Küratör Anissa Touati, bu yıl CIF Dialogues kapsamında Contemporary Istanbul’un konuklarından biri olacak. “Sanat, Mimarlık ve Alanlar” adlı panelin katılımcılarından biri olan Touati, konuşmasında bir küratör olarak deneyimlerini aktaracak.
20-23 Eylül’de gerçekleşecek Contemporary Istanbul öncesi bağımsız küratör Anissa Touati ile sohbet etme fırsatı yakaladık. Kendisiyle küratöryal deneyimlerinden Türkiye sanat sahnesi üzerine düşüncelerine, geçmiş sergilerinden gelecek projelerine kadar pek çok şeyi konuştuk.
CIF Dialogues tarafından bu yıl gerçekleştirilecek olan “Sanat, Mimarlık ve Alanlar “adlı panelin konuşmacılarından birisiniz. Konuşmanızda nelere dikkat çekmeyi düşünüyorsunuz?
Bir küratör olarak deneyimlerimi hissettirmek istiyorum. Sıra dışı yerlerde sergiler açma imkânım oldu (halka açık yerler, kullanılmayan binalar ve açık hava) ve ikonik yerlerde çalıştım; Lübnan’da Oscar Niemeyer tarafından tasarlanan Uluslararası Tripoli Fuarı, Meksika’da Anahuacalli Müzesi ve Japonya’da eski geleneksel bir köy olan Gose şehri gibi… Her zaman sanatçılarla sergi alanı arasında bir bağ ve iletişim kurmaya çalıştım. Aslında yapmak istediğim fiziksel ve psikolojik deneyimler arasında bağ kurarken alanı da sanatçıya ve çalışmasına bireysel olarak bağlamak. Sergimi samimi bir performans olarak hayal ediyorum.
Alanı daha çok vücudun bir uzantısı, bir hikâye, bir kişi olarak düşünüyorum. Bu uzantı dolayısıyla bir duygunun gerçekleşmesi, bir öneri, yaşayan vücudun form bulması. Her zaman alana saygı duyma gayreti gösteriyorum, neredeyse bir ritüel gibi.
Contemporary Istanbul’u daha önce ziyaret etmiş miydiniz? Pek çok uluslararası fuar ve sergide görev almış bir küratör olarak yorumlarınız neler?
Bu ziyaretim ilk olacak. Bence bu fuar kendini pek çok iyi insanla çevrelemiş, fuarın direktörü olan Kamiar Maleki, yoğun ilgisiyle sanat dünyasında uluslararası tanınan bir isim.
Aslında İstanbul’a ilk kez üç yıl önce bienal için gelmiştim. Bu değişken politik ortamda bile Türk sanat sahnesinin coşkusundan gerçekten etkilenmiştim. Bu izlenime daha önce Meksika’da rastladım. Meksika ve Türkiye çevresel kabul edilen iki ülke ama aynı zamanda bölgesel ve küresel dinamolar, iki dünyadan geçit gibi. İkisinin de sanat sahnelerini zorlayan güçlü koleksiyoncuları var ve aynı zamanda kamu sektörü yatırımları asıl öncelik değil.
Türkiye sanat piyasasını takip ediyor musunuz? Uluslararası sanat pazarıyla karşılaştırıldığında görüşleriniz neler?
Türkiye sanat piyasasında daha ziyade Türkiye sanat sahnesini takip ediyorum. Hissettiğim şu ki Türkiye’nin ciddi bir koleksiyoncu topluluğu var ve sadece Türk sanatçılardan oluşmuyor. Koleksiyonları sadece bölgesel değil aynı zamanda uluslararası, dünyanın her köşesinden sanatçıları bir araya getiriyorlar, sonuç olarak yurt dışından gelen galerilerin satış yapma şansı bir Türk galeriden farklı olmuyor. Aynı zamanda Avrupa, Asya ve Orta Doğu arasında bir geçiş ülkesi olan Türkiye adım adım sanatın merkezi olma konusunda ilerliyor.
Palais de Tokyo’dan Art Basel Miami’ye kadar pek çok serginin ve bağımsız projenin küratörlüğünü yaptınız. Aynı zamanda pek çok kamuya açık alanda ve terkedilen binanın dış cephesinde de çalışmalarınız var. Sizin için projelerinizden hangisi unutulmazdı?
Luna Park, Art Basel Miami 2012 için çalışmış olduğum, proje küratörlüğünü yaptığım ilk dış mekân projesiydi, Bass Müzesi önündeki sahilde gerçekleşmişti. Fransız sanatçı Kolkoz ile çalışmıştık. Apollo 11’in aya iniş alanını tekrar canlandırmışlardı. Bu projede Kokoz’un üyesi olan Samuel Boutrouche ile çok zaman geçirdim, projenin yapım aşamasında çok güzel bir etkileşimimiz oldu. Bu çalışma gerçekten çok yoğundu çünkü kumdan kraterleri her gün tekrar inşa etmek zorundaydık.
Aynı zamanda 2013 yılında Alman sanatçı Tjorg Douglas Beer ile birlikte küratörlüğünü üstlendiğim Brüksel’deki çalışmam Stalactica benim için çok önemliydi. Art Brussels için gerçekleştirdiğimiz bu proje için şehir merkezinde bulunan eski bir fabrikada, Belçikalı altı önemli koleksiyoncunun yardımını almıştık. Aynı zamanda iki önemli sanatçı şefin, James Edward Henry ve Svante Forstorp’un liderlik ettiği 120 kişilik bir performatif akşam yemeği organize etmiştik. Açılışta o kadar çok insan vardı ki 2 saat boyunca çalınır korkusuyla Yoko Ono çalışmasının yanından ayrılmamıştım.
Venedik Bienali açılışında gerçekleştirmiş olduğunuz Yodeling Circus projenizden bahsedebilir misiniz?
Marc-Olivier Wahler ile birlikte küratörlüğünü üstlendiğim bu projede, San Servolo Adası Chalet topluluğu, Fransız sanatçı Kolkoz ve Alman sanatçı Gregor Hildebrandt’ın yardımlarıyla 55. Venedik Bienali için birleştik. Bu proje bilinen sirk temasını işledi fakat onu başka bir seviyeye taşıdı. Sirk başından beri dairesel bir sahne etrafında organize olan sanatçılar topluluğudur ve bugün bizim sirke olan Batılı yaklaşımımız bu etkiyi Antik Çağ’daki Romalı oyunlarından alır. Bu şov ise bu çevreyi tekrar hayata geçirdi.
Kolkoz, hat gibi çalışan bir veledrom inşa etti, bu sirkin ringi oldu. Bu çalışmayla sanatçılar manzaranın asla seyahat etmeyeceği fikrine karşın bir bisiklet tekeri içinde şehir manzarası seyri hissi vermeye çalıştılar. Yolculuk bir döngüdür ve görüntü her zaman başladığı yere döner.
Bu ters düz orantı aynı zamanda Gregor Hildebrandt’ın eserlerinde gözlemlenebilir. Hildebrandt manyetik bantlar kullanarak fütüristik perdeler oluşturdu, aynı zamanda Fellini’nin La Dolce Vita’sından esinlenerek İtalyan kültürünün izlerini taşıdı. Bir Yodel yarışması düzenlendi, Antik Çağ’da iletişime dönen, teknolojinin her yerde olduğu günümüzde temele dönme arzusu taşırcasına.
Babylon Baby video programıyla Berlin Art Week’te yer aldınız. Projenin ana teması neydi?
Bu proje katılan diğer sanatçılarla birlikte Orta Doğu’dan Babil’e uzanan bir rüya yürüyüşüydü: Basir Mahmood, Amanullah Mojadidi, Roy Dib, Barbad Golshiri, Emeric Lhuisset, Raafat Hattab, Dor Guez, Ammar Al Beik, Mehraneh Atashi, Niaz Azadikhah ve Abdulnasser Gharem. Doğu’yu ele aldığımızda, tarihi hem çağdaş hem eski; manzaraları, kültürü ve dilleri bize Babil’i anlatır. Birlik, güzellik, umut, aşk, hırs, savaş, bölünme, karışıklık, mucizeleri ve efsaneleri… Babylon Baby bir cennetin mahvolmasından ve bir cennetin yeniden doğmasından bahseder.
Önümüzdeki sezonda gerçekleştireceğiniz projelerden bahseder misiniz?
2017'den bu yana küratör Karina El Helou ile platformum Anissa Touat Şirketi’ni içeren Meksika ve Lübnan arasında süren bir iş birliği yapıyorum. Meksika sanat sahnesine dair bilgiyi birikimimi, ülkeyi gezmek için harcadığım beş yıl boyunca edindim. Bu bir sergi oluşumuna sebep oldu. BeMA müzesi ve STUDIOCUR/ART tarafından düzenlenen, Rashid Karami Uluslararası Fuarı'nda yer alan ve Mimar Oscar Niemeyer tarafından Kuzey Lübnan'da Trablus Kalesi’nde tasarlanan, çökme sürecinin döngüleri 22 Eylül'de bir ay boyunca sergiye açılacak. Bu proje için Meksikalı sanatçılar Jose Davila, Edgardo Aragon, Damian Ortega, Fritzia Irizar, Gabriel Rico, Emanuel Tovar, Jorge Mendez Blake ve Pablo Davila ile çalışıyorum.
Ayrıca Ekim ayı için son üç yıl boyunca tüm seyahatlerimde tanıştığım sanatçıları; Lawrence Weiner, Matias Duville, Gwladys Alonzo veya Deniz Gül’ü bir araya getirerek İstanbul'da Ciacef Vakfı’nın açılış sergisi olacak bir proje geliştiriyorum. Haliç limanıyla yeni bir sığınak olarak oynayacağız. Sergi programı, bizim tanımlarımıza ve gerçeklik algılarımıza müdahale etme arzusunda ve daha da özel olarak, yoğunlaştırılmış renk, yazı ve tüm duyuları kullanarak zamansallığın görünüşleri ve kodlamaları ile oynamak için burada olacak.
Genç küratörlere tavsiyeleriniz neler?
Meraklı olmalılar. Seyahat etmekten ve içinde bulundukları düzenli ortamı değiştirmekten korkmamalılar. Her şeyden önce sanatçılarla vakit geçirmeliler, sadece internette çalışmalarına bakmak ya da sergilere gitmek değil, işlerini anlamak için onlara eşlik etmeli ve zaman ayırmalılar. Bağımsız bir küratörün işi kâğıtta romantik ve özgür görünüyor ancak bunun da bir bedeli var. Diğer bir deyişle meslektaşlarımın birçoğu ile neo-kâşif olarak durmadan seyahat ederek özel hayatımızı bir kenara bıraktık. Bu bir seçim ancak biz bu seçime tutkulu bir şekilde bağlıyız.
Ben toprakları ülke ve ülkeleri bölge olarak düşünüyorum. Bu topraklar arasında bağlantı kurmaya çalışarak, sürekli seyahat ederek, stüdyoları ziyaret ederek ve her bir sanatçının hikâyesini bireysel olarak ele alıp kültürel olarak kendime yatırım yapıyorum. Sergilerimin her biri genellikle coğrafi kimlik keşfini yansıtan bir deneyime bağlı.