Ali Elmacı’nın beşinci kişisel sergisi “Kan Görünce Rüya Bozulur” geçtiğimiz günlerde izleyiciyle buluştu. İsmini rüya yorumu üzerine kullanılan bir halk deyişinden alan sergi; izleyiciyi iktidar hegemonyası, küresel politika ve oligarşik düzen ekseninde sorular sormaya itiyor. Bu bağlamda iktidar – birey ilişkisindeki gerçek dışı çarpıklığı, tarihsel referanslar üzerinden hedef gösteriyor.
Ali Elmacı’nın yeni medyum ve sergileme teknikleriyle, imza tarzını bir sonraki seviyeye taşıdığı “Kan Görünce Rüya Bozulur” sergisi, 20 Nisan 2019 tarihine kadar Art On Istanbul’da görülebilecek. Yeni sergisi vesilesiyle sanatçıyla bir araya gelip serginin isminden alt metnine, referans noktalarından çalışmaların hikâyelerine pek çok şeyden bahsettik.
Yapıtlarının isimlerinde hep bir yönlendirme söz konusu, son serginin adı da bunun net bir örneği…
Evet, doğrudur. Ben her zaman ismin işi tanımlamasını ve yönlendirmesini isterim. Bir işe isim verirken kesinlikle çok düşünürüm, farklı varyasyonlar denerim, değiştiririm, tekrar düşünürüm. Uzun bir süreç benim için. İsim, çok önemlidir; onu tarif etmesi, anımsatması lazım. Sırma deyince gözümüzde seni nasıl canlandırabiliyorsak, o isimle de sergiyi aşağı yukarı gözümüzde canlandırabilmeliyiz.
Peki dil ile de biraz oynadığını söyleyebilir miyiz? Önceki dönem işlerinde tipografiler de var çünkü. Ne dersin?
Ben resim yapıyorum. Yani dille temel bir ilişkim olamaz ancak sevdiğim şeylerin illa ki üretimime bir katkısı olmuştur. Edebiyatı çok severim, gençliğimde bende heyecan uyandıran şeyler, hayran olduğum insanlar var. Bunlardan biri Oğuz Atay’dır mesela. Çok oynar dille, kelimeleri birleştirir, ironiktir, ilginç bir üslubu vardır. Belki onu ilk kez okuyan biri tarafından tam olarak anlaşılamaz ama beni çok beslemiş, şekillendirmiştir.
Biraz referanslarından bahsetmek istiyorum. Çünkü ciddi bir mesai harcıyorsun sanat tarihi araştırmalarına, hatta Karateci Paintings adında takip ettiğimiz bir Instagram hesabın bile var. Bu araştırmalardan beslendiğini gözlemliyorum, özellikle estetik anlamda…
Karateci Paintings’te beni heyecanlandıran işleri paylaşıyorum. İşlerimin referans okumaları yapılabilir o sayfadan. 20. yüzyıl öncesi estetiğinden gerçekten etkileniyorum. Saatlerce resimleri, sanatçıları araştırıyorum. Bu gerçekten bir mesai. Her gün ders çalışır gibi çalışıyorum, kim ne yapmış ne etmiş, nasıl ele almış, burada neyi işlemiş… Çözümlemeye çalışıyorum.
Bu serginin araştırma kısmından söz etmek gerekirse, “Kan Görünce Rüya Bozulur”un referansları neler? Bir de son dönemde Doğu kültürü referanslarını arttırdığın izlenimine kapıldım. Bununla ilgili ne söylemek istersin?
Bu sergide referans noktam genel olarak Güney Amerika kilise resimleriydi. Ben özellikle Batı Sanat Tarihi üzerinde durmuyorum. Bu soru üzerine düşünürken, hareket edebileceğimiz ilk nokta, aldığımız eğitim. Batı sanatını temel alan bir akademik eğitimden geçiyoruz. Bizim sürekli yönümüz batıya dönük. Eğitimin tamamlanmasının ardından bir keşfe çıkıyoruz. Bu bir serüven ve artık tek bir yoldan gitmek zorunda değiliz. Pek çok yol var, sokaklara saparız, başka caddelerden geçebiliriz. Benim için artık doğusu batısı değil beni ne heyecanlandırıyorsa, ilgimi ne çekiyorsa orası. Sürekli yorum değiştirebiliyor, farklı farklı sokaklara dalabiliyorum. Dediğim gibi bu bir serüven, nerede ne ile karşılaşacağımı bilmiyorum. Sadece yoldayım ve yürüyorum. Herhangi bir kalıbın içinde olmaksızın.
Peki bu sergi nasıl oluştu, seni ne heyecanlandırdı? Kendi dilinle nereden yola çıktın ve nasıl bir aşamadasın şu an?
Referans noktamı önceki soruda söylemiştim. Genel olarak Güney Amerika kilise resimlerinin estetiğinden etkilendim. Serginin ismine gelecek olursak “Kan Görünce Rüya Bozulur” halk arasında kullanılan bir deyiş. Kötü bir rüyadan uyanıldığında, mesela ölüm, yaralanma görülen bir rüyada sorulur, “kan var mıydı?” diye. Rüyayı gören kişi kan gördüyse o rüyanın bozulduğu, artık bir anlamı olmadığına inanılır. Bir rüyanın içinde kan varsa rüya geçersizdir ve üzerine konuşulmaz.
Güney Amerika kilise resimlerine dönecek olursak, o resimleri inceledin mi daha önce bilmiyorum… İnanılmaz renkli, dinamik işlerdir. İdealize figürler vardır, her şey harika görünür fakat bir yandan da içinde yoğun bir şiddet barındırır. Kan revan içinde İsa figürleri, güllerle, çiçeklerle bezenmiştir. Kilise ideolojisini yaymak için çok etkili resimlerdir. İsa, kendisini bizim için feda etmiştir. Bugünün iktidarı ise tersine, bizim onun için kendimizi feda etmemizi istiyor. 180 derecelik bir fark var arada. Ben dünün ve bugünün kutsalını buradan yola çıkarak kıyaslıyorum işte. Roller tamamen değişiyor. Bugünün kutsal iktidarı, her şeyi liderin hegemonyası üzerine kuruyor ve onu koruyor. Her şey, kutsal liderin vücudunda şekil buluyor fakat varlığını sürdürebilmek için kendisinin değil senin fedakarlıkta bulunmanı istiyor. Sergi, iktidar-birey ilişkisindeki gerçek dışı çarpıklığı hedef gösteriyor temel anlamıyla. Oradaki abartıyı gün yüzüne çıkarıyorum. İktidar söylemlerinde gördüğümüz inandırıcılıktan uzak diyalogları işliyorum.
Yani ironik bir İsa figüründen yola çıkıyorsun. Egemen ideoloji başta kendini bizim için feda ederken bugünün iktidarı tam tersini istiyor.
Kutsallık kavramı aynı, egemen ideoloji aynı. Aynı yerlerden besleniyorlar. Her ikisi de liderin vücudu ile bütünleşmiş, yani artık onun vücudu hem bir sembol olarak kutsal hem de ideolojinin ta kendisi hâline geliyor. İsa’nın yaralarından yola çıkalım… Yapmaya çalıştığım şey bir tür İsa alegorisiydi. Bugünün İsa’sı, bugünün kutsalı, bugünün iktidarı… Bugünkü iktidarlar sürekli mücadele içindeler. Bizim iyiliğimiz için, bizim refahımız için sürekli bir mücadele içindeler ve sürekli yara alıyorlar. Şu ifadeden bahsediyorum: “Senin için verdiğim mücadelede ben hep mağdurum ve ben çok yaralar aldım. Yaralandım ama gene de ben bu mücadeleyi hiç bırakmıyorum, bak. Çünkü seni düşünüyorum; seni korumak zorundayım. Ben o kadar iyi niyetliyim ki sürekli kandırılıyorum. Herkes benim iyi niyetimi suistimal ediyor ve ben daha da çok yara alıyorum. Ama hiçbir zaman mücadelemden vazgeçmeyeceğim!” diyor.
Resimlerinde yer verdiğin sembolik ifadeler bu sergide de söz konusu mu?
Kesinlikle. “Kan Görünce Rüya Bozulur” serisi rölyeflerden ve heykellerden oluşuyor. Bireyin avcıyken ava dönüştüğü bir versiyonunu görüyoruz bu seride. Rölyeflerdeki kadın serideki havuz enstalasyonunda da karşımıza çıkıyor. Yine bir av/ödül imgesiyle. Daha önce Silahlar Çekilince Gölgeler Büyür isimli işimde de benzer bir havuz temasını resmetmiştim. Havuzda bürokratlar ve kaplanın üstünde bir kadın vardı. Sergideki heykel yerleştirmesinde de havuzda suyun sahibi bürokratı görüyoruz. Aynı referanslardan yola çıktılar. Su, kimin elindeyse iktidar ondadır. Bu her zaman geçerli bir norm. Su kimdeyse her şeyi o belirler, gücü de o elinde tutar. Bu havuz, güce sahip olanın göz yaşlarıyla doldurduğu bir havuz. Şöyle bir toparlamak gerekirse, bürokratın elindeki varlığın paylaşımını sorguluyorum.
Dışarıdan çok fazla beslenen bir sanatçısın. Yapıtlarında farklı disiplinlerden de referanslar alıyor musun?
Evet. Heyecan duyduğum şeyleri üretimime dahil etmekten çekinmiyorum. Özellikle sinema, bu anlamda beni çok besliyor. Örneğin az önce de bahsettiğimiz Havuz, Metin Erksan’ın Susuz Yaz isimli filminden beslenmiştir. Filmde su, bir ağanın arazisinden geçer ve ağa bir baraj yapar. Diğer insanlara canı isterse su verir istemezse vermez. Herkesin ürünleri yanar güneşte. Halk hep bir isyan hâlindedir. Köylülerin eşit bir şekilde suya sahip olmak için verdikleri mücadele anlatılır. Suyu elinde tutan ağa ile burada havuzdaki bürokrat aynı gücü temsil ediyor aslında.
Sergide yer alan bir başka seri olan Yaralarımla Yaşıyorum’da Emin Alper’in Tepenin Ardında filminden referanslar var. Film, bir yaylada geçer. Babasını oğullarıyla beraber ziyarete giden bir adamın hikâyesidir. Sözde yaylanın karşısındaki tepenin ardında yörükler vardır ve sürekli adamın keçilerine saldırma eğilimindedirler. Adam, yörükler ile sürekli bir mücadele hâlindedir. Onları hiç sevmez hatta onların keçisini alıp kesip çocuklarına yedirir. Hep kendini haklı görür. O bunu yapmasa aynısını yörüklerin ona yapacağını düşünür. Bir şekilde kendini ve çocuklarını korumak adına bunu yaptığına inanır. Film boyunca yörüklerle hiç karşılaşmayız ama var olduklarını bize bir şekilde hissettirir. Hemen o tepenin ardındalardır. Şunu demeye getiriyorum; hakkında hiçbir şey bilmediklerimize, varlığından dahi emin olmadıklarımıza karşı verilen bir mücadele içerisindeyiz. Hiç tanımadığımız ve sürekli önümüze çıkan düşmanlar var.
Biraz Yaralarımla Yaşıyorum serisiyle ilgili konuşalım o hâlde. Boksör resminin üzerinde durmak istiyorum bilhassa. Kanguru figüründen başlasak?
İngilizler Avusturalya’ya ilk gittiklerinde, kanguruyla karşılaştıklarında ne olduğunu kavrayamıyorlar. Geyik ile insan arası bir varlık olarak tarif ediyorlar. Çünkü hayatları boyunca görmemişler öyle bir canlıyı. Biz de hayatımız boyunca ihtimal bir sefer görürüz. İnsanların ne kadarı hayatında bir kanguru görür, bilemiyorum. Erken dönemler hatta bir çiftini alıp İngiltere’de sergiliyorlar. Sonraları insana benzettikleri için boks yaptırıyorlar kangurulara. Bir hakem oluyor; kangurunun boğazında zincir, pençeleri olduğu için avuçlarını sarıyorlar. Sen ona vurunca o da karşılık veriyor hâliyle. Kendini korumak için kullandığı refleksi bir müsabaka hâline getirip insanları eğlendiriyorlar. Ben de tam buradaki reflekse odaklanıyorum. Bilinmeze karşı olan reflekse ve kendimizi koruma iç güdümüze. Az önce bahsettiğim gibi aslında bize yabancı, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir düşmanımız var. Belki de bizim düşmanımız bile değil. Belki gerçekte yok ama biz bu kavganın içine sürükleniyoruz.
Evet ne yazık ki bugünün dünyasında politika bu mekanizmada ilerliyor. İktidarların biat ettirmek ve devamlılığını sürdürmek adına sürekli bir tehdit mesajı vermesi olarak toparlayabilir miyiz?
Bilmediğim bir düşmanım var, iktidarların her zaman mücadele ettiği birileri var. Fakat onların adına hep bizim savaşmamızı hep bizim ölmemizi istiyorlar. Boks yapan kanguru gibi bilinmeyen, dayatılan, birebir şahit olmadığımız bir düşmana karşı hep bir mücadele var. Asla eşit şartlarda değil. Ve bu bir dövüş de değil.
Bizim yönlendirildiğimiz yer zaten orası değil mi? Baktığında politikacı değiliz, siyaset yapmıyoruz ama bir politikacı kadar siyaset konuşuyoruz günlük hayatımızda. Ya da bir şeylerin parçası hâline getirilmeye çalışılıyoruz. Belki o kanguruda kendimizi de görebiliriz?
Elbette. Kimimiz kanguruda kendisini görür, kimisi boksörde görür. Bazısı izleyicinin arasında görür. Biz bugünkü okumada kendimizi kanguru ile biraz daha özdeşleştiriyoruz galiba.
Senin de baktığın taraf sanki biraz o taraf…
Duygusal baktığımız için olabilir. Çünkü biz ne o ringte olmak ne de izleyici olmak istiyoruz. Kanguru orada tanımadığımız, bilmediğimiz belki de hiçbir zaman karşılaşmayacağımız bir düşmana karşı verdiğimiz mücadeleyi temsil ediyor.
Önceki işlerine kıyasla anlatım alanlarının genişlediğini düşünüyorum. Bu sergiyle ve son dönem pratiğinle ilgili bahsedebileceğin farklılıklar var mı?
Üretim pratiğimde herhangi bir değişim söz konusu değil. İzleyicinin görüp değerlendirmesini isterim bu fikri. Fakat rahatlamış hissettiğimi söyleyebilirim bir fark teşkil ediyorsa. Yapmak istediğime en yakına ulaştım bu sergiyle. Kompozisyonlarda ufak farklılıklar var tabii atlamamak gerek. Bugüne kadar hep durağan resimler yaptım, bu sergide ise figürlerim daima hareket hâlinde, bir aksiyon var.
Popüler bir sanatçısın. Merak ediyorum kendi piyasanı takip ediyor musun ya da kendince pazarlama stratejilerin var mı? Bağımsızdın fakat şimdi Art On tarafından temsil ediliyorsun…
Tabii ki stratejilerim var. İki yıl boyunca bağımsızdım, öncesinde x-ist’le çalıştım. Bağımsız olduğum zaman bana çok şey öğretti. Tek başıma neler yapabilirim, onu gördüm. Kendimi nasıl var edebilirim, nasıl üretebilirim, nasıl işler yapmalıyım, neyi yapıp neyi yapmamalıyım bir sürü şey öğrendim. Daha sonra Art On ile yollarımızı birleştirme kararı aldık. Bana kendimi ifade edebilecek çok iyi olanaklar sağlayan bir galeri. Sergide görüldüğü gibi yüksek prodüksiyonlu işler tamamladık. Gökşen’in (Buğra) geniş bir vizyonu var. Bir araya geldiğimizde, güçlerimizi birleştirdik ve bir şekilde voltran oluşturduk. Daha da güçlü hâle geldik. Bunun neticesinde yapmak istediğime biraz daha yaklaşan bu sergiyi hayata geçirdim. Bu, benim için çok önemliydi ve bunu tek başıma yapamazdım.
Ben, biraz piyasanın üretim durumuyla ilgili de konuşmak istiyorum seninle. Otosansürün mevcut olduğu günler geçiriyoruz. Benim diyen kurumlar bile otosansür uyguluyor. Görüşlerini alabilir miyim, sen otosansür uyguluyor musun?
Neden böyle olduğu aşikâr, insanlar çekiniyorlar. Çok zor bir zamandan geçiyoruz. Başkaları için bir şey diyemem. Kendi adıma otosansür uyguluyor muyum? En azından uygulamamaya çalışıyorum. Yani meselem ne ise onu bir şekilde anlatmaya çalışıyorum ancak…
Şöyle sorayım o zaman, bu ortam nasıl dağılır, bunun içinden nasıl çıkarız, Ali?
Türkiye’nin böyle bir ortamdan çıkabilmesi için, bu noktaya nasıl gelindiği üzerine düşünüp politika anlamında geriye dönmesi gerekiyor. Barış sürecinin, demokratikleşmenin önü açılmalı. Her şeyi konuşabilmeli, konuşmaktan kaçınmamalıyız. İlla her şeyi hoşumuza gittiği gibi duymamız gerekmediğini hazmetmeli, hoşumuza gitmeyen şeyleri de duyup düşünebilmeliyiz. Farklı görüşlere tahammülümüz olması gerekiyor. Kutuplaşmaya alkış tutarak bir yere varamayız. Kendi kendimize ederiz. Birbirimize çok zarar veririz. Ve veriyoruz… Bu süreçte her şey tek ses hâline geldi. En tehlikeli şeydir oysa tek seslilik. Hele ki bizimki gibi bir ülke için. Görüyoruz, gazete manşetleri, köşe yazıları, haber bültenleri hepsi aynı şeyi konuşuyor. Böyle olunca hiçbir ilerleme sağlanamaz. Hatayı göremez, iyiyi kötüden ayıramayız. Bu curcunada güzel olanın da üstünü çiziyoruz.
Medya ve devletin ideolojik aygıtları senin çok uzun süre üzerinde çalıştığın konular bu nedenle sormadan geçemeyeceğim, yeni medya ve yeni medyanın aldığı hâl ile ilgili ne düşünüyorsun? Otosansür gibi zorbalığın da bir sorun olduğunu görüyorum ben kendi adıma. Anonimleşmeyle beraber gelen bir zorbalık söz konusu özellikle. Bununla ilgili ne söylemek istersin?
Hiçbir gerçekliği olmayan bir alan aslında sosyal medya. Çok güçlü, çok samimi gözükebiliyor. Fakat büyük bir yalan, büyük bir samimiyetsizlik de mevcut. Bu nedenle bir kaos gözüyle bakıyorum.
Şöyle açabilirim mesela, eleştirinin sustuğu bir dönem bence bu dönem. Değerlendirmeler yapılıyor fakat genellikle olumlu ve yüzeysel. Pek kimse sevmediği işi ve niye sevmediğini etraflıca yazmıyor. Bir şey beğenilmiyorsa genellikle anonimlik üzerinden değerlendiriliyor ki bu da zaman zaman zorbalığa dönüşüyor.
Ağzı olan konuşuyor gibi bir durum var orada. Yazılan-çizilen her şey ne kadar yeterli, bu platformlarda ne kadar konuya hâkim kişi var bilmiyoruz.
Basılı yayınlarda kültür sanata verilen alan yok denecek kadar az. Online büyük bir açığı kapatıyor fakat bir yandan da sıkıntılı, kontrolsüz bir dinamik var sosyal medyada. Tüm bunlar yarın öbür gün senin meselen olabilir mi, medyaya baktığın yerden?
Bütün bu baskı ortamından, her şeyin tek tipleşmesinden, tek ses hâline gelmesinden sonra kendi alternatiflerimizi kendimiz ürettik. İnternet vasıtasıyla daha lokal, küçük, samimi sayılabilecek, spesifik ilgi alanlarına hitap eden, altyapılı platformlar ortaya çıktı. Okuyoruz, takip ediyoruz bir şekilde. Biz küçük bir çevreyiz, yaptığımız şey de bizim emeklerimizle ilerliyor. Şu anki ortamda kendimize küçük ve steril alanlar oluştursak da az önce bahsettiğimiz bu dalganın bir yansıması olacaktır, oluyor. Tüm bu şikâyet ettiklerimizin değişmesi için mevcut zihniyetin değişmesi lazım. Tekrar söyleyeyim, demokratikleşme ve barış sürecinin yerine getirilmesi gerekiyor. Farklılıklarımızı ancak o zaman kavrayıp sevgi-saygı çerçevesinde iletişimimize devam ederiz. En baştan gelecek bir şeyler ki koruma, empati gibi duygular tekrar hayatımıza girsin. Büyük eksiklik…
Her şey o kadar hızlı bir şekilde geliyor ve alışıyoruz ki… Etkilenmediğimizi varsayıyoruz ama bunlarla şekilleniyoruz resmen, çok haklısın. Bize ait olmayan pek çok şey giriyor hayatımıza.
İktidar hegemonyası o denli güçlü ki düşün, patlıcan düşman olabiliyor. Bu kadar absürt mevcut durum. Yemeyeceksiniz dendiği noktada yemek, hainliğe kadar gidiyor. Geçtiğimiz yıllarda zeytine kafayı takmıştık mesela… İnsan hayrete düşmekten fazlasını hissedemiyor bir süre sonra. Öyle ne bir şeye gülebiliyorum ne bir şeye kızabiliyorum. Kaybetmediğim tek şey hayret etmek, hâlâ hayret edebiliyorum yani…
En azından normalleşmemesi gerekiyor evet. Böyle bir ortamın içinde bir şeyler üretmeye ve devamlılığını sağlamaya çalışmak çok sıkıntılı. Hele ki sen, politik işler yapan bir sanatçısın…
Referans olarak alıyorum sadece. Yaptığımız eylemin kendisi politik.
Öyle ama Ali Elmacı resimleri dediğimizde akla kavramsal bir çerçevesi olan, bir şeyleri savunan, bir şeyler konuşan, hikâyeleri olan resimler geliyor.
Aslında hiçbir şeyi savunmuyorum.
Taraf tutmuyorsun diyelim?
Asla taraf tutmuyorum. Sadece olumsuz bir durumun altını çiziyorum hepsi bu. Önerdiğim hiçbir şey yok. Hiç kimsenin tarafında değilim net olarak. Olmadım da. Herkesin de karşısındayım! Herkese muhalifim ben!
Etiketlere çok inanmıyorsun öyleyse?
Sanatçı muhaliftir. Her şeyin, herkesin karşısındayım, kimsenin yanında değilim.
Bu politik olmak/taraf olmak açıklaması üzerine soruyorum. Başka söyleyebileceğin, ekleyebileceğin noktalar var mı?
Herkesin yatkın olduğu konular var, beğenileri var. Ne yapıyor olursam olayım beni sıkan hiçbir şeyi sevmiyorum. Serserice olan her şeye bayılıyorum. Dinamikler beni çok heyecanlandırıyor. Böyle söyleyince çok iddialı gelebilir, doğru da ifade etmek lazım… Bir işe bakıp sıkılmak istemiyorum. Bir işi yaparken de sıkılmak istemiyorum. Zaman zaman gezdiğim sergilerde bazı işler görüyorum “hiç sıkılmamış mıdır?” diye düşünmeden edemiyorum. “Bunu yaparken eğlenmiş olabilir mi?” Baktığımda heyecan duymalıyım. Eğlendirmeli. Eğlendirmeli doğru kelime mi bilemiyorum, yakalamalı beni.
Bu edebiyatta da böyle sinemada da böyle yani. Aldığın referanslarda bile o dinamiği arıyorsun, öyle mi?
Bokstan örnek verelim. Sert bir spordur tabii, bu nedenle bile herkes sevmeyebilir. Her neyse. İki büyük ikon vardır: Mike Tyson ve Muhammed Ali. Mike Tyson, dev gibidir ve bir yumrukla rakibini yere indirir. Muhammed Ali’yse kendi tabiriyle, kelebek gibi uçup arı gibi sokar. Rakibiyle müsabaka esnasında deli gibi oynar, onunla adeta dans eder ve onu yorar. İşte ben Muhammed Ali’ciyim. Bir işin de kelebek gibi uçup arı gibi sokmasını istiyorum. Gardını indirmek, risk almak, bunlar çok heyecan verici, eğlenceli şeyler… Ben de bunları hissetmek istiyorum her nerede olursa olsun.
Medyum skalan gittikçe genişliyor. Bu sergi için ilk enstalasyonunu yaptın. Medyum kullanımına neye göre karar veriyorsun?
Ben konumu belirledikten sonra nasıl bir malzeme ile ne şekilde üretilebileceğime karar veriyorum. Pentür olabilir, heykel olabilir, fotoğraf da olabilir. Eskizimi yaptıktan sonra karar veriyorum.