31 MART, CUMA, 2023

“Seçici ve İletken Olan Yalnızca Sanat Eserleri Değil İzleyicinin Kendisi de”

Sinan Eren Erk ile küratörlüğünü üstlendiği, yeni medya sanatı alanında çalışan sanatçıların son dönem eserlerini bir araya getiren, insanın organik evrimiyle makinenin dijital evriminin iç içe geçtiği “Seçici İletken” sergisi üzerine konuştuk.

“Seçici ve İletken Olan Yalnızca Sanat Eserleri Değil İzleyicinin Kendisi de”

Küratörlüğünü Sinan Eren Erk’in, yaratıcı direktörlüğünü ise Arda Yalkın üstlendiği “Seçici İletken” sergisi yeni medya alanında çalışmalarını sürdüren Abel Korinsky, Ali M. Demirel, Ahmet Rüstem Ekici, Ahmet Said Kaplan, Ceren Su Çelik, Candaş Şişman, Dilara Başköylü, Dist Collective, ha:ar, Hakan Sorar, Orhan Kavrakoğlu, Ozan Türkkan ve Selçuk Artut’un 2022 yılı içinde üretmiş oldukları eserlerini sanat izleyicisiyle buluşturuyor. “Seçici İletken”, bizim evrim süreciyle olan bağlantımız üzerinden, hem dijital hem de organik evrimin nereye gittiğine dair bir fikir vermesini amaçlıyor. “Seçici İletken” sergisinin ortaya çıkış sürecini, işlerin kavramsal çerçevelerini, küratöryel çalışmasını, yeni medyanın konvansiyonel sanat ile ilişkisini küratör ve sanat yazarı Sinan Eren Erk ile konuştuk.

Contemporary Istanbul Vakfı'nın ev sahipliğinde Fişekhane içerisinde yer alan Cocoon, Hamam ve fuaye alanlarına yayılan “Seçici İletken” sergisini 16 Nisan 2023 tarihine kadar ziyaret edebilirsiniz.

“Seçici İletken”, yeni medya alanında çalışan önemli sanatçıları bir araya getiriyor. Serginin küratörlüğünü sen üstlenirken, yaratıcı direktörlüğünü ise Arda Yalkın üstleniyor. Sergiyi ortaya çıkaran, sizleri bir araya getiren hikâyeyi dinleyerek başlayalım mı? Yaratıcı direktörün küratöryel çalışmaya katkısı nasıl oldu?

Küratör olarak bu işin daha çok kavramsal, bağlamsal tarafıyla uğraştım. “Seçici İletken”in yaratıcı direktörü Arda Yalkın ise serginin teknik olarak nasıl uygulanabileceği üzerinde çalışan, bir bakıma yardımcı küratör gibi çalıştı. Arda, konvansiyonel sanatçılar arasında teknik tarafı ön plana çıkan, bu tarafta da disiplinli çalışan sanatçılardan biri. Bu sergide de biraz işleri ayıralım daha efektif çalışalım, diye düşündük ve sergide böyle bir çalışma yöntemi uyguladık.

​Serginin ortaya çıkışı da Arda’nın “Türkiye’de yeni medya özelinde neler oluyor, keşke belgelesek” fikri üzerinden oldu. Biz onunla bunları konuşurken, “Biz böyle bir şey yapsak sen de küratörlüğünü yapsan nasıl bir şey ortaya çıkarırız?” diye sordu, ben de daha önce zaten fikir yürüttüğüm bazı konuları bu bağlamda nasıl bir sergiye dönüştürebileceğim üzerine çalışmaya başladım. “Seçici İletken”, başlığı da bundan sonra çıktı ve bu düşünceyi birlikte değerlendirdik. Serginin hem içerik hem de işleyiş fikri onun da hoşuna gitti sonrasında da bu fikri detaylandırdım. Arda, ha:ar ile bir sanatçı olarak da sergide yer alıyor. O daha çok teknik ben de kavramsal, bağlamsal taraf üzerinde çalıştım. Contemporary İstanbul Vakfı’nın ve sergi sponsorlarının da desteğiyle bu sergiyi hayata geçirdik.

1. Dilara Baskoylu, “Aşkın Dönüşümler” (Transcendent Transformations)

2. Hakan Sorar, Float Series, Cycle

“Seçici İletken”, insanın evrimsel süreci ve teknoloji devrimiyle iç içe geçen bir kurguda. Serginin kavramsal çerçevesini anlatır mısın?

İnsanın organik evrimiyle makinenin/yazılımın dijital evrimi belli benzerliklere sahip. Çoğunlukla teknolojik bir yenilik biçiminde karşımıza çıkan şeylere reddetme eğilimiyle yaklaşıyoruz. Fotoğrafın, sinemanın, ses kaydının ortaya çıkışı gibi gelişmeler başta tepkiyle karşılandı. Bunlar bir tarafta eğlence önceliği tanınan ve daha sonra işlevselliği anlaşılan ama günün sonunda hem gereksinimin hem de olasılığın sonucu ortaya çıkan şeyler. Böyle bakıldığında; insan bedeni zaten yüzyıllardır hayatta kalmak için kendi fizyolojik yapısı üzerinde değişiklik yapıyor. Evrimin getirdiği şey bu. Makine de bir sonraki nesle geçerken, evet şu an hâlâ kısmen de olsa insan kontrolünde ama kendi içinde yazılımsal olarak, yeni versiyonlar üreterek kendini mükemmelleştirmeye çalışıyor. Dolayısıyla bunlar birbirine yakın iki hayatta kalma prensibi ve teknolojik devrimin asıl üzerinde durulması gerektiğine inandığım tarafı da burada.

“Seçici İletken” ismi içinde bir oyunu barındırıyor. Başlığın ilk bölümü seçici geçirgenlik kavramına, organik evrime bir referans; ikinci kelimesi de yarı iletkenlerin keşfine ve böylece dijital evrim sürecine bir referans veriyor. Yarı iletkenlerin keşfi, transistörlerin, mikroçiplerin ortaya çıkışının temelinde yatan ilerleme. Bunlar olmasaydı bugünkü bilgisayar teknolojisi, nano teknolojiye giden süreç olmayacaktı. Yarı iletkenler keşfedilmemiş olsaydı elimizdeki veri işlemeye dayalı teknolojik imkânların da büyük bölümü olmayacaktı. Sanatta da belki sadece resim ve heykel gibi konvansiyonel disiplinlerden söz edecektik. Ancak şu an dijital teknolojilerin varlığı yeni imkânları ortaya çıkarır ve yeni olasılıklara yol açarken, bu olasılıkların nasıl kullanıldığına, nasıl değiştiğine şahit oluyoruz. Dijital tarafta yapılan şeyler son 30 yıldır belki hatta 1930’ların başında enigma makinesinin şifreleme yönteminin çözülmesiyle beraber başlayan ve bugün yapay zekâ dediğimiz veri yorumlama teknolojilerine yol açan süreçte, Marian Rejewski ve Alan Turing gibi matematikçilerin çalışmaları ön plana çıkıyor.

Bugün artık çalışan sistemlerin işlem kapasitesi, “makinenin” öğrenme hızı çok yükselmiş durumda, önümüzde hiç bilmediğimiz ufuklar var ve bu sergi üzerine çalışmaya başladığımda bunun peşine düşmek gerektiğinin farkındaydım. “Seçici İletken” sergisindeki eserlerin tamamı 2022 yılına ait olduğu için izleyiciler “Yeni medya sanatı alanında bu sene ne oldu?”, “Türkiye’den bu alana katkıda bulunanlar kim?” gibi bazı temel sorulara bir yanıt bulabilirler.

​Bir de serginin başlığını tek bir tanımlama olarak düşündüğümüzde ortaya çıkan şeyi düşünmek gerekiyor bence. “Seçici iletken” olarak tanımlamaya gayret ettiğim şey bir benzerliği işaret ediyor: İnsan elektriği iletiyor, makine bilgiyi; insan bir yığın hâlinde ona sunulmuş bilgiler içinden bir seçki oluşturarak hayatına devam ediyor onu anlamlandırıyor, makine ise bu seçkiyi daha pratik bir amaçla kullanıyor ve onu yorumlayarak hem bilginin hem de kendinin yeni versiyonlarını oluşturuyor. Kısacası insan da makine de birer seçici iletken. Tabii burada makineden kastım fiziksel olarak bir bilgisayar veya akıllı cihaz değil; veriyi işleyen, onu yorumlayan ve üreten somut ve soyut, yazılımsal ve donanımsal yapıların tamamı.

Serginin temel arayışı olan yeni medya alanında 2023’e geldiğimizde sanatta neler olmuş peki? Hazırlık çalışmaları yaparken ya da araştırma yaparken neler kaydettin? Bunun seçki sürecine etkisi nasıl oldu?

Küratöryel süreç oldukça zorluydu. Doğru eserleri, doğru bağlantılarla bir araya getirmek ve tüm bu anlam yapısının mimariyle iyi bir diyalog kurmasını sağlamak kolay değildi. Çok bilinmezli ve zaman içinde formu değişen bir denklemi, tıpkı enigma makinesindeki gibi, çözmeye çalışmaya benziyordu. Bu da oldukça heyecanlı ve verimli bir süreç demek benim için. Serginin açılışından üç ay sonra bile gezerken bana hâlâ aynı heyecanı vermesinin ardında belki de biraz bu süreç var.

Candas Şişman, Patterns of Possibilities

Aslında bu alanda son yıllarda özellikle çok fazla çalışan sanatçı var.

Evet, Türkiye’de çok kaliteli işler yapan ve hem görsel estetik hem de içerik anlamında çok etkileyici eserler üreten sanatçılar var. Sergi, tıpkı bir yazarın nasıl yazdığı, yönetmenin nasıl film çektiği gibi bir küratör için de kişisel bakış açısından temellenen bir süreçtir. Bunun yakın zamanda bir örneği Justice League filmi. Filmin gösterime ilk girdiği 2017 yılında stüdyo tarafından müdahale edilen bir versiyonu var bir de sonrasında Zack Snyder’ın kurguladığı versiyonu. Mesela iki versiyonu yan yana koyduğunda renk paletinden filmin uzunluğuna kadar büyük farklar var ve bu izlediğimiz eserin algısını tamamen değiştiriyor. Bunun ardında yatan temel faktör de yönetmenin kişisel bakış açısı ve üslubu. Dolayısıyla sergi fikrini kurgularken doğal olarak zihnimdeki imgeler ortaya çıktı, hayat görüşüm ve organik evrim ile dijital evrim konusundaki kişisel bakış açım sergiyi şekillendirdi. Eser seçkisi ve sanatçıların sergiye nasıl dahil oldukları da biraz bunun üzerine temellendi.

Sergi bu nedenle elbette kavramsal açıdan öznel bir bakışa dayanıyor ama bu sergide yer alan ve eserlerini sergileyen sanatçılar için demokratik bir alan da yaratma derdini de taşıyor. Ama tabii ki bu seçki/seçme zor kavramlar hatta “Seçici İletken”in içindeki seçmek eylemi de zor bir kavram. Burada şöyle bir şey yaptık; konsepti oluşturduktan sonra bunun üzerinden hangi sanatçılar buna dahil olabilir diye düşündüm ve metin ile birlikte kavramsal çerçeveyi oluşturdum. Ardından sanatçılara şöyle bir fikirle gittim: “Böyle bir sergi var, konsepti de bu, eğer buna dahil olmak isterseniz sizden ricam bu sene içinde ürettiğiniz ve bu konsepte uygun olduğunu düşündüğünüz bir işinizi bana önerin ki ben burada tek seçici olmayayım siz de seçici olun. Bir iş birliği içerisinde yine aynı evrim sürecinde bir diyalog içine girelim ve sergi böyle ortaya çıksın. Tek bir kişiye mal edilmeden hepimizin fikirlerinin sonunda ortaya çıksın.” Sanatçılar, küratör ve yaratıcı direktör, bu sergide bir arada, hiyerarşik olmaktan, birbirimizi tanımlayarak sınıflandırmaktan uzak şekilde çalıştık. Bir takım işi olarak görüyorum bu sergiyi.

​Yeri gelmişken küçük bir eleştiri olarak da şunu ekleyebilirim: Sergi küratörlüğün bu kadar tekilleştirilmesi, yüceltilmesi tarafına da belki bu şekilde alttan alta bir cevap veriyor. İzleyici veya eleştirmenler tarafından ne kadar hissedilir bilmiyorum ama benim arkasında durduğum fikir buydu. Hiyerarşiyi kırarak hem bir yöntem belirlemek istedim, hem de bir eleştiri yapmayı amaçladım.

Küratöryel seçimler ve bu meseleye gelmişken serginin izleyiciye sunum şekline değinelim isterim. “Seçici İletken” Fişekhane’de iki ayrı ana mekân ve bir ek alanda gerçekleşiyor: Cocoon, Hamam ve fuaye. Cocoon’da ortada bir geçiş ya da bağlantı noktası olarak adlandırabileceğimiz alanla iki kanala ayrılıyor. Sergide yer alan işler de birbirine seslenen, bir kurguya hizmet eder şekilde yerleştirilmiş. Bu kurguyu yaparken aklında neler vardı?

Aslında ilk başta “Seçici İletken” ismine karar verdiğimde bunun iki parçalı olması aklımdaki şeylerden biriydi ki başlıkta iki kelime arasında kullandığımız eğik çizgi (slash) ile yaptığımız dil oyunu da bununla alakalı. Bir şeyin seçici olması etken olması demektir. Bu durum da serginin kavramsal çerçevesinin evrimle ilgili çağrışımlarıyla beraber doğal olarak iki yol oluşturdu. Serginin mimari yapısı da bu şekilde ortaya çıktı. Seginin ana mekânı olan Fişekhane’deki Cocoon, büyük boş bir hacim. Bu hacmi mimari olarak şekillendirirken Contemporary İstanbul Vakfı’nın tecrübesi ve teknik imkânlarından yararlandık. Böylece Contemporary İstanbul fuarında kullanılan paneller bu mimari kurgunun ana malzemesi oldu. Ben de bunun üzerine yerleşim için bu panellerle üç boyutlu bir çizim hazırladım. Zihnimdeki sergi kurgusu içinde yürümeye, sergiyi farklı açılardan görmeye, yeni fikirleri önce soyut bir ortamda deneyimlemeye çalıştım. Ve tüm bunların sonunda seçici ve iletken olarak iki koridoru iki sarmal hâlinde kurguladım. Bu iç içe geçmiş iki sarmal, sanat tarihinde ve mimaride sıkça karşımıza çıkan, mükemmeli aramanın anlamına gelebilecek “altın oran” kavramını sembolize ediyor. Bu mükemmeli arayış aslında hem evrim sürecinde fizyolojik olarak devam ediyor hem de yazılımın mükemmelleşmesi, sorunsuz çalışması, doğru sonucu vermesi demek ve bu da mükemmelleşmenin bir yolu. Örneğin birer veri yorumlama teknolojisi olan makine öğrenmesi ya da çekişmeli üretken ağlar dediğimiz yapılar mükemmelleşme amacını taşır. Dolayısıyla bu iki sarmal seçici ve iletken olarak birbiri içine geçtiğinde aslında biz dijital devrimi, veri odaklı bir evrimi işin içine katarak iç içe geçmiş tasarıma ulaşıyoruz. Böylelikle biraz transhümanizme, biraz da fütürizme göz kırpan bir sergi mimarisi ortaya çıktı. Mesela insan vücudunun protezlerle, üç boyutlu yazıcılarla üretilen yapay organlarla ya da mikroçiplerle makineleşmesi, bunun hayatımızdaki yeri ve gideceği yerin ne olduğu sorgusu da bu kurgunun ardındaki fikirler arasında. Serginin yüzeydeki anlatısının derinlerinde küratöryel söylemin böyle bir yanı da var. Biraz meraklısına veya işin felsefik yönünü sorgulamak isteyenler için bir düşünme alanı yaratabilir diye umuyorum. “Küratöryel pratik ile nasıl bir anlatı oluşturulabilir?” sorusunun benim için cevaplarından biri şu: Karşı tarafa o fikri anlatmaya çalışmak ama bak bunu anlatıyorum demeden yapmak. Bu belli noktalarda işe yarıyor ya da yaramıyor. Herkesin mutlaka anlayacağı bir şey yapmak gibi bir iddam yok ortaya bir fikir atıp hem o fikirlerin nasıl şekilleneceğini hem de izleyicide nasıl bir etki bırakacağını bekleyip görmek istiyorum. Sergi böylece benim için de bir deneyime, hatta kimi zaman kendi fikirlerimi çürütmeye dahi gidebilecek bir düşünme yöntemine dönüşüyor.

Ahmet Rüstem, Wet Area 

Bu iki sarmalı oluşturan seçici ve iletken kanallardaki eserlerden biraz bahseder misin? Bu eserlerin bazıları etkileşime dayalı bazıları hâlâ kendini geliştiren eserler. Hatta Ahmet Rüstem Ekici’nin eserlerinin yer aldığı hamama geçtiğimizde daha ıslak, canlı bir zemine geçiyoruz. Bir yandan da Fişekhane yapı olarak geçmişten günümüze gelen ve değişime uğrayan bir mekân, içerisinde geleceğin dünyasına dair bir şeyler söyleyen bir sergiye ev sahipliği yapıyor.

Çok güzel bir noktaya değindin. “Seçici İletken”in vaat ettiği deneyimde Fişekhane’nin önemi büyük ve sergiyi anlamak için bu yapıdan da bahsetmek gerekiyor. Burası restore edilmiş, dönüştürülmüş mekânlardan oluşan bir alan ve aynı zamanda kendi içinde bir anakronizm barındırıyor. Geçmişten kalanların restorasyonu, gelecek kavramının olasılıkları üzerine eklendiğinde ortaya çok katmanlı bir yapı çıkıyor ve bu da bütün bu farklı zamanların birlikteliğinin oluşturduğu yeni bir anlatı yaratıyor. Sergi için de böyle bir yerde konumlanmış olması benzer bir şeye yol açıyor. Fişekhane’deki Cocoon alanının mimarisi yüksek tavanlara sahip, taş duvarlarla çevrili, ahşap ve çelikle desteklenmiş bir konstrüksiyon. Bunun içine soyut duvarları yani üzerine eserleri astığımız panelleri konumlandırmak, bu panellerle kimi odalar ve koridorlar oluşturmak ve sonra üzerlerine, aralarına eserleri yerleştirmek bir mekânsal müdahale aslında. Bunu böyle ifade etmek ne kadar doğru olur bilmiyorum ama böylelikle serginin kendisi de küratöryel bir sanat eserine dönüşüyor bir anlamda. Ancak elbette ortaya çıkan şey küratörün sanat eseri değil, mekâna özgü bağımsız bir fikirdir bence. Hamamdaki durum da böyle. Serginin mekâna daha büyük ölçekte müdahale ettiği bir örnek de ha:ar’ın geçen yıl Contemporary İstanbul’da fuar devam ederken, yapay zekâ ve robot kollar yardımıya ürettiği Disruption adlı heykel. O da bütün bu restore edilmiş alanın önünde, Fişekhane’nin ana giriş kapısının önünde, bir yeni medya, dijital gerçeklik abidesi olarak duruyor benim gözümde. Serginin bir bölümünün kamusal alana ve özellikle mekânın bu dolaşım noktasına yayılması benim için küratöryel söylemin tutarlılığı açısından önemli.

İşlere dönecek olursak; Abel Korinsky ve Orhan Kavrakoğlu’nun Mottle II adlı mekâna özgü yerleştirmeleri oldukça heyecan verici bir eser. Bu, dünya etrafında dönen özel uyduların canlı takip edilebildiği ve gerçek zamanlı verileri kullanan bir simulasyon. Aslında teknik olarak altyapısı karmaşık değil; bir projeksiyon, bir bilgisayar ve bir hoparlörden oluşuyor. Tavanı kapalı bir odanın içindeki duvara yansıtılan bir görüntü ve buna eşlik eden bir sesin birleşimi. O duvar bilgisayarın gerçekten durduğu konumda, yani Fişekhane’nin koordinatlarına ayarlandı ve duvarın baktığı güneydoğu yönüne baktığımızda göreceğimiz özel uyduların hareketlerini canlı olarak izleyiciye gösteriyor. Bu anlamda serginin yerküreyle, gezegenle, yaşadığımız gerçekliğin görünmeyen ama altyapısal olarak fayda sağlayan tarafıyla bağlantısını gösteren, sergi sınırlarının dışına çıkan bir anda bakışı yukarıya çeviren bir iş.

Merkezine iletim kavramını alan ve bunu makro perspektifte ele alan işin karşısında Hakan Sorar’ın ifade süreçlerini mikro perspektiften, çok kişisel bir şekilde, beden özelinde işleyen Float serisi var. Söylemini insanın kendini nasıl tanımladığı ve bireyin toplumdaki yerini queer bir okuma üzerinden kurguluyor. Selçuk Artut’un Geomart-ut 4 adlı bir diğer mekâna özgü eser de kendine ait bir oda içine konumlanmış durumda. Bu odaya yerleştirilmiş üç ekran, Artut’un görsel sanatlar alanındaki çalışmaları ile profesyonel müzik kariyerini izlerinin takip edilebileceği güçlü bir deneyim oluşturuyor. Odadaki sesler üç ayrı ses kaynağından yayımlanarak, üç ekranda eş zamanlı şekilde oynayan geometrik ve doğurgan bir soyutlama şeklindeki videoyla birleşiyor.

Bir başka özellikle değinmek istediğim iş ise Ahmet Said Kaplan’ın Floating Matter adlı eş zamanlı simulasyonu. Eser bir derinlik sensörü ile kamera kullanarak, ışığa ve harekete dayalı verileri eş zamanlı olarak işleyerek dev bir gözü andıran büyük bir perdeye yansıtıyor. Karşısındaki hareketi işleyip dönüştürüp izleyiciye sunan, cıvadan yapılmış bir ayna gibi yarı yansıtıcı bir görüntü oluşturuyor. Karşısındaki insanın beden hareketini algılayarak içerideki cıva görüntüsünde bir rüzgar simulasyonu oluşturuyor ve görüntüdeki yüzeyin harekete göre dalgalanmasını sağlıyor.

​“Seçici İletken”in bir diğer eseri ise Candaş Şişman’ın Moments of Patterns of Possibilities V2 adlı işi. Bu eser, serginin bir köşesini tamamen kaplayan ve tek mavi renkli duvar üzerinde yer alıyor. Sergideki bütün işler arasında tamamen dokümantasyon olan tek çalışma ve bu dokümantasyon üzerinden çok iyi bir soyutlama örneği. Tıpkı bir tavla zarındaki gibi bir ile altı arasındaki sayılardan oluşan bir sistemi kullanan, satırlar ve sütunlardan oluşan bir tablo tamamen bu sayılarla dolduğunda ortaya olasılıkların doğasına dair bir soyutlama çıkarıyor. Tamamlanan tabloların sadece dokuz tanesinin sonuçlarını bize lightbox’lar üzerinden, kare formatta son hâllerini göstererek sanatın nasıl okunabileceğini ya da yorumlanabileceğini sorgulatan, bu sergi için özel olarak üretilen bir eser bu. Buradan farklı fikirlere gidebilecek ve tıpkı ha:ar’ın sergideki lightbox’larında olduğu gibi aslında yapay zekâ üzerinden oluşturulan ancak klasik sanat disiplinlerindeki cisimleşen eserlerden bir tanesi. Sergideki bu ve diğer tüm eserler hem kendi başlarına hem de küratöryel anlatı içindeki yerleri dolayısıyla benzersiz ve özel.

1. ha:ar, Distruption
2. Ali M. Demirel, Stone Scenes

Bu noktada konvansiyonel sanattan sıyrılan yeni medyanın yeri nedir? Yapay zekâ, makine çıktısı çalışmalarda sanatçının işlevi, durduğu yer ve tam tersi sanatçıya tanıdığı imkânlar bağlamında neler söylersin? Sonuçta sanatçı bilgisayar, makine karşısına geçiyor ve işlem yapıyor, veri işliyor bu noktada. Bir diğer yandan da sanatçıların asistanları da şekil değiştiriyor. İnsan gücü ve yeteneğinin yerini teknolojik imkânlar alıyor.

Kendi adıma, sanata dokunan her alanda eleştirdiğim şeylerden birisi sanatın felsefeden, “neden?”, “niçin?” ve “nasıl?” sorularını sormaktan uzaklaşmaya başlaması. Çünkü bu durumda ortaya çıkan her şey bana tuhaf, şekilsiz, anlamsız, hissiz ve işlevsiz geliyor. Ancak bunun bir eleştiri veya bir karşı çıkış olarak bilinçli şekilde yapıldığı durumlar da var, ki aslında bunlar da günün sonunda yine o temel soruların sonucunda ortaya çıkan bir reddetme hâli. Örneğin Hande ve Arda’nın son çıkardıkları kitapta yazdığım metinde böyle bir karşı duruşu ve bilinçli tuhaflığı inceledim. Bu yüzden metnin başlığı “Yumru” oldu. “Seçici İletken”de yer alan Ahmet Rüstem’in hamamda yer alan işlerinden biri olan Mollusca adlı videosundaki organik ve şekilden şekile giren tuvalet de böyle. Artık orada tamamen araçsallaşan bir şeyden söz ediyoruz ve başkaldırı, bilinçli bir akışkanlık hâlini aldığı andan itibaren bir yumruya, sabit bir şekli olmayan bir nesneye dönüşüyor.

​Sanatçının burada zihinsel, fikirsel olarak nerede durduğu çok önemli. Orada savunduğu bir fikir varsa, bu bir ifade şekliyse onu sanat olarak adlandırabiliriz. Diğer türlü sadece teknik izin verdiği için bu yapılıyor ve güzel gözüküyor ise işte o zaman soyutlamanın bugüne kadar tartışıldığı noktaya geri döneriz. Orada artık teknikten bağımsız bir şekilde sanattan uzaklaşıldığını düşünürüm. Dolayısıyla yeni medya sanatı ve yaratıcı teknolojiler bence sanatçının kullandığı bir başka araç, bir ifade şekli, hepsi bu.

İzleyiciye “bunu ben de yaparım” demeye hak vermeyen o şey işin kavramsal, felsefik altyapısıdır, öyle değil mi?

“Bunu ben de yaparım” düşüncesi anakronik ve paradoksal bir tepkidir. Bir fikirle karşılaşırsınız, onu görürsünüz, o fikri gördükten, anladıktan sonra bunu ben de yaparım diyebilirsiniz. Peki ya o fikirle karşılaşmadan önce bunu söyleyebiliyor muydunuz? Daha önce o fikri siz de düşünmüş müydünüz? O hâlde neden uygulamadınız? Dolayısıyla burada ilk reflekse kapılmamak ve bu tepkiyi sorgulamak gerekiyor. Asıl mesele ortada henüz bu fikir yokken onu ortaya çıkartmak. Bence önemli, olan o eserin yapılma süreci, sanatçının zihinsel ve teknik alt yapısını nasıl oluşturduğu ve dahası onu nasıl ifade ettiği.

Yeni medya çalışmalarının sanat izleyicisindeki yansımaları hakkında neler söylersin? Eserler karşısındaki tepkilerini nasıl gözlemliyorsun? Bu sergi özelinde anlama ve anlamlandırma noktasında nasıl bir keşif bekliyor onları?

İzleyicinin kim olduğu çok önemli ve bu çok da zor bir soru. Çünkü bu sorunun yanıtlanabilmesi için belli kültürel ya da bilgiye dayalı, sosyolojik ve psikolojik parametreler büyük rol oynuyor ve bir küratör olarak, yaratıcı direktör ya da sanatçı olarak seçici olmamız gerekiyor. İzleyicinin bir bölümü daha deneyimli ve onlar yeni medya sanatıyla daha içli dışlılar, farklı örneklerle karşılaşmışlar, neye benzeyip neye benzemediğini biliyorlar. Bu yüzden de bu çerçevede düşünerek, geçmiş deneyimlerine dayanarak, eseri gördüklerinde bu perspektifle bir okuma yapıyorlar. Bazıları ise daha az sergi gezmiş ve sanat eseri görmüş oluyor. Gözlemlediğim kadarıyla bu kişiler nefret-saygı-hayranlık arasında çok hızlı gidip gelebiliyorlar, ki bu hepimizin yeni deneyimler karşısında verdiği tepkilere benziyor. Bazı izleyiciler ise konvansiyonel sanatla daha içli dışlılar, gözleri ona daha yatkın o yüzden konu yeni medya olduğu zaman birtakım ön yargılar devreye girebiliyor. Bu yine bir anakronizmaya sorunu aslında. Örneğin bunu 18. yüzyılda veya Rönesans Dönemi’nde konuşsaydık resim için başka bir şey söylenecekti, belki o zaman boyanın, resmin, heykelin sihirli bir şey olduğu söylenecekti. Şu anda da yeni medya sanatı daha önce görülmemiş şeyler yapıyor, bir taraftan bu hayranlık uyandıracak şonuçlara yol açabiliyor ama belki de bilgisizliğimizden ya da deneyimsizliğimizden hayranlık duyuyoruz. Bundan belki yüz sene sonra bu teknolojiler sıradanlaşacak ve artık eskisi gibi hayranlık uyandırmayacak. Dolayısıyla izleyici şahitlik, tanıklık ediyor ve sanat eseriyle karşılaştığında nasıl bir tepki vereceğini bilemiyoruz. “Seçici İletken” sergisinin kavramsal çerçevesini oluşturan fikrin arkasında bu da var. Seçici ve iletken olan yalnızca sanat eserleri değil izleyicinin kendisi de; çünkü örneğin izleyici sergideki eserler içinden birinden etkileniyor, onu diğerleri arasından seçiyor ve bir arkadaşına bahsedeceği zaman buradan edindiği deneyimin bilgisini ileterek sergiyi anlatıyor. Belki çok kötüydü, çok etkilendim ya da hiçbir şey anlamadım diyor, bu da o sürecin bir parçası. Bu serginin sanat tarihi açısından bir önemi varsa eğer bir izleyici ya da eleştirmen tarafından aktarılmaya değer bulunuyorsa, sergilerin evrim sürecindeki bir adıma dönüşmüş demektir. Bunu da izleyicinin, alımlayanın tepkisi belirliyor çoğunlukla.

Sinan Eren Erk © Emre Tarduş

Sergi bugünün yeni medya sanatı alanında üreten sanatçılarının bugüne dair bıraktığı izler toplamı. Böyle düşününce sanat tarihi açısından edineceği yeri nasıl değerlendiriyorsun? İleriki kuşaklara bir şekilde, arşivle, katalogla, fotoğrafla vb. seçilip iletilecek sonuçta.

Bahsettiğin izler statik değil aksine oldukça dinamik izler, orada kalmayacaklar ama sergi kalıyor. İşte burada bir handikap var. Aslında bir serginin dezavantajı deneyiminin belli bir süreyle sınırlanması, geçiciliği ve farklı mecralara yayılamaması nedeniyle hantallığı. O algısal süreci yaşamak için gidip sergiyi görmeniz gerekiyor ama deneyim üzerine kurgulanan bir sergi de ancak bu şekilde, beş duyumuzla bir bütün olarak deneyimleyebileceğiniz bir şey. Bugün metaverse tarafında çok gelişmiş cihazlarımız olsaydı belki bu sergi için hiç buraya gelmez, muhtemelen tamamı oradaki teknik imkânlara göre hazırlanmış eserlerden oluşan bir sergiyi o evrenede gezer ve benzer hatta belki de bunun ötesinde bir deneyim yaşayabilirdik.

​“Seçici İletken”i kurgularken bir şeyden özellikle kaçındım o da serginin bir dijital sirke dönüşme ihtimaliydi. Bu, işlerin bir sergi bağlamında ya da tekil açıdan yüzeysel ve sadece eğlendirici oluşunu tanımlayan bir kavram. Bu serginin yalnızca bir iyi vakit geçirme unsuru olmamasını, ziyaretçilerin en azından bir kısmının buradan yeni bir fikirle çıkmasını, gördüklerini, okuduklarını, karşı karşıya kaldıklarını, sanatı ve sanatın çevresindeki kavramları sorgulamalarını umuyorum. Dolayısıyla “Seçici İletken”in sanat tarihine ve literatüre bir katkıda bulunabilmesini amaçladım. Bu konuda da Arda başta olmak üzere tüm vakıf bu fikrime destek oldu. “Seçici İletken” herkesin katkısıyla ortaya çıkabilecek yoğunlukta, prodüksiyonu hem maddi hem de manevi açıdan kolay olmayan bir sergiydi bu. Katkıda bulunan, bu fikre inanan ve özveriyle çalışan herkese buradan bir kez daha teşekkür ederim.

Küratörü olarak “Seçici İletken”in deneyimlerini kendi açından nasıl değerlendiriyorsun? Yeni medya sanatına dair yeni kazanımların neler oldu?

Öncelikle uykusuzluğa ne kadar dayanabildiğimi öğrendim. İşin şakası bir yana, bu sergi benim için çok öğreticiydi. İnsan yaptığı her işte elbette yeni bir şey öğreniyor ve deneyim kazanıyor ama bu sergiyle tahminimden çok daha fazla şey öğrendim. “Seçici İletken” ortaya çıktıktan sonra her gezdiğimde yeni bir söz söyledi bana. Sadece üzerine çok kafa yorduğum küratörlük meselesiyle de ilgili değil üstelik. Buradaki deneyim, algı, insanlar, bu algının nasıl iletilebildiği, insanlarla o diyaloğun nasıl kurulabileceği, dijital sanatın -Türkiye için hâlâ algılanması zor bir yerde- nasıl aktarılabileceğine dair çok fazla şey öğrendim. Bu süreçte kendi içimde bir günlük tuttum. Aslında ben kağıt ve kalem kullanarak yazılı not tutmayı severim ama yeni medya üzerine bir sergi yaptığım için bu defa tamamen dijital ortamda not tuttum. Bu sergi güncesini sergi süresince de devam ettiriyorum ve bunun nasıl arşivleneceğini düşünüyorum. Burada sadece benim değil bir ekibin emeği var ve yeteri kadar iyi arşivlenemezse bu sergi, herkesin emeğine saygısızlık edermişim gibi hissediyorum. O yüzden sergiyi mümkün olduğunca iyi arşivlemek ve sonraki dönemlerde de geriye bakıp “O zaman neredeydim, ne düşünüyordum?”, “Bugün neredeyim, şimdi ne düşünüyorum?” sorularını kendime sormak istiyorum. Her sergi kendi açımdan gelecekteki kendime bıraktığım notlara dönüşüyor böylece.

0
3754
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage