip etmek, konuyla kurduğu samimi ve yoğun ilişkiyi gözlemlemek açısından büyük bir imkân sağlıyor. Bourriaud’nun çalışmaları hep bir imgeyle başlıyor, İstanbul Bienali üzerine düşünürken de zihninde okyanuslar arasında yüzen mikro plastik görselinin olduğunu söylüyor. İnsanın gezegene verebileceği en büyük zararların bir nevi cisimleşmiş hâli bu... İnsan çağının bir sonucu olan atıklardan oluşan ve bilim insanları tarafından “yedinci kıta” olarak adlandırılan bu yeni kıta, ekolojik sorunlar karşısında sanatın güncel durumunu pek çok sanatçı, düşünür, antropolog ve çevreci ile birlikte araştırmak için de bir çıkış noktası oluşturdu.
Nicolas Bourriaud küratörlüğünde gerçekleşecek bienalde Bourriaud’un süreç boyunca çalışma ve yaklaşımı nasıl oldu?
Nicolas Bourriaud, bu bienale adını veren “Yedinci Kıta”nın bilimin ve siyasi eylemin sınırları içinde bulunan bir alandan kaynaklandığı düşüncesiyle çalışmalarını yürüttü. Aynı zamanda Batı’ya özgü geleneksel doğa ve kültür ayrımının da yok olduğu bir zihinsel evrene izleyiciyi davet etmeyi istiyor. Hedefi, her izleyicinin bu yeni dünyada bir antropolog olması, bu anlamda izleyicileri sanatçıların oluşturdukları kabileleri, yansıttıkları ve hayali olarak kurguladıkları kavramları keşfetmeye çağırıyor.
Bourriaud’un küratör metnindeki sözlerinden: “Günümüzün sanatsal üretimini, bilindik kıtalarla devasa yapıların çok uzağında yer alan bir farklılıklar takımadası ve çoklu evren olarak sunar. Yedinci Kıta, sanatı insanın etkilerini, takip ettiği yolları, bıraktığı izleri ve insan olmayanlarla etkileşimini araştıran moleküler bir antropoloji olarak tanımlar” anladığımız kadarıyla kapsamlı bir bakış açısıyla karşılaşacağız. İnsan izleri, başka canlılara etkileriyle ele alıncak. Bu konuda farklı disiplinlerle çalışmalar yapıldı mı?
Nicolas Bourriaud, bienalin sergi kitabındaki yazısında “Yedinci kıtayı algılayabilmemiz için bir anten işlevi görecek sanatçıların tercümanlıkları ve antropolog damarları lazım” diyor. Sanatçılar da bu alanla ilişkili çalışmalarını gerçekleştirirken farklı disiplinlerden uzmanlarla birlikte düşündüler ve yapıtlarını ürettiler. Birkaç örnekle açıklamak gerekirse, Armin Linke Okyanusu İncelemek isimli işi için, okyanus kaynaklarını ve bu kaynakların sanayi, bilim, siyaset ve ekonomi arasındaki ilişkilenme biçimlerini inceledi. Bienal için ürettiği yeni işinde, okyanus bilimci Prof. Emin Özsoy’un açıklaması eşliğinde modern okyanus biliminin kurucularından sayılan Luigi Fernando Marsili’nin İstanbul Boğazı üstüne yaptığı bilimsel araştırmalara da ışık tuttu. Glenn Ligon, 1961 – 1970 yılları arasında İstanbul’da yaşayan ve Bir Başka Ülke ve Ne Zaman Gitti Tren romanlarını kaleme alan James Baldwin’in hayatına gönderme yapan çalışmasında edebiyattan ilham aldı. Bilim insanları, sanatçılar ve hümanistlerden oluşan Yaban Atlası’nın antroposen anlayışımızı genişletecek acil çevresel hikâyeleri bienalde anlatması da sergide yer alan ve farklı disiplinleri bir araya getiren sayısız örnekten biri.
Birçok bilim insanının hem fikir olduğu içinde olduğumuz yeni jeolojik çağ, Antroposen diğer adıyla İnsan Çağı bienalin de temasını etkileyen en büyük olaylardan biri diye düşünüyorum. Jeolojik faaliyetlerden ziyade insan faaliyetlerinin yol açtığı bir çağ geri dönülemez pek çok olayın da başlangıcı aslında. Bienal bu konuyu neresinden ele alıyor ve hangi noktalarına temas ediyor?
Bienalde birlikte çalıştığımız sanatçıların birçoğu antroposenle ilişkilenen işler üretiyorlar. Yaban Atlası bu alanda yapılan en geniş çaplı araştırmanın bir seçkisini paylaşıyor. Bazı sanatçılar ise insan çağının poetikasını ortaya çıkarıyor. Antropoloji, arkeoloji, ekoloji, siyaset, sosyoloji gibi alanlarda bu kavramla ilişkili yapılan çalışmalara da odaklanıyoruz; sanatçıların pratikleri bağlamında bu disiplinlerin arasındaki sınırların ortadan kalktığını görüyor, birbirinin içine giren üretimlere tanıklık ediyoruz. En temelinde insanlar ve insan olmayanlar arasında eşit bir ilişkinin kurulması ve diğer canlıların sadece insan için var olduğu bir dünya algısının terk edilmesi önemli.
Gündeme gelen Kaz Dağları hadisesi de meselenin büyüklüğünü ve bir şeyler yapmamız gerektiğini bir kez daha gözler önüne serdi. Tüm dünya bu konudan muzdaripken biz Türkiye’de daha çok örnek yaşıyoruz maalesef. Bienal bu konuda elini taşın altına koymayı ve kurum ve kuruluşlarla görüşmeler yapmayı planlıyor mu?
İstanbul Bienali sanatçıların kurduğu alternatif dünyaları ve yeni dilleri izleyicilere ulaştırıyor. Bienalin hazırlık sürecinde bu alandaki yerel deneyimden ve bilgi birikiminden de beslendik. Sivil toplum örgütleriyle, akademisyenlerle, bağımsız inisiyatiflerle de birçok görüşme yaptık. Bienal boyunca çeşitli iş birliklerine de yer vereceğiz. Bilimin dilinin aktardığı meselelere sanatın diliyle farklı bir perspektiften yaklaşılmasını umuyoruz.
“Yedinci Kıta” teması ilk defa bir projeye konu olmuyor, bambaşka bir perspektiften yaklaşsa da Haneke filmi bu adla karşımıza çıkan çalışmalar arasında ilk aklıma gelenlerden. Bienal günümüzün en gündem konularından biri olan “Yedinci Kıtaya” farklı bir bakış açısı sunmak için neler yaptı?
Yedinci Kıta başlığını küratörümüz bizimle ilk paylaştığında benim de aklıma gelen şeylerden biri Haneke’nin filmi olmuştu. Kendisi direkt bu bağlantıyı kurmasa da Yedinci Kıta’nın sinemayla ilişkisine Aralık 2018’de bienalin kavramsal çerçevesini açıklamak üzere yaptığımız ilk basın toplantısında Pier Paolo Pasolini’nin filmi Uccelacci e uccelini’den bir bölümü göstererek yer verdik. Kuşlarla iletişim kurabilmek için onların dilini öğrenmeye çalışan karakterler, bu bienalin derdini çok iyi anlatıyorlardı. Bienal sırasında da Pera Film’in bu temayla ilişkili filmlerden yola çıkarak hazırladığı bir program izleyicilerle buluşacak.
Yakın zaman önce mekân değişikliği konusunda bir bilgilendirme yaptınız. Tersane İstanbul mekânlar listesinden çıkarıldı. Bunun sebebini bir de sizden dinleyebilir miyiz? Yeni mekân olarak neresi düşünülüyor?
Yaklaşık bir senedir çalışmalarımızı sürdürmekte olduğumuz Haliç tersanelerinde, bienalin gerçekleştirileceği sahadaki asbestli malzemelerin temizlik çalışmalarının henüz tamamlanamadığını üzülerek tespit edince Tersane İstanbul’u mekânlar arasından çıkarmaya karar verdik. İKSV olarak, çevre ve insan sağlığı üzerinde oluşabilecek riskleri göz önünde bulundurarak, sergi kurulumuna başladığımız bir zamanda, açılıştan 1 ay önce bu kararı almak zorunda kaldık.
Bu kararı aldıktan bir gün sonra yeni mekân arayışı sürecimizde Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) Rektörü Prof. Dr. Handan İnci ile yaptığımız görüşme sonucunda, Tophane’de, 5 numaralı Antrepo binasında inşaatı yeni tamamlanan MSGSÜ İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin, 16. İstanbul Bienali sergi mekânları arasında yer almasına karar verdik. 9. ve 12. İstanbul Bienallerinde de mekân olarak kullandığımız 5 numaralı Antrepo binasında müze açılmadan önce bienali gerçekleştirmemiz konusunda bize destek veren rektör Handan İnci, rektör yardımcısı Demet Binan ve müze danışmanı Vasıf Kortun’a müteşekkiriz.
56 sanatçıyı ağırlayacak bienalde eserler ile “Yedinci Kıta” teması arasında nasıl bir köprü kurulacak? Ne tarz çalışmalarla karşılaşacağız?
Merkezine ekofeminist çalışmaları alan ve tarih boyunca kadınları yabancılaştıran doğa-kültür ayrımının kökenlerini ve bu ayrımın ne kadar derine indiğini anlamaya çalışan Suzanne Husky; tablolarını gündelik hayatı sürdürmek için kullanılan, bir ritüel hâlini alan araçlar olarak gören Ylva Snöfrid; sanat tarihi siyasetiyle çevre siyaseti arasında Henry Moore’un eski bir heykeli üzerinden çarpışma yaratmaya çalışan Simon Starling, bienalde Yedinci Kıta’yla farklı şekillerde bağlantı kuran 56 sanatçıdan sadece üçü.
Bu sene bienal çerçevesinde karşılaşacağımız başka yenilikler söz konusu mu? Paralel etkinliklerden biraz bahsedebilir misiniz?
Bienal sanatçılarından Güneş Terkol ve Güçlü Öztekin’in kendi evrenlerinin bir yansıması olarak kurgulayacakları mekânda sergi boyunca çeşitli konserler, konuşmalar ve farklı disiplinlerde gösterimler yapılacak.
Ayrıca bienal kamusal programında Birbuçuk kolektifiyle yaptığımız iş birliği kapsamında Yedinci Kıta’yla ilişkilenen bienal boyunca kamuya açık 5 konuşma düzenlenecek.
İstanbul’da bienalle eşzamanlı düzenlenen 100’ü aşkın sergiyle ilgili bilgiye de bienal rehberimizden ve websitemizden ulaşabilirsiniz.