26 TEMMUZ, SALI, 2016

Şehrin Sınırları İçinde Kurtarılmış Bir Ada

Vejetaryen ve vegan yemekleriyle meşhur olmuş Beyoğlu’nun en eski restoranlarından biri olan Zencefil’e giriyorum. Boş mekânın içinde televizyondan duyulan “son dakika” haberleri yankılanıyor. Şimdi Ali Emir Tapan ile karşılıklı oturuyoruz. Sessizliği o bozuyor. Konuşmaya başlıyoruz. Sanatçının çalışmaları, ilk gençliğinin geçtiği Beyoğlu, kusursuz olma hali ve gelecek hakkında sohbet ediyoruz. 

Şehrin Sınırları İçinde Kurtarılmış Bir Ada

İlk gençliğinizin geçtiği sokaklar, Taksim-Tünel arasındaki o yol, Beyoğlu’nun atmosferinin şimdiki zamana yansımasını bize anlatır mısınız; sanat yaşamınızı nasıl etkiledi? 

Bu tip konularda, ıslak bir nostaljiye girmenin manasız olduğunu düşünüyorum. Fakat bütün bu normalleşme sürecinde, Beyoğlu para haracamadan var olamayacağın bir yer haline geldi. 1990’lar sonunda, bahsettiğin dönemde geçirdiğimiz zamanın özelliği, Beyoğlu’nun ne tükettiğinle değil, ne ürettiğinle alakalı bir alan olmasıydı.

Otoritelerin ve bürokrasinin dünya tarihinin geri kalanı boyunca anlamayacağı şey; alt kültür mü dersin yan kültür olarak mı tanımlarsın bilmiyorum ama bu kültürlerin varlığının bir özgürlük alanı olup, bunun aslında varoluşsal bir ihtiyaç olduğu. Özgürlük kavramının, toplumsal otoritelerin gözünde ne denli bir değer taşıdığı da tartışlır gerçi, o ayrı.

Beyoğlu gibi alt kültür alanları, aynı zamanda bir benzerlik ötesi, bireysel kimlik arayışı alanları da. Genç insanların birey olabilmesi, kendini bir başkasının gözüne ihtiyaç duymadan tanımlayabilmesi, kendini anlayabilmesi için bu tip alanlara ihtiyaç var. Bu alanlar normalize edildiğinde, basık, sıkışık bir sıradanlıktan başka bir ihtimal kalmıyor. İnsanın kimliği ve özgürlüğü, temelde ne tükettiği değil, ne ürettiği ile alakalı. Sıradanlık ise, kişinin önemi ve özgürlüğünün ne ve ne kadar tükettiğiyle direkt korelasyonda olduğunu dikte eder. Zaten bahsettiğim normalleşme de bu sıradanlığın, şehirdeki bütün bireysellik alanlarına bir hastalık gibi yayılıyor olması.

Ali Emir Tapan ©Nazlı Erdemirel

Tezer Özlü Avusturya Lisesi’nde okuduğu yılları “çocukluğumun soğuk geceleri” olarak tanımlıyor. Siz Alman Lisesi dönemini nasıl tanımlıyorsunuz?

Bir okul öğrencisi olmayı hiçbir zaman sevmedim. Buna rağmen, Alman Lisesi’ne borçlu olduğum bir şey yok demek de olmaz. Alman eğitim anlayışının temelinde, birey yetiştirmek değil, var olan sistemler içerisinde en verimli olacak insanları yetiştirmek yatıyor. Bu yüzden de genelde ya ciddi biçimde düzen ve sıradanlık bilincine sahip ya da aynı ciddiyetle bireyselliğine düşkün kişiler yetişiyor. Bu tabii bazı konularda çok şanslı olmadığım anlamına gelmiyor. Mesela Jean Paul Sartre’in Bulantı’sını bana, hâlâ Alman Lisesi’nde Din Kültür ve Eğitimi öğretmenliği yapan İsmail Coşkun vermişti. Tanıdığım kimsenin bu kadar aydınlık bir din öğretmeni olduğunu sanmıyorum. 

Yakın dönemde takip ettiğiniz sanatçılar kimler? Genç sanatçıların çalışmalarındaki yönelişleri nasıl buluyorsunuz?

Eylül ayında Ece Bal’ın Space Debris’deki solo sergisinin küratörlüğünü yapacağım. Bu benim ilk küratörlük tecrübem olacak. Ece Bal ve Space Debris’nin yöneticisi Seyhan Musaoğlu’nun bana güvenmeleri pek hoş. Bunun dışında, Gül Hatun Yıldırım’ın performanslarını çok kuvvetli  buluyorum. İstanbul’da bir sürü heyecan verici, güzel şey oluyor. Ne kadar sıralasam, birkaçını unuturmuşum gibi geliyor.

Benden daha genç sanatçılarla konuşurken, bazen ciddi bir kuramcılık ile karşılaşıyorum. Sabit fikirli olmak ne kadar kafa rahatlatıcı bir şey olsa da, pek özgür bir dünya algısıymış gibi gelmiyor. Bu tip bir yaklaşım, belki de pratiğimin altında özgür olmak ihtiyacı yatıyor olduğu için bana garip geliyor. Benim için herhangi bir üretim, kendine ait olanı aramak ve bu süreçte belli riskler alarak özgürleşmekten geçiyor. Bir kitap veya “hocam” tipi bir otorite figürü tarafından dikte edilmiş doğrulara sıkışıp kalmak da bu yaklaşımla pek örtmüşüyor tabii.

Ali Emir Tapan ©Nazlı Erdemirel

Çalışmalarınızda izleyiciyi çoğu defa masalsı bir dünya ile karşı karşıya bırakıyorsunuz. Anlattığı konu çok sert ve şiddetli olsa da yarattığınız atmosfer tam tersini işaret ediyor. Bu çatışmadan bahsedelim mi? 

Bence burada, bir çatışmadan çok, bir yandan dönüşüm, bir yandan da izleyiciye neyi görmeyi seçtiğini hatırlatmak durumu söz konusu. İşlerim üzerinden belli bir fikri dikte etmesem de, formalist eserler de değiller. İzleyici eser ile yalnız kaldığında kendi algısıyla yüzleşmeyi seçebilmeli. Şiddet her dönüşüm sürecinin temelinde baki zaten. Güneş, bütün hayatın merkezindeki bir şiddet objesi. Zamanın da, sonuçta şiddetin en saf formu olduğunu unutmamak lazım. Anlatım ve konu arasındaki, çatışma olarak adlandırdığın ilişki, aslında tamamen neden korkup neden korkmadığın ile alakalı.

“Katı bir gerçeklik anlayışım yok, hayali olanla gerçek olanın arasında ciddi bir mesafe olduğunu düşünmüyorum.

İzleyici sizin işlerinizle karşı karşıya kaldığında onu ne tür bir şiddet bekliyor? Sizce şiddet estetik bir hale dönüşebilir mi?

Şiddet ile saldırganlık ayrımını yapmamız lazım. Şiddet bir hareket formu, dönüşüm süreci iken, saldırganlık bunun üzerine nerfret duygusu yüklendiğinde orataya çıkan reaksiyonun adı. Nefret jenerasyondan jenerasyona aktarılan bir hastalık. Şiddet bu akışın tamamlayıcısı sadece. Bir haklılık kültürü söz konusu. Benzerliğin, birey olmaktan daha önemli ve değerli olduğu bir toplumda yaşamamızdan kaynaklanıyor bu. Nefret bu haklılık ihtiyacının besleyicisi, bir kimliksizlik kültüründe kendini tanımlama aracı olarak ortaya çıkıyor. Şiddeti kültürel, insani kullanımlarından arındırmak, bir süreç ve zerafete ulaşma aracı olarak kullanmak kendi başına bir söylem bence. İzleyici algısına çok karışan bir sanatçı değilim. İşlerime gereğinden daha net anlamlar dikte etmenin onları basitleştireceğini düşünüyorum.

Kişisel serginiz “Kusursuz Gün”de “yüksek ısıya maruz kalmış cam heykeller, kurşun delikleri ile oluşturulmuş motifler, kaza geçirmiş arabalar”ı gördük. Bu işleri metafor olarak nasıl yorumlayabiliriz?

“Kusursuz Gün” (Perfect Day) sergisi kusursuzluk anının geçiciliği üzerine kurulu. İzlediğimiz iki saatlik bale temsilinin arkasında inanılmaz şiddet dolu bir prova, antrenman, temrin süreci var. Bir temsilin geçiciliğinde var olabilen bir kusursuzluk denemesi söz konusu. Kaza geçirmiş arabalarda da iş tersine dönüyor. Kaza anının, bütün gelişimin zirvesi olduğu bir durum söz konusu. Üretim ve sunum sürecinde, bir fikir üzerine gidiyorsam, ters yöne de gitme ihtiyacı duyuyorum. Bu gerilim, hem esere, hem de sergiye boyut kazandırıyor.

Kusursuzluk” kavramını siz nasıl tanımlıyorsunuz?

Olmayan bir şey. Olmayan şeyler zaten beni daha fazla heyecanlandırıyor ve ilgilendiriyor. Kusursuzluk var olan bir noktadan çok sürecin adı. Kusursuzluk ütopik bir durum. Ütopik de zaten etimolojik olarak olmama durumuyla alakalı bir kelime.

Ben tüm öykülerimi bir kedinin perspektifinden yazıyorum. Sizin de bir işiniz, fotoğraflarla bir sokak köpeğinin hikayesini anlatıyor. Bu işinizden bahsedelim mi?

İsimsiz (Köpek) yerellik ile ilgili bir proje. 1,5 yıl boyunca gece arabayla çıkıp İstanbul’da insanların yaşamadığı ama içinden geçtiği otoyolları, ormanları, köprü altlarını, insanların yaşam alanı olmayan geçiş alanı olarak kullandıkları yerlerde yaşayan köpek sürülerini çektim. Köpek insanın kültürel olarak direkt bir uzantısı. Köpeğin totem olarak insan hayatında neyi temsil ettiğini düşünmek lazım. Bu köpekler evcil değiller. İnsan habitatında yaşamıyorlar, paylaşmıyorlar. Bu yaşam biçiminin, köpeği bir totem hayvanı olarak gördüğümüz zaman, nasıl bir alegorik ürün ortaya koyduğunu düşünmek ilgimi çekti.

Bu kadar “soy sop, nerelisin kimlerdensin” gibi konuların önemsendiği toplumda ilginçtir ki köpekler, aslında hepimizden daha çok İstanbullu. O seride şehrin kimin olduğu, yerli olmanın, birey olmanın, aitlik kavramının ne demek olduğu gibi sorularla ilgilendim. Bu aralar, bu seriyi Mihda Koray ile kitaplaştırıyoruz.

Şiirsel güzellik ne demek? 

Güzellik tehlikeli bir kelime. Her eserin insanla ilgili ve dolayısıyla politik olduğunu öne süren söylemi duymuşundur. Ben de aynı yerden yola çıkarak, her eserin insan ile ilgili, dolayısıyla şiirsel olduğunu öne sürebilirim.

“Hayatta her şey mümkün. Ama nasıl yapacağını anlamak biraz problematik olabiliyor."

Diane Arbus siyah beyaz ve hep kare kağıda basılmış fotoğraflarında tema olarak cüceleri, çıplaklar kampındakileri, çirkinleri, düşkünleri ele alır. İzleyiciye in-yer-face şeklinde onları gösterir. Sizin sirkinizde de ucubelere yer var mı? Sirk kavramı sizin için neyi tarif ediyor? 

Arbus’un kendisini fotoğrafını çektiği insanlardan farklı bir yerde konumlandırdığını düşünmüyorum. Değişik hikayeleri salt bir netlikle izleyiciyle buluşturuyor. Ben ütopik naratiflerle ilgileniyorum bu aralar.  Sergilediğim sirk topu ile Gürcistan’da karşılaştım.  19. yüzyıldan kalma Rus sirkine ait bir akrobat topu.  Bu sirk topu, alegorik bir seviyede, başka bir dünyanın ihtimalini ortaya koyuyor ve aynı zamanda formu gereği başka bir gezeni de andırıyor. İnsan olmanın başka yolları olduğunu ortaya koyuyor. Yani, sirkin kendinin ne olduğundan çok neyi temsil ettiği ile ilgileniyorum. Eski Rusya içinde bu sirk topu, 1. Dünya Savaşı’nı görüyor, daha sonra devrim görüyor, kültür alt üst oluyor, yeni kültür oluşuyor, ardından 2. Dünya Savaşı’nı görüyor. Bundan sonra Sovyetler Birliği’nde seyahat edip kendini Gürcistan’da buluyor. Benim sergideki sunumumda da gezegen gibi konumlanıyor. Ben bu topun, Kapalı Çarşı’da 14 cm genişletilmiş halini yani bir replikasını sundum. Dolayısıyla geçmişte temsil ettiği anlamı, ütopik bir düyanın temsili olarak görürsek, büyütülmüş bir verisyonunu sunarak çok daha kitch ve hayali bir halini izleyici karşısına çıkarmış oluyorum. 

Ali Emir Tapan ve Ege Işık ©Nazlı Erdemirel

Çok fazla seyahat ediyor musunuz?

Karmik bir göçmenlik durumum olabilir. Sürekli hareket ediyorum, gitmek lazım. Yerel ruhlu bir insan değilim. Küçük yer, kasaba da sevmem mesela. 

Bitpazarları, antikacılar, sokak satıcıları bir sanatçının çalışmalarında kullanacağı materyalleri bulacağı yerler olabiliyor. Sizin malzeme toplama kaynaklarınızı öğrenebilir miyiz? 

Sanayi mahallesi, endüstriyel zehirli olmayan atık toplayabileceğim alanlar, kapalı çarşıdaki mine atölyeleri, izolasyon malzemesi satan dükkânlar, havuz temizleme tuzu satanlar, kimyagerler, sanat malzemesi kırtasiyelerinden çok, tamirci atölyeleri, endüstriyel üretim alanları... Malzeme toplama yerlerim bunlar. 

Gelecek projelerinizi öğrenebilir miyiz? Bizi neler  bekliyor? 

Yeni bir video üretiyorum ve daha önce de dediğim gibi Mihda Koray ile bir kitap üzerinde çalışıyoruz.

0
11002
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage