İnsanı mutlu eden anların sevgi dolu ışığını yapıtlarına taşıyan SABO’nun, Elâ Atakan küratörlüğünde Versus Art Project’te gerçekleşen “Golden Hours” adlı kişisel sergisi üzerine bir yazı.
SABO’nun Versus Art Project’te açılan “Golden Hours” sergisi ziyaretimde aklıma Héléne L’Heuillet'in Gecikmeye Övgü kitabı düştü. Bir tatil zamanı alıp okuduğum bu kitaptaki cümleler ile SABO’nun sergisinde gezerken gördüğüm eserleri tatile gittiğimizde kendimize verdiğimiz duraklama izniyle bağdaştırdım. Héléne L’Heuillet, Gecikmeye Övgü kitabında gecikme hakkından şöyle bahseder: “Gecikme hakkı direniş hakkı kadar tuhaf ve bir o kadar gereklidir. Gecikmeyi bir yasa kapsamına, örneğin iş hukuku kapsamına almak onu normalleştirmek anlamına gelecektir. Gecikme zamansal bir esneklik kapsamına alındığında gecikme olmaz. Gerçek gecikme kişisel bir riski, boyun eğmemeye karar verince gelen bir cesareti gerektirir. Gecikerek kendimizi ertelemeye bir son verebiliriz. Geciktiğimizde, her şeyin geçicileştiği o anda, süreyi yeniden hissetmeye başlayabiliriz. Gerilim içinde yaşansa da gecikme deneyimi bizi zamanın direncini hesaba katmaya zorlar. Zaman bize dayattığı gecikmeyle son sözünü söylememiş olduğunu gösterir. Bunun acısını çekmek ya da tadını çıkarmak bize kalır - istediğimiz ya da yapabildiğimiz kadar. Gecikme deneyimi zamanını yasasıyla yeniden bağ kurmamızı sağlar. Hangi noktada kurtarıcı olduğunu anlamak zamanı nasıl kaybettiğimizi ve onu nasıl yeniden bulabileceğimizi kavramak demektir.” *
Tam da bu koşuşturmanın içerisinde sürüklenirken SABO’nun “yazın kumsalda yatıp güneşe karşı gözlerimi kapattığımda aklımda kalan görüntüler” olarak tanımladığı “Golden Hours” sergisindeki eserleri, bizleri hayatın temposunun düşmesine izin verdiğimiz tatil zamanlarında, bir deniz kenarında gün batımına davet ediyor. Dokuz aylık bir çalışmanın sonucunda ortaya çıkan eserler, ışık fikri üzerine odaklanıyor. İyilik dolu ve sıcak hissiyatın izini süren sanatçı, aile albümlerinde karşılaştığımız mutlu anların resimlerinin, planlanmamış anların ve huzur verici detayların karşımıza çıktığı eserleri ile insanların rahat hissettiği duygular ve zamanlar üzerine düşündürüyor. Işık ve ışığı kullanma fikri üzerine çalışmaya başlayan SABO, o ışığın nasıl bir duyguda olduğu sorusundan da yola çıkarak sıcak ve korunaklı bir duyguya tutunuyor. Daha çok tatil zamanlarında bedenimizde hissettiğimiz sıcaklık duygusu bizi, güneşin içimizi ısıttığı altın saatlere götürüyor. Işığın her defasında farklı bir anlatım bulduğu sergide hayali bir mekân üzerinde dururken bu hayalî mekânın zemininde ışık ve ışığın farklı hâllerini gözlemleyebiliyoruz. Sanatçının kurguladığı mimariye yakından bakarsanız, küratörün de deyimiyle “yaşanmış ve iyimser bir altın çağın” izleri yer alıyor.
SABO’nun kullandığı renkler ile oynadığı ışık sayesinde sergiyi gezerken o “altın saatlerin” yavaş yavaş sona erdiğini ve günün artık kararmakta olduğunu hissediyoruz. Işığın giderek kısıldığı, gün batımını tamamıyla hissedebildiğimiz resimlerin sonunda bizimle kalan bir su sesi ve suyun getirdiği dinginlik oluyor.
Sergideki eserlerde betimlenen alanların deniz, havuz kenarı, bir su yanı olması tesadüf değil, su aynı zamanda, serginin ilk tohumu olan ana rahmine de gönderme yapıyor ve ışığın en iyi yansıtıcısı ve sanatçının tanımladığı mutluluk anlarının da belki de en iyi eşlikçisi oluyor. Bizleri bir mutluluğun peşinde, hafiflik hayalinde, namevcut mekânlarda, tanıdık ama gerçekleşmemiş hayatlardan kesitlere taşıyan SABO’nun, “Paracetamol” ve “Time Machine” sergilerinin ardından galeride gerçekleşen üçüncü kişisel sergisi “Golden Hours”u 28 Ocak 2023’e kadar Versus Art Project’te ziyaret edebilirsiniz.
Yazımı serginin küratörü Elâ Atakan’ın 31 Ekim 2022’de bir pazartesi günü SABO’ya yazdığı bu mektupla bitirmek isterim:
“Kırmızı bir tuvalde yürüdüğünü düşün. Güneşin deniz ile gökyüzünü al ile sildiğini. Neşeye dönük insanların gölgelerinin olduğu bu tanımsız mekân, ürkütücü olduğu kadar insana huzur da veriyor. Tüm insanlar, hafifliğin hayalinde garip bir sarhoşluktalar. Ten tene değmekten korkmadıkları gibi bir gün görünmez olmaktan da korkmuyorlar.
Şimdi sen saatlerin şaşırttığı yerdesin, güneşin en tepe noktada olduğu kör edici bir beyazlıkta, tanımsızlıkla dolu bir havuzun içindesin. Havuzun tüm tanımsızlığı da senin içinde. Işığın altında, ışığın içinde, ışığa rağmen, ıssız sokakta, belki de balkonunda ayaklarını uzatmış, zamanın geçişini düşünüyorsun. Günün geceye, öğlenin alacakaranlığa dönüyor. Hayali şefkatin ve gizli bir şehvetin arkasına saklanıyorsun tüm renklerinle. Ellerindeki her şeyi, zihnindeki tüm düşünceleri bir kenara bırak ve güneşin karanlığa doğru kısıldığı bu önünde uzanan kumsalı düşle. Az önce kemiklerine dokunan o ısıtıcı anne, gitti artık. Kör bir karanlıkta, etrafını saran insanlar yavaşça sese dönüşüyorlar. Hepimiz o batan kızıllığa az önce tanık olduk. Şimdi etten, kemikten ve tenden oluşumuzun gerçekliğiyle baş başa kaldık sıcak annemizin yokluğunda.
Bu gerçeklik ve karanlığın kucağında, sessizce gecenin gelmesini, yıldızların üzerimizde açmasını umutla bekliyoruz.”
* Héléne L’Heuillet, Gecikmeye Övgü Zaman nereye gitti?, Çev. Şehsuvar Aktaş, Yapı Kredi Yayınları, 2022, s. 16.