18 NİSAN, PAZARTESİ, 2022

Sığınağa Sığanlar ve Sığmayanlar, Bizi Yeniden Şekillendiriyor!

Ankara’da Türkiye'nin ilk dijital sanatlar sergi alanı olarak sanatseverlerin hizmetine sunulan Sığınak - Sanat ve Teknoloji Alanı’nda sergilenen, küratörlüğünü Marcus Graf’ın yaptığı “Belki Sonra” sergisi üzerine bir yazı.

Sığınağa Sığanlar ve Sığmayanlar, Bizi Yeniden Şekillendiriyor!

Gördüğümüz şeyleri istediğimiz kadar anlatalım,
görünen şey hiçbir zaman söylenen şeyin içine sığmaz.

Michel Foucault

Ankara sanat ortamına son dönemde yeni katılan sanat mekânı Sığınak - Sanat ve Teknoloji Alanı, başkentin sanat ortamını da hareketlendirdi. Günümüzde Cumhuriyet Müzesi olarak kullanılan 2. Meclis’in, savaş durumunda milletvekillerinin çalışmalarına devam etmesi için yapılan sığınağı, artık dijital sanatlar sergi alanı olarak kullanılıyor. 1924 - 1960 yılları arasında hizmet veren 2. Meclis binası için 1936'da bir sığınak projesi hazırlanmış ve Atatürk'ün onayıyla başlanan inşaat 1942'de tamamlanmış. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin yeni hizmet binasına geçmesiyle birlikte sığınak da depo olarak kullanılmaya başlanmış. Yarım daire planlı yapılan ve 1320 metrekarelik kullanım alanı olan Sığınak, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca aslına sadık kalınarak restore edilmiş. Mekânda, Genel Kurul Salonu olarak kullanılması planlanan geniş salonun yanı sıra toplantı, arşiv ve yazman odaları olarak kullanılabilecek küçük odalar da yer alıyor. Dış duvarları ve tavanı yaklaşık 1,2 metre kalınlıkta olan mekân, Türkiye'nin ilk dijital sanatlar sergi alanı olarak sanatseverlerin hizmetine sunuldu.

​Sığınak’taki ikinci sergi, küratörlüğünü Marcus Graf’ın yaptığı “Belki Sonra” sergisi. Katalog metnine göre “Belki Sonra, korku ve umudun, rüya ve kabusların, ütopya ve distopyanın kesişimindeki bir sergi.” Zor zamanlarda nasıl daha parlak bir gelecek, daha güzel bir yarın, daha iyi bir “sonra” yaratılabileceği sorularına odaklanıyor. Ardından sığınakların içinde her zaman bulunabilecek bir ışık olduğunu belirtiyor ve tek yapmamız gerekenin bakmaya devam etmek olduğunu söylüyor! Hâliyle sergi, içinde zıtlıklar barındırıyor: “Krizler, travmalar ve öfke ile olduğu kadar umut, düşler ve karanlık sonrası yeni başlangıçlarla ilgilenen sanatçılara ev sahipliği yapıyor.”

Mekândan içeriye girerken bizi ilk olarak sesler karşılıyor: Çığlıklar, vurma-çakma, siren gibi sanki dışarıda kıyamet kopuyormuş hissi uyandıran, dışarıya referans veren sesler. Mavi bir ışıklandırmayla birlikte bizi atmosferi farklı bir yere götürüyor. Kırmızı ışıklarla aydınlatılmış biri solda biri karşımızda duran iki adet koridor var. Sığınak seçimlere ve bilinmeze çekiyor bizi. Karşımızdaki koridordan devam ettiğimizde solumuzda büyük bir alan görüyoruz. Orada gün ışığı tonlarında yapay bir aydınlatma kullanılmış. Burası mekânın mimari yapısından anladığımız kadarıyla geniş salon. Oraya girmeyip, koridoru takip ederek önce mekânı bir çözümleme düşüncesi ağır basıyor. Koridorda devam ettikçe sesler biraz daha yoğunlaşmaya başlıyor. Koridordaki seslerin yoğunluğu ve birbirine karışması, dışarıda kıyamet koparken oluşabilecek kakofoniye de göndermede bulunuyor. Soldaki odada vurma-çakma seslerinin geldiği, Nina Lassila’nın Beat It adlı video çalışması yer alıyor. Odaya girişte yine mavi ışıklandırma kullanılmış. Çalışmada bir kadın (sanatçının kendisi) elindeki metal sopayla halıyı döverek temizlemeye çalışıyor gibi. Eskilerin balkon demirlerinden halıyı sarkıtıp da sopayla vura vura temizlemeye çalışmasını andırıyor. Oldukça performatif olan bu videoda bir dakika boyunca şiddet eylemini ve kadının çıkardığı sesleri deneyimliyoruz: Temizlikten ziyade bir kontrol kaybını andırıyor. İnsanı bu şekil bir sinirsel boşalmaya iten, dışarıdan kontrol kaybı gibi görünen durumların ardında insanların gerçek kayıpları da yatıyor olabilir. Sığınağın kullanılmasını gerektiren durumlarda böyle sahnelerle karşılaşmak pekâlâ mümkün. Mekânın geneline yayılan sesler bir taraftan sığınağın içindeki huzursuzluğu, korkuyu ve telaşı yansıtırken, diğer taraftan sığınağın dışında meydana gelen/gelebilecek olaylara dair de fikir veriyor.

Diğer odaya geçtiğimizde Genco Gülan’ın Çığlık adlı videosunu görüyoruz. Karanlık bir odada sergilenen çalışma, sanatçının 2000’li yılların başında Brezilya ve Türkiye’de sokaklarda farklı insanlara kamera karşısında çığlık atmalarını istemeleri sonucu meydana geliyor. Elliden fazla insanın çığlık attığı video çalışma, ayrı odalarda olsalar da Nina Lassila’nın işiyle güzel paslaşıyor: Bireysel çığlıkların arka planına dair bizleri bir kez daha düşünmeye itiyor. Bireysel nidâlar, kişisel sebeplerle oluşabileceği gibi toplumsal bir çığlığı da yansıtabilir. Toplumsal bir dramın, birikimin sonunda yüksek bir frekansta patlak verebilir. İçinde bulunduğumuz toplumsal düzende bu birikimin oluşumunu ve patlamalarını rahatlıkla görebiliriz. Tanık olduğumuz onlarca kadın cinayeti, verimli toprakların ve zeytinliklerin talanı, bilimsel arka planı olmayan ve bütün ülkenin kobay yapıldığı yönetimsel cahillikler vesaire hepsi bir birikim yaratıyor ve saatlerce çığlık atmak, sinirimizi boşaltmak istiyoruz. Gülan’ın çalışması, Edvard Munch’ın 1893 tarihli aynı adlı tablosuna göndermede bulunuyor. Resimden ziyade videoda, şunu daha rahat deneyimleyebiliyoruz: Herkes farklı şiddette ve tonda çığlık atıyor. Bir nevi video, insanlar özelinde çığlık izi oluşturuyor. Varoluşsal bir eylem olan çığlık, kişisel sığınaklarımızda (benliklerimizde) yaşadıklarımızı da bu çalışmayla hatırlatıyor. İzleyen herkes bu çalışmada kendinden parçalar bulabilir.

Bir yan odada Şükran Moral’ın Ayna isimli video çalışmasını görüyoruz. Bu odada mavi aydınlatma kullanılmış; ancak odanın mimari yapısı biraz daha farklı. Gittikçe daralan bir koridoru andıran odanın sonuna doğru tavanda geniş bir üçgen boşluk yer alıyor. Çalışmanın gösterildiği ekranın üst orta kısmı, tavandaki üçgen boşluğun duvarla kesiştiği köşesine denk geliyor. Atmosferi daha da geometrik kılan bu buluşma, insanın ayna karşısına geçtiğindeki buluşmanın keskinliğini de bizlere hatırlatıyor. Her insan rahat rahat geçemez aynanın karşısına; çünkü yüz yüze yapılacak karşılaşmalar her daim kolay olmaz. Nitekim Moral’ın videosunun karşısına geçmek de kolay değil. Çalışmada animasyonu yapılmış bir sıçan görüyoruz. O da videoda bize bakıyor ve yüzümüze tükürüyor. Aslında sanatçı, sıçanı “Sanata sansür uygulayanları, tüküreyim böyle sanata diyenleri lağım faresine dönüştürmüştüm” diyerek tarif ediyor. “Ölüm tehditlerinin olduğu yerde sanatçı sizi lağım faresine dönüştürebilir” notunu düşüyor. Sanatçıların ya da zulme maruz kalan insanların yaşadıkları karşısında yeteri kadar tepki göstermediğimizde bu tükürük, öz eleştiri yapmamıza vesile olmalı. İnsanları sığınaklarda kalmaya mecbur bırakan bir düzene yeteri kadar ses çıkarmadığımızda, aynada suratımıza tükürüldüğü gerçeğiyle yüzleşmeliyiz. Düşünsenize lağım faresinden bir ayna ne kadar itici ve mide bulandırıcıdır? Sesiz kaldığımızda, bizler de o kadar itici ve mide bulandırıcı oluyoruz işte…

1. Genco Gülan, Çığlık
2. Şükran Moral, Mirror
3. Luca Bolognesi, Pinocchio
​4. Melis Buyruk, İsimsiz

Koridora bağlantılı ufak video ve ses odalarında her işi detaylı şekilde ele alamasak da Marcus Graf’ın kurduğu küratöryal kurgu ekseninde çalışmaların sert ve eleştirel bir ortak paydada buluştuğunu söyleyebiliriz. Daha minimal ve kişisel bazda oluşan videolar, özelden genele doğru bir okuma sunar gibi olsa da genelden özele doğru bir oluşumu da içlerinde barındırıyor. Yani yorum bilgisel döngüleri, çalışmaları zenginleştirip kuvvetlendiriyor.

​Küratöryal kurguda, mimari yapının daha iç kısımlarında kalan alanlarda biraz daha ılımlı işlere yer verildiğini görüyoruz. Buradaki büyük alanın aydınlatmasında bile gün ışığı lambalar kullanılmış. Alana girdiğimizde Beyza Boynudelik’in üçgen kompozisyon oluşturacak şekilde üç ayrı siyah kaide üzerine yerleştirilmiş, ışıldayan şeffaf heykellerini görüyoruz. Önde duran The Guard isimli heykel, sığınaktaki bu geniş alanın giriş kapısına yakın olması sebebiyle koruyucu bir kimlik yükleniyor sanki. Sanatçının geçmiş çalışmalarını aklımıza getirdiğimizde koruyucu figür, onun alfabesinde en başlarda yer alıyor. Aslında koruyucu figürlerin diğer yüzleri yıkıcı ya da yok edicidir diyebiliriz. İnsanın kendisini ve doğayı yok etmedeki hem koruyucu hem de yıkıcı potansiyeli, sanatçının çalışmalarındaki iki kutupluluğa doğru bir yol açıyor. Günlük Rutin Şefkat isimli çalışmada, ellerinde alışveriş poşetleriyle, montunun tek kolu çıkmış hâlde kapıda bekleyen erkek bir figür görüyoruz. Bu çalışmadaki, ellerinde alışveriş poşetleriyle eve giden bir babanın şefkati olabileceği gibi, aynı zamanda bunun günlük rutin bir eylem olduğuna da gönderme yapıyor. Aslında sanatçı, bu tarz günlük rutin eylemlerde şefkat kendiliğinden ortaya çıkar, diyor gibi. Diğer çalıışmada ise üst kısmı çıplak bir kadın figür, kucağında kedi tutuyor. Diğer canlılarla ilişkimiz, sığınaklardaki deneyimlerden sonra nasıl değişir dersiniz? Bu heykel onu düşünmeye itiyor bizi. Çalışmaların birlikte kurduğu dile baktığımızda sığınakta olması gereken bir güvenlik, şefkat, gözlerin aradığı günlük rutin eylemler ve sorgulamayı görebiliyoruz.

1. Beyza Boynudelik, The Guard
2-3. ODDVIZ, Kreuzberg Shedding
​4-5. Hakan Özer

Rutinlerimiz arasında kahve zincirlerinden kahve içmek, hamburger zincirlerinden beslenmek ve bağımlısı olduğumuz şarj aletlerimiz varsa, onlar da sığınağın içinde ikincil olarak, yeniden önem kazanmaya başlıyorlar. Fırat Engin’in çalışmalarında gördüğümüz bu nesneler, zamanla altın kadar değerli olmaya başlıyor. Çünkü zamanla onlar için hissedilen yoksunluk, durumun bağımlı ve hasta tarafını gözler önüne seriyor. Hızlı bir tüketimden sonra masalarda bıraktığımız ya da çöpleri doldurduğumuz bu nesneler, gün gelip kaidenin üzerinde sergilenerek, soylulaşıyor. Sanat kendine dahil ettiği her nesneye bir değer yüklemesi yaparak, yeni kimlikler oluşturuyor.

​Bu alandaki mekânın tabanı orta kısma doğru alçalan bir eğime sahip. Dolayısıyla mekânın orta kısımlarında daha ferah bir yükseklik bulunuyor. Duvarları oldukça kalın bir sığınağın içinde olduğumuzu düşünürsek, bu yüksekliğin kendine ait bir yer oluşturduğunu söyleyebiliriz. Tıpkı Ahmet Duru’nun Kendine Ait Bir Yer isimli çalışmasındaki gibi. Duru’nun işinde, kalın ve kıvrımlı bir dal üzerine yerleştirilmiş cam fanus içinde ahşaptan yaptığı bir ev bulunuyor. Çalışmalarında doğadan tasvirler sunan sanatçının bu işi, ismine de göndermeyle hem kendimize ait yerlerimize (ev, oda, eşyalar, sosyal medya hesapları vb.) hem de sığınağın kendisi ve anlamsal yapısıyla güzel bir bağ kuruyor.

1. Fırat Engin, I-Life
2. Fırat Engin, Invader
3. Fırat Engin, İsimsiz
4. Ahmet Duru, Kendine Ait Bir Yer
5. Mert Acar
6-7. Marcus Graf
​​8. Sığınak - Sanat ve Teknoloji Alanı

Son olarak Mert Acar’ın fotoğraflarıyla yazıyı bitirelim. Dışarıyla daha sert ve eleştirel bağlamda ilişkiler kuran çalışmalarla başladığımız metni, yine benzer ve dış dünyayla distopik bağlantılar kuran bir çalışmayla noktalayalım. Acar’ın fotoğraflarında kullanılmayan, terk edilmiş mimari yapılar görüyoruz. Sığınağın dışında kalan mimari yapıların yalnızlığını andırıyor. Fotoğraflar ışık kutusu şeklinde sergilendiği için onların geride kalmışlıklarına da ışık tutuyor sanatçı. Sığınağın içine girmeyi başarabilmiş insanlar için geride kalan yapıları, zihinlerinde oldukça canlı duruyor. Ukrayna’daki savaş aklımıza geliyor: Pandemide, şimdi geride kalan evlerimizde geçirdiğimiz iki yıl, onlarla kurduğumuz bağı normalden çok daha fazla kuvvetlendirdi. Sanatçının ışık kutularındaki florasan lambaları fotoğraflara yakın koyması, kuvvetlenen bu bağa da bilmeden bir gönderme yapıyor. Evlerimiz zihinlerimizde çok canlıyken, birden yeni evimiz sığınıklar oluyor ve onlara sığmayan yaşamlarımız, bizi yeniden şekillendiriyor.

https://www.youtube.com/watch?v=DqV6yB2_w0g

0
5295
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage