20 Ağustos Cumartesi gecesi yatmadan evvel Facebook’ta gezinirken tanıdık bir sima dikkatimi çekti, altında yazansa bir anda kalp sızısı yarattı: “Çok sevdiğimiz kıymetli bir arkadaşımızı daha kaybettik. Üzüntümüz büyük”. Fotoğraftaki sima Sedat Pakay’dı ve ben konduramadığımdan olsa gerek internette gezinip bunu doğrulayacak bir haber bulmaya çalıştım. Başka hiçbir yakın tarihli haber göremeyince de bir miktar rahatladım. Ertesi gün yine ilk işim bununla ilgili bir haber aramak oldu, ama çok bir şey bulamasam da oğlunun ve bazı başka dostlarının paylaştığı fotoğraflar acı gerçeği kabul etmemi sağladı.
Fotoğrafçı ve belgesel sinemacı Sedat Pakay’la on küsur sene önce (2003’te) Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde açtığı “New York 1966-2002” sergisi sırasında tanıştık. Daha önce adını duymuştum ama ABD’de yaşadığı için tanışmamıştık. Serdar Darendeliler’den sergi kataloğuna bir yazı yazması istenmiş, o da yazıda kullanmak üzere bir söyleşi yapmıştı. Bu sergi süreci bizi birkaç defa bir araya getirmiş ve bu çok mütevazı aynı zamanda içten insanla güzel zaman geçirmemize vesile olmuştu. Daha sonra İstanbul’da bulunduğunda bir araya geldiğimiz az sayıda fırsat yakaladık veya e-postalar aracılığıyla yazıştık. 2005 yılında Geniş Açı’yı yaşatmak için son bir çaba olarak düzenlediğimiz “Fotoğraf Al Destek Ver” kampanyamızdan haberdar olduğunda ilk katılanlardan biriydi Sedat Bey. Bütün bunları düşününce kendisiyle ilgili vakit geçirmeye doyamamışlık hissi yaşadığımı düşünüyorum. Keşke daha fazla görüşebilseydik, davet ettiği New York’un kuzeyindeki Hudson’daki evine gidip kalıp uzun sohbetler edebilseydik diyorum ve özlüyorum.
Sedat Pakay’ın fotoğrafla haşır neşir olmaya başlaması Robert Kolej’de ortaokulda okuduğu döneme denk gelir. Babasının hediye ettiği bir Rolleiflex’le fotoğraf çekmeye başlar, bu filmlerin banyosu için gittiği bir fotoğrafçının karanlık odası ise onu büyüler, arkasından okulda arkadaşlarıyla bir fotoğraf kulübü kurar ve 1963 yılında Robert Kolej üzerine bir röportaj yapan Ara Güler’le tanışır. 1964 yılında ilk profesyonel sayılabilecek işiyse İstanbul üzerine tutkusu ve kitaplarıyla da bilinen Profesör John Freely’nin yayınlayacağı Stamboul Sketches kitabı için İstanbul’un tarihi mekânlarını Freely ile beraber dolaşarak görüntülemesi olur.
Yine bu dönemde Aliye Berger ve o sıralar İstanbul’da yaşayan Amerikalı yazar James Baldwin’le tanışır ve onların portrelerini çekmeye başlar. Şüphesiz ki, Pakay’ın çok iyi bir portre fotoğrafçısı olmasının arkasında bu iki kendine özgü insanla çok genç yaşta tanışıp dostluk kurmasının ve bu sayede onlar hakkında bir sergi açabilecek kadar çok fotoğraf çekmesinin etkisi var.(1) Bu dönemin ardından 1964 yılında Özer Kabaş’ın da ısrarıyla Yale Üniversitesi’ne başvuran ve kabul edilen Pakay, orada Walker Evans’la birlikte çalışma fırsatı bulur. Bu karşılaşma ve yaşanan öğrenci-hoca ilişkisinin ötesine geçip Evans’ın evinde Fransız romanından Osmanlı tarihine uzanan sohbetlerle pekişen dostluk, tahmin edilebileceği gibi Pakay’ın hayatını önemli bir şekilde etkiler.
Yale günlerinin ardından fotoğraftan filme geçmeye niyetlenen Pakay’ın ilk filmi de ilk göz ağrısı fotoğraftan gelir ve Walker Evans üzerine bir film yapmaya karar verir. Bahsi ilk açıldığında film için pek de istekli olmayan Evans’ı sonunda ikna eder ve 1969’da Walker Evans: His Time, His Presence, His Silence isimli yirmi iki dakikalık siyah beyaz bir kısa film yapar. Bu, 1999’da yapacağı daha kapsamlı bir Walker Evans belgeselinin (Walker Evans: America) temeli ve kendisinin de sinemaya ilk adımıdır. Hemen ardından 1973 yılında bitireceği ve yine bir başka dostu olan James Baldwin üzerine James Baldwin: From Another Place filmini yapar. Biz tanıştığımız sıralarda üzerinde çalıştığı son filmi olan Josef and Anni Albers: Art is Everywhere ise 2006 yılında tamamlanır.
Aslında Sedat Pakay’ın en önemli işlerinin portreler olduğunu söylemek yanlış olmaz. Sanıyorum insanî münasebetlerdeki yeteneği ve içtenliği, yaratıcılığını ortaya koyduğu fotoğraf ve film alanındaki işlerinin de temelini oluşturuyor. Fotoğrafları arasında en çarpıcı işleri çektiği portreler diyebiliriz. Zaten Yale’deki tezini de portre üzerine yapan Pakay, portreye ilgisini şöyle ifade ediyor: “Beni fotoğraf çekmeye iten, yüzlerdir. Portreler her zaman çok ilgimi çekiyor. Bir yerde insan yüzlerinin koleksiyonculuğunu yapıyorum. İnsan fotoğrafı ilgilendiriyor beni.“ (2) Tezi üzerine konuşurken de şöyle diyor: “Yapı Kredi’deki sergideki portrelerin bir kısmını 1968’de Yale Sanat Okulu’ndan mezun olmak için hazırladığım tez için çektim. Portrenin geçmişi, resim sanatında portre, fotoğrafın çıkışıyla portre olayının daha demokratik bir düzleme inmesi gibi konular o dönem kafamı meşgul ediyordu. Bunun üzerine insanları kendi çevrelerinde fotoğraflamaya karar verdim. Edward Steichen, Walker Evans, André Kertész, Robert Motherwell ve karısı… On iki fotoğraftan oluşan bir portre serisi hazırladım.” (3) Tabii Sedat Pakay için portrenin sadece fotoğrafla sınırlı kalmadığı da söylenebilir. Üç filminin de alanındaki önemli insanlar hakkında olduğu bir gerçek, ancak bu filmlerin önceden kişisel bağı olan insanlar üzerine olduğunu da unutmamalı. Bu filmlerden Evans ve Baldwin üzerine olanlar, aralarındaki dostluk sonucu ortaya çıkıyor. Joseph Albers ile de tezi için -eğitim gördüğü kurumun eski yöneticisinin- fotoğrafını çekmek üzere tanıştığını ve sonradan kendisi hakkında bir film yapması için Albers’ın adını taşıyan vakıf tarafından davet edildiğini unutmamak gerek. Bu örnekler, Pakay’ın sadece alanının önemli bir isminin filmini yapayım diye yaklaşmadığını, bir bağın her zaman gerektiğini düşündürtüyor. Portre için en temel gerekliliğin karşıdaki insanla bir bağ kurmak ve insanî bir ilişki geliştirmekten geçtiği düşünüldüğünde, Pakay’ın filmleriyle fotoğrafları arasında bir paralellik olduğunu düşünüyorum.
Uzun süredir yurt dışında yaşadığı için Türkiye’de çok tanınmayan, fotoğrafları aralarında MoMA, Smithsonian Museum, Metropolitan Museum of Art, Getty Museum’un da olduğu çeşitli müzelerin koleksiyonlarında yer alan, belgeselleri ABD’de çeşitli televizyonlarda milyonlar tarafından izlenen Sedat Pakay, işlerinin yanı sıra insanlara olan yaklaşımıyla da büyük bir ilham kaynağı. Fotoğraf ve film alanındaki uzun yolculuğunun başlarında çok önemli karşılaşmalar yaşamış ve daha önemlisi bu karşılaşmalardan çok şeyler öğrenmiş bir isim. 2003’te Serdar ile yaptığı söyleşide New York’ta 60’ların ikinci yarısı çektiği fotoğrafları ilk defa gözden geçirdiğini söylerken bunu Walker Evans’ın deyişiyle turşulamak olarak adlandırmıştı. (4) Eminim bizim bilmediğimiz işlerinin de olacağı başka sergiler açılacak ileriki yıllarda; kendisi de beyefendiliğiyle, alçakgönüllüğüyle, içtenliğiyle ve hoş sohbetiyle hep hatırlanacak.
(1)İlk sergisi ‘Aliye ve Jimmy’i, Robert Kolej’in yükseğine başladığı dönem açmış. Ayrıca James Baldwin’in iki bine yakın fotoğrafı da var arşivinde.
(2)26 Şubat 2003’te Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi’nde filmlerinin gösterimi sonrası gerçekleşen söyleşiden. Söyleşinin tamamı için: http://www.mafm.boun.edu.tr/files/233_Sedat_Pakay.pdf
(3)Geniş Açı Fotoğraf Sanatı Dergisi, Sayı 28, 15 Mart-15 Mayıs 2003. Söyleşinin tamamını okumak için: http://www.gapo.org/SedatPakayGA28SergiSoylesi.pdf
(4)“Bu arada turşulamak sözü Walker Evans’ın: “You take a photograph, pickle it for thirty years, then it becomes a historic document” (Bir fotoğraf çekersin, onu otuz yıl turşuda bırakırsın ve sonunda tarihi bir doküman haline gelir).” Yukarıda bahsi geçen söyleşiden…