Brigitte Pitarakis, “Şifayı Güçlendirmek - Maddeler, Duyular ve Ritüeller” adlı makalesini Aziz Artemios’un Mucizeleri’nden bir anlatı ile bitirir. Burada, Aziz’in altından bir neşteri ilk önce sunak masasına koyduğundan ve ardından onunla hastalıklı organın üzerine daire çizerek; üç kez ‘O’ yaparak hasta bir adamı iyileştirdiğinden söz edilir. Kutsal sunak masasına konulan tıp aleti neşter ve Aziz Artemios’un eylemindeki ‘kutsal üçleme’, iyileşmeyi sağlayan unsurlar olmuştur. Pitarakis’e göre; klise ritüelinin cerrahi müdehale bağlamına oturtulması, deneysel tıp ile inanca dayalı şifa arasındaki kaynaşmanın dikkat çekici bir örneğidir. Aslına bakılırsa Pitarakis’in aktardığı bu iyileşme öyküsü, Pera Müzesi’nde küratörlüğünü yaptığı “Hayat Kısa, Sanat Uzun - Bizans’ta Şifa Sanatı” adlı sergide açığa çıkan grift tıp kültürünün de bir özeti niteliğindedir.
Antik dönemden Bizans’a uzanan serüvende iyileşme ya da bir başka ifadeyle şifa bulma olgusu bir yandan inanç, diğer yandan rasyonel tıp bilimi ile ilişkilenmiş ve bunlar, asla keskin sınırlarla birbirinden ayrılmamıştır. Bu nedenle şifaya kavuşma, fiziksel ve ruhsal olan arasındaki bağ ile daima yakından ilişkilidir. Pera Müzesi’ndeki sergi, bir taraftan İsa ve Meryem’i gösteren ikonolar ve aziz tasvirleri ile dinsel imgeleri, diğer yandan rasyonel tıbbın kurucuları Hippokrates ve Galen’in yetiştiği Antik Yunan ve Roma tıp dünyasından Bizans’a uzanan tıp mirasını, öte taraftan botanik araştırmalarının ve bitkisel tedavinin nasıl tıbbın bir parçası olduğunu ve ayrıca astroloji, mitoloji, büyücülük ve her türlü dinsel ya da dinsel olmayan inancın şifa arayışındaki yerini ortaya seriyor. Sergi, pek çok müze ve kütüphane koleksiyonundan seçilerek biraraya getirilen objeler yoluyla Bizans’ta şifa olgusunun çok katmanlı yapısını görme fırsatı veriyor. Bu açıdan bakıldığında objeler hem serginin büyük tarihsel ve kültürel hikâyesini inşa etmek adına; birliktelikleriyle, hem de kaçınılmaz biçimde ve belki de çoğu zaman bağlamlarından koparak; tek tek çarpıcılıklarıyla, izleyiciyi ele geçirme potansiyeli taşıyor. Objeler bize ne anlatıyor? Objeler bizi nasıl iyileştiriyor? İlki serginin, sergilemenin metinsel sorusu iken; ikincisi, insanoğlunun şifa ve dünyadaki uzun ömür arayışının kadim sorusu olarak duruyor.
M.Ö. 5. yüzyıla tarihlenen, Konstantinopolis Hippodromu’ndaki Yılanlı Sütün’un bir parçası olan bronz yılan başı gibi ürkütücü ya da 1-2. yüzyıla tarihlenen, Mısır’ın şifa tanrıçası İsis ve tanrısı Serapis’in şifa kültüyle ilişkili olan ayak biçimli kandil gibi yabansı objeler ve Kral Süleyman betimli muskalar gibi sayısız başkaları, şifa bulmanın obje ve resim/imge üretme yoluyla nasıl sanat ortaya çıkardığını da gösteriyor. Pratik bir neden yani bir gereklilik estetik üretimini tetikliyor ve böylece yaşam, sanat üretiyor. Zira Hristiyanlık başta olmak üzere tüm tek ya da çok tanrılı dinlerin, inanç ekseninde büyük bir estetik üretimine giriştiğini sanat ve mimarlık tarihi bize aktarıyor, çünkü yaşam yok olsa da sanat devam ediyor. Belki de bu fikri en iyi Hippokrates’in sözü olan serginin ismi özetliyor: Ars longa vita brevis.
El yazması kitaplardan ikonalara, cerrahi aletlerden muskalara, şifalı bitkilerden röliklere uzanan bu objeler, içinde yaşadığımız coğrafyanın ve şüphesiz kentin, kültürel potansiyelini de belirgin bir şekilde açığa çıkarıyor. Dünyadan çeşitli müze ve kütüphanelerin yanısıra İstanbul’dan Arkeoloji Müzesi, Rum Patrikliği, Heybeliada Aya Triada Manastırı Kütüphanesi,Yeniköy Panayia Rum Ortodoks Klisesi ve Okulu Vakfı gibi kurumlardan seçilerek hazırlanmış sergi, gerçekten de büyük bir Bizans kültürel mirasının üzerinde soluk aldığımızın kanıtı. Ancak kabul etmeli ki bu kültürel mirasla ilişki öylesine büyük bir bilinmezlik, yabancılık ve şüphesiz silme ve yıkma üzerine kurulu ki tarihin hayaletleri ile her karşılaşıldığında gözlerin daha da iri bir şekilde açılması kaçınılmaz oluyor. Her ne kadar da bazı özel koleksiyonlarda ya da İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bu büyük kültürün kalıntılarını görme şansı olsa da, İstanbul’da hâlâ bu büyük imparatorluğa ve kültürüne ilişkin araştırmaları yerinde tetikleyecek bir Bizans müzesinin olmaması, kentte koskocaman bir boşluk anlamına geliyor. Burada çok nadir olarak Bizans odaklı bir sergi yapıldığı düşünülürse, Pitarakis’in Pera Müzesi’nde spesifik bir alan üzerinden gerçekleştirdiği sergi, Bizans kültürüyle karşılaşma adına önemli bir fırsat veriyor. Sergiye eşlik eden özenle hazırlanmış kitap ve ayrıca Mart ayında düzenlenecek kapsamlı bir panel dizisi, bu çalışmanın düşünsel sınırlarını açacak nitelikte.
Antik Yunan’ın büyük tıp bilgini Hippokrates’in, hastalığın temelini dört bedensel sıvı; sarı safra, kara safra, balgam ve kanda aramış olması, bunları sırasıyla dört element; ateş, toprak, su ve hava ile ilişkilendirmesi ve tedaviyi yine sırasıyla; sıcak, soğuk, nemli ve kuru da görmesi şifa tarihinde çığır açıcı olmuştur. Onun ile özdeşleşen akılcı tıbbın tarih boyunca din, mitoloji ve büyü pratikleri ile kesiştiğini ve birlikte işlerlik kazandığını, sağlığın güzellik ve düzen, hastalığın ise dehşet ve kaos ile anlamlandırıldığını gösteren “Bizans’ta Şifa Sanatı” sergisi, Bizans kültürünün, Greko-Romen dünyasının yanısıra Mezopotamya, Akdeniz, Arap, Fars, Yahudi, Mısır inanç ve kültürleriyle nasıl etkileşim içinde olduğunu anlatıyor. Böylece şifa üzerinden ilerleyen hikâye bir büyük coğrafyalar ve kültürler arası alışverişin, yaşam iksirini ararken birbirine doğru yoluculuğun ve nihayetinde tarihi inşa etmenin karşılığı haline dönüşüyor.
Tüm bunlarla birlikte serginin en önemli vurgu noktalarından biri; şifa ve su arasındaki ilişki. Antik Roma’dan Bizans’a suyun; ayazmalardan içilen ya da temas edilen suyun, hamamlarda yıkanmanın yani bedenin kutsal su ile buluşmasının, iyileştirici bir etkisi olduğuna inanılmıştır. Silivrikapı’daki Panagia Pege Kilisesi veya Yeniköy’deki Panagia Koumariotissa Kilisesi’nde olduğu gibi su, Bizans’ta daima önde gelen bir şifa kaynağı olarak görülmüştür. Yine bu eksende bakıldığında, İsa’nın iyileştirici mucizelerinden biri olan; kör bir adamı su ile iyileştirme hikâyesi, sanat tarihinde defalarca betimlendiğini gördüğümüz İncil’den bir sahnedir. “Adama, «Git, Şiloha havuzunda yıkan» dedi. Şiloha, `gönderilmiş' anlamına gelir. Adam gidip yıkandı, gözleri açılmış olarak döndü.” (Yuhanna 9,1-41). İsa’nın bu şifa verici gücünü sonrasında ise azizler almıştır. Aziz Kosmas, Aziz Damianos, Aziz Eustratios, Aziz Artemios, Aziz Nikolaos, Aziz Demetrios bunlardan sadece bir kaçıdır. Tarih boyunca onların bulunduğu yerlere insanlar akın etmiş ve hastalıklarına çare olacaklarına büyük inanç taşımışlardır. Hatta bu seyahatlerin, konaklamaların ve çoğu zaman hediyelik şifalı objelerle geri dönmenin bir şifa turizmi ortaya çıkarttığı da aşikardır.
“Konstantinopolis: Mucizevi Şifaların Şehri” başlıklı makalede, Aziz Athanasios’un mucizelerinin bahsinde “Böyle bütünüyle devasız bir hastalığın iyileşmesi için <mezar> kandilinden alınmış yağın koyu inançla karıştırılıp yaralarına sürülmesinden daha yararlı bir şey yoktur.” sözlerini alıntılayarak bitirir Alice-Mary Talbot. Bu sözler (dinsel ya da değil) inancın şifa bulmada ne denli belirleyici bir rol üstlendiğini güçlü bir şekilde ifade ediyor. Ve işte belki de mucize o noktada kendini gösteriyor; sanatın ve şifanın mucizesi birbirine bulaşıyor.