Cermodern, 20 Ağustos'ta son bulacak “Bedri Rahmi: Sevmek Güzel Meslek” adında bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Bugüne dek yapılmış en büyük Bedri Rahmi Eyüboğlu seçkisi bu. İlk kez günışığı gören eserlerin olduğu, hem şair hem ressam Bedri Rahmi’yi tüm bilinmeyenleriyle bize anlatan kocaman bir sanat deneyimi yaşatıyor sergi.
Şiir dinletilerinin yapıldığı ve sergi alanında sanatçıyı anlatan modern dans gösterilerinin gerçekleştiği sergi sanatçının anlayışının belirgin bir formunu gösteriyor ziyaretçilerine. Biz de hem bu şahane Bedri Rahmi sergisini dinlemek hem de bambaşka bir anlayışla, Ankara’nın, hatta ülkenin kalbinde atan CerModern’in geçmişini ve yarınını konuşmak için CerModern’in kurucu ve yöneticilerinden Zihni Tümer’le buluştuk.
Yapılmışı analiz edip, yapılmamışa cesaret eden ve tüm bunları incelikle tane tane anlatan Zihni Tümer; yarının sanat işletmeciliğine, Ankara’nın ve ülkenin sanatla ilişkisine dair yeni bir kapı aralarken Bedri Rahmi’ye dair bilinmeyenleri anlattı.
Cermodern bir özel işletme, bir sanat alanı, ama tam olarak nasıl ifade etmemiz gerektiğini bulamıyorum. Cermodern’i siz nasıl kurguladınız ve tanımladınız, burada nasıl bir işleyiş var? Bir müzeye dönüşecek mi mesela?
Biz kendimizi tanımlarken müze, galerileri işleten bir modern sanatlar merkezi olarak tanımladık. Şöyle ki bizim sanat alanımız, sergi alanlarımız tamamen müzeoloji prensipleriyle işletilen, idare edilen, yönetilen ve kendi içinde kurgusu olan alanlar, ki lokomotif olan bir faaliyet türü bu.
Bizim yaptığımız işleri müze fikri üzerinden giderek açıklayacak olursak, şöyle başlayabiliriz; Cermodern kurulurken, müzecilik tespit ettiğimiz haliyle çok statik ve kendi içerisinde birçok sorun üreten bir alandı. Avrupa’da da müzelerin durumu böyleydi, fakat müzeler yavaş yavaş kendilerini daha dinamik alanlara dönüştürmekle ilgili geniş bir faaliyet çeşitliliğine kapılarını açtılar. 2008-2010 yılları arasında dolaştığımız müzeler, kendilerini savaş sonrası dönemdeki ihtiyaca göre tanımlamışlar, fakat daha sonra bu ihtiyacın yeniden kurgulanmasıyla, modernizm sonrası çağdaş toplum ihtiyaçlarına daha doğru cevap verebilecek faaliyetlerle mekânlarını buluşturma yoluna gitmişler ve yepyeni revizyonlar yapmışlar. Böylece bir zamanların “suni ışıkla aydınlatılmamış hiçbir yer müze değildir” algısından “günışığı” müzelerine geçmek için duvarların yıkıldığını, içerilere pencereler açıldığını gördük. Daha sonraki süreçlerde bahçelerin ve binaların etrafındaki alanların daha farklı etkinliklere ev sahipliği yapılabilmesi amacıyla geliştirildiğine tanık olduk. Böylelikle işletme amacı da bir arayışın sonucu olarak değişmeye başladı. Bugün baktığımız zaman, müzelerin içinde bulundukları kent için üretmiş oldukları misyonların, aslında iki taraflı olduğunu; kentten müzeye, müzeden kente doğru, daha akılcı bir ilişkiyle kurulduğunu görüyoruz.
Cermodern’in Ankara ile ilişkisi de tam da böyle bir ihtiyaca karşılık geliyor. Başkent olmasıyla başka bir kimlik, altı milyonluk bir kent olmasıyla başka bir kimlik, coğrafi olarak bulunduğu yer ve periferindeki kentlerle ilişkisi açısından da bambaşka bir kimlik sahibi olan bir kentin perspektifindeki tüm ihtiyaçlara nasıl cevap verilebilir ve bunların hepsinin kesiştiği nokta nereye karşılık gelmelidir, sorularıyla o günkü ihtiyacımızı belirleyen bir iş formatını yakalamamız gerekiyordu. Bu noktada “Ankara’da neden bir çağdaş sanatlar müzesi yok?” sorusunun fazlasıyla gündeme geldiği bir dönemdi 2009 ve 2010 yılları. Bir kent düşünün, sayısız sanat sempozyumu gerçekleştirmiş, sayısız sanat buluşmasına ev sahipliği yapmış, beş üniversitesinde güzel sanatlar fakültelerine sahip, çok sayıda atölyesi, sanat galerisi ve kurumu var; fakat bu kent bir şekilde çağdaş sanatlar müzesine kavuşamamış. Bu ihtiyaçtan ötürü, Cermodern’in inşasına başlandığı dönemden 2009 yılına kadar süren on yıllık süreçte, cer atölyeleri denilen alan her bir ihtiyaca cevap verebilecek nitelikte olduğuna dair bir beklenti oluşturmuş. Bu beklentinin sonucu olarak, işletme formatımızı oluştururken orada birikmiş olan bu beklentiyi, Cermodern üzerinden nasıl çözümleyeceğimiz noktasında bir karşılaşma yaşadık. Bu karşılaşmaya aslında biz bambaşka bir perspektiften bakarak, bambaşka bir ihtiyacın; bir sosyal yaşam aralığı oluşturmanın peşine düştük. O noktada, kalıcı bir koleksiyona sahip bir modern sanatlar müzesine mi gidecek kalkıştığımız iş, yoksa diğer kurumlara ve koleksiyonlara ev sahipliği yapan bir alana mı dönüşecek, sorusu da belirdi ve bahsettiğim müze revizyonları örnekleri üzerinden sorgulamaya başladık.
Sonuçta bu ihtiyacın karşılığını tasarlarken, özellikle disiplinler arası ilişkiyi sağlayacak, kendi içerisinde bir iş formatı halinde çalıştırabilecek ve aslına bakarsanız bir “kunsthaus” olarak görülebilecek bir alan kurma yoluna gittik. Müzecilik faaliyetini de çok iyi yapan “müze galerileri” olan bir alan oluşturma fikrini de işin içine katarak bir “modern sanatlar merkezi” yarattık. Bu tür bir modelde nasıl her ülke kendi kültüründen bir çözüm bulduysa, Almanya’nın kendi ekolünden bir bakış açısı var, İngiltere’nin, ABD’nin, keza Akdeniz havzasının kuzeyindeki bütün ülkelerin kendi yaklaşımları var, bizim de bir yaklaşımımız oldu. Fakat aradan geçen süreci bir biçimde bypass edip yeni, dinamik bir sanat alanı oluşturarak hareket etmek istedik.
Kalıcı bir müze koleksiyonunu organik olarak nasıl işleteceğinize dair bir felsefeniz yahut bir işletme anlayışınız varsa, evet müzeleşmeye doğru gitmek zorundasınız. Ama biz müzeoloji prensipleriyle işletilen bir alanı geçici, dönemsel sergilemeler yaparak aynı felsefeyi taşımak daha önemlidir fikriyle Cermodern’deki iş formatını belirledik. Dolayısıyla iyi bir müze galerisi işletmenin gerçekten bir müzecilik faaliyeti göstermek için çok önemli bir alanı kapsadığını düşünerek faaliyetlerimizi yapıyoruz. Bu prensipleri de uygulayarak Ankara’yla ilişkimizi belirliyoruz, çünkü biz misafir etmeliyiz. Gördüğünüz gibi Hacettepe Üniversitesi’nin müze koleksiyonunu misafir ediyoruz mesela şu an, kendi küratöryal çalışmalarımızı yapmalıyız ve yapıyoruz bir yandan. Yine, dönemlik sergilerde iyi bir misyona sahip olmalıyız ki o da şudur; Ankara’nın bizden beklentisi, tabii ki popüler işleri getirmek, ama bir taraftan diğer işleri de koyabilmek ortaya. Daha çok ayak girdisi sağlayabilmek adına yüksek sanat işleri de getirebilmek, daha fazla genç sanat işi koymak içeriğe ve bunların hepsinin bütünlüğünde de kurumsal işletme tarzı olarak bir Bedri Rahmi sergisiyle veya bir Abbas Kiarostami sergisiyle ya da bir Warhol sergisiyle aynı anda bir genç sanat sergisini de işin içerisine koyacak, kendi içerisinde çok amaçlı bir disiplini her alanda kurgulatmak ve bunu mağazasıyla, restoranıyla, dış alanıyla doğrudan ilişki kurmasını sağlamak. Bunu hedeflediğimiz bir sanat alan işletmeciliği bakış açımız var aslında ve bu perspektifin Ankara’da tuttuğunu düşünüyorum, çünkü uzunca bir süre yurt dışında yaşamış ve buraya yeniden yerleşmiş bir Ankaralı olarak, kentin temel ihtiyaçlarından birtanesi olan ve gittikçe yok olan sanat alanının, yeniden ve bir sanat havalığı olarak oluşması gerektiğine inanıyorum. Bunun da kentin üzerine konmuş bir uydu gibi durmaktansa kentin aslında daha kökten birtakım sorunlarını algılayabilen, kentin dört tepesi dediğimiz bölgelerden bir şekilde insanların gelip paylaşabileceği bir alan oluşturması gerektiğini düşünüyorum. Bu fikriyatı da eski fonksiyonlarla yeni bir işletme biçimini bir araya getirerek oluşturduk aslında. Bu noktada ilk altı senede ulaşmak istediğimiz hedefi büyük ölçüde sağladık, çünkü bu tür kurumlar kariyer yapmak zorunda. Açıldığımızda sergi almaya çok zorlandık. Neden zorlandık, çünkü Cermodern olarak bir işletme kariyerimiz yoktu henüz. Dolayısıyla her taraf için bir risk halindeydi. İkinci üçüncü yılımızda biraz daha kolaylaştı, artık tanınır olduk. Bir künyemiz oluşmaya başladı. Kendi kurguladığımız işler ilişkide olduğumuz yerel kurumlar ve ilişkide olduğumuz uluslararası kurumlar ve bu kurumların bizden beklentilerini yerinde çözmekle alakalı olarak sicilimiz oluştu. Bugün ise geldiğimiz noktada çok kolay ilişkiler kurabiliyoruz. Hemen hemen uluslararası işlerde, sergilerde veya sergi kurulumlarında kurguladığımız ilişkilerin hepsinde, tam da hayal ettiğimiz noktaya geldiğimizi gördük. Bundan sonrası daha kolay.
Bundan sonrası nereye varacak? Şu ana dek atılmamış hangi adımı atmaya yöneleceksiniz?
Bundan sonraki adım, Cermodern’in kendisinin sağlamış olduğu bu potansiyeli, çalıştığı kentte ve bu kentin periferinde daha pozitif işler yaparak kullanması yönünde olacak. Örneğin, daha evvelinde, bir bianel arayışı içerisinde olunduğunda Cermodern kendisine sorulan soruları hep sağından solundan geçerek cevap verirdi, ama bugün artık Ankara’da bir genç sanat bienalinin var olması gerektiğine inandığımız noktadayız ve 3-6 Ekim’de bir “arama” konferansı yapacağız: Ankara genç sanat bienalini arıyor, diye. Etkinlik bienal olarak tanımlanmayacak elbette. Böyle bir uluslararası buluşma yapacağız. Bienal koordinatörleri, küratörleri, uluslararası arenada çalışan profesyonelleri, sanatçıları, akademisyenleri ve kurumları Ankara’da bir araya getireceğiz. Bunu yapmak, bize aslında Ankara tarafından yüklenilmiş bir misyon. Buna bir cevap vermek istedik. Gerçekten bir bienalin yapılıp yapılmaması gerektiğinin tartışılacağı bir konferans olacak. Gerçekten bienallerin veya Mass Expo dediğimiz kentsel, kamusal ve bütün toplumsal alanı içine çekecek bir algıyı ortaya çıkarabiliyor mu, o altyapıyı sunuyor mu kent, buna bakacağız. Buna baktığımız noktada da değişik fikirleri alacağız aslında. Bir bienal formatının ne olabileceği ile ilgili bir yol haritası belirleyeceğiz. Sonraki adımımız ise böyle bir etkinliğin kentin tamamıyla nasıl buluşabileceğine dair taktikler ve stratejilerle alakalı olacak.
Sanatla toplum arasında bir iletişim aracı olarak kurguluyoruz işimizi. Bunu yaparken de maksimum ulaşılabilirliği ön plana koymamız icap ediyor. Gerek interdisipliner gerek transdisipliner alanlarla iç içe ilerliyoruz. Elimizdekini çok iyi okuyup bunların bir araya geldiği alanı, sanatın yönetildiği alan olarak alıyoruz biz. Bununla ilgili olarak kentteki diğer kurumlarla bir ilişkimiz var, onları sürekli olarak teşvik ediyoruz, kent kampüsü olarak ve Cermodern’i bu ilişki içerisinde istedikleri gibi kullanmaları şeklinde yönlendiriyoruz. Özellikle fakültelerle ve diğer sanat kurumlarıyla, sanat inisiyatifleriyle, diğer atölyelerle yaptığımız çalışmalarda çok başarılı sonuçlara ulaşıyoruz.
Bunun dışında da mutfak kent kimliğini dönüştürmek ve tanımlamakla ilgili bir çabamız vardı. Bunun gerçekten gerekliliğini, ikincil kentlerin ne kadar önemli olduğunu, servis eden kentlere giden yolda “mutfak olma” tanımını Ankara’nın ne kadar iyi karşıladığını, yaşadıklarımızla doğruladık, çünkü salonda servis edebilmeniz için önce mutfakta hazırlamalısınız, mutfak yoksa ya da yemekler kötüyse salonda aç kalır misafirler. Cumhuriyet kuşağı boyunca Ankara her zaman İstanbul’a kaynak olmuştur sanatçı açısından. Ya burada doğmuştur, sanatçılar ya burada eğitim almıştır ya da bir dönem Ankara’da var olmuştur. Cer kurulduğundan bu yana bile birlikte çalıştığımız, burada yetişen onlarca genç sanatçı gitti İstanbul’a.
Kısaca, bir sanat havalığının bir kentin merkezinde olmasının ne kadar önemli olduğunu, böyle olduğunda etkinliklere katılan insan sayısı ve çeşitliliğinin nasıl çoğaldığını görüyoruz, yani Ankaralıların ihtiyacını karşılamaya dair sürekliliği olan bir çalışma prensibi uyguluyoruz.
“Bedri Rahmi: Sevmek Güzel Meslek” sergisine gelelim. Sergi bugüne dek yapılmış en büyük ve interdisipliner Bedri Rahmi sergisi. Çocuklar için etkinlikler, şiir dinletileri, edebiyat söyleşileri, dans gösterisi gibi çok sayıda etkinlikle birbirine bağlanan, şairliğini ve ressamlığını buluşturan bir iş. Ailenin ve eski öğrencilerinin ve onların koleksiyonlarının temelini oluşturduğu yaklaşık 200 eserlik dev bir Eyüboğlu gösterimi. Nasıl bir sürecin ürünü bu sergi?
Biz Ankara ile İzmir arasında doğrudan bir sanat iletişimi kurarken, kurumsal olarak İzmir’de Folkart ile iletişime geçtik. Folkart’ın sanat direktörü Fahri Özdemir de Ankara’da uzun yıllar yaşadığı için kentle bir gönül bağı var. Dolayısıyla Ankara ve İzmir arasındaki kopukluğu gidermek üzerine, iki kenti yakınlaştıracak yeni yollar ve etkinlikler gayesiyle bir ilişki kurduk. Bedri Rahmi sergisi de bu ilişkinin ilk meyvesi olması açısından ayrıca önem kazandı. Folkart’ın ve Fahri Bey’in aileyle yakın ilişkisi sayesinde ve tabii Doğan Hızlan’ın o noktadaki muazzam desteğiyle, ki Folkart’ın danışma kurulu üyesidir kendisi, serginin Ankara’ya getirilmesi ve Ankaralı izleyiciyle buluşması üzerinde hemfikir olduk. Ondan sonraki süreç ise sergileme yöntemleri ve kürasyonda birtakım heyecanlar yaratmakla alakalı gelişti. Daha önce altı yüz metrekare için planlanmış bir sergiyi, üç bin metrekareye taşımak, eğer baştan planlanmadıysa mümkün değil. Dolayısıyla biz alan yönetimimizi, bu sergiyi Ankara’da daha farklı bir biçimde ve anlatımla, bir hikâye anlatımına dönmesi için kronolojik bir dizgiyle değil de insanlarda sanatçıyla yaşayan hafızayı ortaya çıkarmaya yönelik, sürprizleri olan, sanatçının heyecanlarını, hikâyelerini yaşatan bir şekilde izleyicisine ulaştırmak istedik, muhakkak bir kronolojik retrospektif olması mantığı gütmedik bu nedenle. Daha geniş alanlarda perspektifler sunmak, daha geniş algı alanları üretmek ve bu arada Bedri Rahmi’nin şairliğini de vurgulayacak bir kurgu hayal ettik. Yazının ve şiirin resme, resmin şiire döndüğü bir boyutu tam da ortadan kesmek ve bunu bir ilişki biçimi olarak serginin ana fikri olarak ortaya koymaktı arzumuz.
Serginin fonunda Ruhi Su dinliyorsunuz şu anda mesela, başka müzikler ve kendi sesinden şiirleri de akıyor arkada, ama çoğunlukla Ruhi Su sesini duyuyoruz. Çünkü Bedri Rahmi atölyesinde çalışırken Ruhi Su dinlermiş, bunu da Hüget Eyüboğlu bize söyledi. Sergiyi görmeye geldiğinde, içeriye girdik ve “Evet çok güzel müzikler var, ama burada mutlaka Ruhi Su çalmalı, çünkü Bedri Rahmi çalışırken Ruhi Su dinlerdi ve yaşasaydı bu sergi benim en güzel sergim derdi” dedi. Ve Ruhi Su dahil oldu sergiye. İnsanların hafızasında kalan Bedri Rahmi’nin, fiziksel alandaki Bedri Rahmi’yle buluşması gerçekleşti. İzleyicilerden gelen tepkiyi ve geri dönüşleri de gördüğümüz zaman aslında bu dizginin ne kadar düzgün ve yerinde bir uygulama olduğunu anlıyoruz, çünkü herkesin hafızasında bir Bedri Rahmi Eyüboğlu var; kimi balığından doğru Bedri Rahmi’ye gitmiştir, kimi çizgisinden doğru Bedri Rahmi’ye gitmiştir, kimisi de tümüyle ama tümüyle şiirinden doğru Bedri Rahmi’yle buluşmuştur. Ve hepsi de Bedri’nin kendisinin sunduğu estetikle ona dokunmuş, hafızasında yer etmiştir bir şekilde. Bununla yerinde karşılaştığınızda, mesela bir Orhan Veli’ye mektubu, bir Âşık Veysel’den aldığı mektubu, bir Turan Erol’un mektubu ve çok çok özen gösterdiğimiz onun dönemeçlerini vurgulayan çalışmaları seyircide daha derin bir Eyüboğlu algısı oluşturdu.
Tabii sergiyle birlikte kurguladığımız etkinlikler de çok etkili oldu. Simla Sunay’ın, Mavi’nin Mutluluğu kitabını bir çocuk etkinliği için kurguladık ve yazar harika bir etkinlik gerçekleştirdi, yine Bedri adıyla bir kareografi hazırlandı ve sergi alanında modern dans gösterisi yapıldı birkaç defa, hâlâ yapılıyor. Bedri Rahmi’nin şiirlerinden bir dinleti planlandı. Sergiye gelen ziyaretçiler yeni yeni Bedri Rahmi deneyimleriyle ayrıldı, şair olarak tanıyan ressamlığını, ressamlığını bilen şairliğini keşfetti. Aşklarını, dönemeçlerini izledi. Çok boyutlu bir deneyim sağladı serginin kurgusu herkes için.
Az bilinen bu dönemeçlerden hangilerini anlatırsınız bize mesela, neye odaklanabiliriz sergiyi gezerken daha evvel pek bilmediğimiz?
Bedri Rahmi’nin yağlı boya alerjisi vardı, yağlı boyaya dokunamazdı. ABD seyahatinde akrilik boyanın keşfedildiğini gördükten sonra gerçekten sanat hayatında inanılmaz bir dönüşüm yaşamaya başlamıştır. Çivit boyalarla ve alerjik durumlarla uğraşmasına gerek kalmamıştır artık. Muazzam çalışkanlığının önünde artık ona engel olabilen şeylere bir çözüm bulabilmiş olması sayesinde sanatı daha bir sıçrama noktasına gelmiştir.
Kum ve tutkalı akrilikle karıştırarak ortaya çıkardığı işin tamamen “Bedrice” bir çözüm olması gibi birçok deneysel çalışması, onunla güzel sanatlar akademisi yıllarında dahi birlikte olup, bu sergiye dek ulaşan insanların neden onu “Hocam” diye benimsediklerini, bunun altını çizdiklerini özetler şeyler, zira gerçekten çok değerli bir ve birkaç şeyi ondan miras almış ve öğrenmişler. Bugünkü genç sanatçıların, aslında içeride de koyduğumuz Yemin metni ile birlikte, her ne kadar klişe gibi dursa da, nasıl her çağa, her nesle doğrudan ulaşabilen bir atıf ve doğrulama olduğunu kavrayabiliyoruz bütüne bakınca. Serginin içerisindeki dokunuşlar da zaten geleneksel olanla modern olanın, modern olanla geleneksel olanın birbiri arasında nasıl geçiş yaptığını, dahası nasıl geçiş yapabildiğini kavramak üzerine. Yedi nesil sanatçının da genç nesil sanatçının da doğrudan bir ders gibi görüyormuşçasına katıldığı bir “master class” oluşturmak istedik aslında.
Bunu da yaparken bir retrospektif kimliği içerisinde yapmadık. Evet bir retrospektif oluşturalım, dedik, ama bunu da tek bir duvarda yapalım, ilk işiyle son işini bir duvarda bir araya getirirsek, biz zaten bir retrospektif duvarı yapmış oluruz, esprisiyle yaklaştık, çünkü sıkıştırmak istemedik hikâyesini kronolojiye! Böylece, Trabzon’daki ilk işiyle, yarım kalmış olan son işi bir duvarda göstererek retrospektif ilişkisini kurduk, ama geri kalan alanda, Bedri Rahmi’nin bilmediğimiz her şeyine doğru götürüyoruz ziyaretçiyi. Yaşar Kemal’in dediği gibi: “Anadolu’nun kedisiydi koklamadığı yer kalmadı” Bedri Rahmi’nin.
Bedri Rahmi yaşadığı yer için kendi döneminde muazzam bir sanatçı ve sonraki dönem için muazzam bir yol gösterici. Biz de yeniden keşfettik Bedri Rahmi’yi.
Sergide ilk kez günışığına çıkan eserler var, gelen ziyaretçiler ilk defa görecekler bazı eserleri, nasıl toplandı bu koleksiyon?
Ana koleksiyon aileden. Evlerinin duvarlarında asılı olan işlerin, hatta gelini Hüget Eyüboğlu’nun başucunda duran işin dahi oradan alınmış olmasıyla oluşan bir sergi bu. 80 yaşındaki Hüget Hanım, o kadar yolu, sırf o işin nerede olduğunu görmek için geldi. Belki kırk yıldır başucunda asılı olan bir resim! Nerede ve nasıl sergilendiğini görmek istedi ve çok beğendi. Aileden sağlanan ana koleksiyon dışında, birkaç koleksiyonerden özellikle Anadolu ve yurt gezilerini tamamlayacak işler alındı, aynı zamanda öğrencisi olan Turan Erol’dan balığı aldık; Camgöz balığı. Bursa İşi’ni, Ankaralı koleksiyoner Murat Balkan’dan aldık, ki olmazsa olmaz bir çalışmasıydı. Fahri Özdemir’in kendi koleksiyonundan bir parça iş var. Diğer bütün işler özel eşyalarına dek bir bütün halinde aileden.
Her işi başka bir hikâye olan bir sanatçı Bedri Rahmi, hangi işin hikâyesini anlatırsınız bize?
Karagöz’ün Gemisi sergi bütünlüğü içerisinde ilk kez sergilendi. İzmir’de Folkart’ta ebatından ötürü daha farklı bir yerde sergilenmişti, çünkü her yere sokamazsınız o boyutta bir işi. O eskizin hikâyesi, Bedri Rahmi’nin sanat hayatında çok önemli bir noktaya işaret eden, yarım bir iş olmasıyla çok özel bir hikâye. Eser, aslında bir eskizdir, bitmiş değildir. Bir mozaiğin eskizidir. 1974 yılında İstanbul’da Hilton kurulurken sipariş edilmiş ona. O dönem öğrencileri olan ve bu serginin küratörlüğünü üstlenen İbrahim Örs ve Hanefi Yeter’le beraber Narmanlı Han’da işi yaparlarken son bir ölçü alması için Hanefi Yeter’i, Hilton’a gönderir Bedri Rahmi. 1974’te henüz inşaat halindeki otele giden Yeter, orada daha önce satın alınmış, çerçeveli büyük bir mozaik işinin ters çevrildiğini ve üzerinde pinpon oynandığını görür. Tabii Hanefi Yeter atölyeye koşar, der ki; “Hocam başımıza neler geldi, böyle bir durum var orada”. Bunun üzerine Bedri Rahmi: “Derhal gidiyorsunuz o işi alıyorsunuz ve getiriyorsunuz” der ve elindeki işi de bırakır. Eskiz o gün rulo haline getirilir ve evde bir yere konur. Aradan geçen elli yıldan sonra o iş tekrar açılır, restore edilir, aynı öğrencilerce çerçevelenir ve yarım bir iş olsa bile o dönemki sürecin içerisinde bitmiş olan ile hâlâ bitmemiş olanı ifade etmek için bir yer bulur kendisine. Bundan sonraki kalıcı sergide ise kâğıt üzeri bir eskiz olmasına rağmen aranır niteliktedir. Sergideki tüm eserlerde bir hikâye var, önünde durduğunuzda özel bir hikâyesi olmayan iş yok gibidir neredeyse.
Çok yönlü bir sanatçı ve insan olarak baktığınızda nasıl bir Bedri Rahmi görüyoruz bu sergiyle?
Denizle olan ilişkisi çok belirleyici mesela. Keza Trabzonlu olduğu için Karadeniz ile, İstanbul’la ilişkisi nedeniyle hem Marmara hem de Ege ile… Mitolojisini çok sevdiği Bodrum ve çevre bölgesinde denizle oluşan ilişkisi nedeniyle Akdeniz ile bütünleşmiş bir karakter. Kendini tamamen denize adamış; Kalamış’ta yaşadığı için denizle tüm gün ilişki kuran bir insan ve elbette buradan hareketle kullandığı renkler, objeler, yapıtaşları, fikirler ve mitolojik söylenceler o kadar etkilemişki onu, o dönemlerde henüz keşfedilmemiş olan Bodrum ve civarını keşfetmek için yollara düşmüş. O zaman Bodrum’a gitmek şimdiki gibi kolay değil, günlerce süren bir seyahatin sonucunda Bodrum’a giden ve Halikarnas Balıkçısı’nda kalan ve onunla oraya atfedilmiş olan birçok hikâyeyi yerinde gören bir keşif öncüsü. Bütün şair, yazar, ressam arkadaşlarını aynı amaçla toplayıp yine o günün koşullarındaki; tuvaleti ve müştemilatı olmayan taka/teknelerle mavi yolculuklar yapmaları o esnada çok önemli.
Cumhuriyetin ilk yılları bunlar. Bakın, 1911 doğumlu, 1975’te vefat ediyor. Doğduğu ülke Osmanlıca ve Arap alfabesinde ve ilk eğitimi Osmanlıca, fakat daha sonra Türkiye Cumhuriyeti ile serpilen bir hayatın içerisinde gelişiyor. Ardından tamamen Fransızca üslubuyla Andre Lotte ve diğerleri tarafından özendirilerek kurulmuş bir güzel sanatlar akademisine, referansla Trabzon’dan geliyor ve sanatla buluştuğu andan itibaren öldüğü ana dek sadece ve sadece sanatla ilişki içerisinde bir yaşam kuruyor. Sosyal olarak Türkiye’nin yaşamış olduğu gündemin de doğrudan içindeler. Osmanlıcadan Türkçeye dönüş yaşamış; Türkçeyi kullanmakla alakalı çok ağır bir özen ve bu özenin getirmiş olduğu yazı dili, getirdiği söz üretimi, felsefi derinliklerin araştırılması ve Türkçenin yapı taşlarının olgunlaşmasına katkıda bulunmak ve bu arada da resmi tamamen bir tercüme alanı olarak görmek; tüm bunlar o kadar önemli bir geçiş sürecine dahil ki! Öte taraftan da tüm bu sürecin ondaki birikimini yeni nesillere öğretmesiyle, çıraklık-kalfalık-ustalık ilişkisini çok doğru bir biçimde uygulamasıyla, inanılmaz malzeme bilgisini -bizim de kürasyon sürecinde öğrencisi Hanefi Yeter ve İbrahim Örs’te gözlemlediğimiz şekilde- öğrencilerine dudak uçuklatacak kadar derinlikle aktarmış olan müthiş bir hoca. Tabii bir yandan da özel yaşantısındaki fırtınalar çok yol gösterici onu anlamaya çalışırken. Aşk üzerine yorumları, bunu yorumlarken yarattığı estetik bütünlük ve bu bütünlüğün sonucu olan işler ile denemeleri bize, yaşamını tümüyle deneysel bir alanda geçirmiş olduğunu kanıtlıyor. Bu farklı yaklaşımlarını, fırtınaları atlatmanın tek yolu olarak gördüğünü fark ediyoruz ve aslında temel olarak kökeninin Anadolu’da olduğunu ve Anadolu’nun ne olduğu bilincini ne kadar yüzeyde tutarsa ve güçlendirirse meyvelerinin farklılığını çoğaltacağını anlamış ve kendisine çok büyük bir serbestlik bırakmış. Bunu da resmine çok yaymaya çalışmış bir insan, o nedenle bugün insanların hafızasında Bedri Rahmi’yi çağrıştıran bir imgesi/imgeleri bundan sonraki kuşaklarda da aynı şekilde devam edecektir; çünkü üretilmiş olan malzeme, evrensel olarak üretilmiş bir malzemedir ve buna rağmen de son derece yerel ögeleri içinde tutan inanılmaz bir simyaya sahip!
Bizi inanılmaz mutlu etti, Bedri Rahmi’yi yeniden çalışmak, aileyle tanışmak, her bir işi asarken ve bir diğeriyle olan ilişkisini kurarken bize sunduğu serbestiyi yaşamak o serbestlik içerisinden deneyselliği bir araya getirmek, bunları kurgulamak ve kurgularken de teorik yaklaşımını da devasa bir alanda sergilemek müthişti…
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun eserlerini Ankaralı sanatseverlerle buluşturan “Bedri Rahmi: Sevmek Güzel Meslek”, 20 Ağustos'a dek Cermodern’de ziyaret edilebilir.