Sanatçı Slobodan Dan Paich ile Kara Tiyatro, Artship gibi gerçekleştirdiği pek çok proje ile birlikte yaşamı ve sanatı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Çocukluğunuzdan beri sanata olan yeteneğinizi göz önüne alırsak öncelikle annenizin direncine rağmen müzik korosuna katılmanız ve sonra erken yaşlarda tiyatroya, sinemaya olan ilginiz, Sırbistan’da bazı tiyatro grupları kurmanız… Sırbistan’daki ilk döneminizle başlayalım, temsil ettiğiniz Kara Tiyatro (Black Theatre) fikri gerçekten beni cezbetti, bana kısaca o dönemde Kara Tiyatro’ nun sizin için neyi ifade ettiğini söyleyebilir misiniz?
Elbette, elbette. Kendi manifestomuzu yazdığımız zaman, yaklaşık on beş yaşındaydık. O zamanlar bağımsız tiyatrolar yoktu. Her zaman devlet tarafından kurulan, yönetilen ve seçilen tiyatrolar vardı. Bu yüzden bağımsız tiyatro duyulmamış bir şeydi, bir şekilde küçümsendi ve sonuçta marjinalize edildi. Fakat Kara Tiyatro, form olarak Prag’da ve diğer şehirlerde belirli bir ışıklandırma, oyuncuların siyah giyindiği ve ellerinde hikâyeyi geliştirdikleri taşıdıkları objelerle var olmuştu ve gerçekten siyahlar giyinmiş üç aktörün bir kuklaya hareket verdiği Japon Bunraku tiyatrosundan kökenini almaktaydı; başlangıçta ayakları yere bastı, daha da ilerledikçe bir eli oldu ve ustalık kafayı ve bedeni vücuda getirdi. Bu yüzden karanlıkta, siyahlar içindeki bir insanın yanılsamasını yaratan üç kişinin bütünlüklü bir uyumudur bu. Yani, Prag’daki ve Doğu Avrupa’daki Kara Tiyatro’nun, böyle bir başlangıç serüveni vardı; gösteri (animasyon) fikriyle ilişkili (alegorik alt tonların çekiciliğinde).
Topluma sunduğunuz Kara Tiyatro’ya halktan gelen ilk tepkiler nasıl oldu?
Aslında doğru ışıklandırmayı sağlamak için paramız yoktu, boya almak için bile. Peki biz ne yaptık, bu şeylerin tahmini varlığıyla hareket ettik. Böylece onlar oyunları sergilediler, küçük performanslar ve atölyeler yaptılar, bilirsiniz, bazı halka açık gösteriler, tahmini bir ışıklandırmayla o boşluğu doldurabilir.
Fakat aynı zamanda komünist hükümet tarafından yapılan bazı baskılar da vardı bu tiyatroya tepki olarak? Değil mi?
Bu daha karmaşık bir durumdu, sadece bir tiyatro akımı değildi bu. Tiyatro, sorgulamanın bir dışavurumuydu ve tiyatroda çalışan yedi kişi vardı ve bunlardan bazıları benim gibi radyodan gelen çocuk aktörlerdi. Bu yönden, görünen o ki, bizler epey göze batıyorduk.
Sizdeki bu teatral ilginin, korodaki deneyimlerinizle bir ilişkisi olduğunu söyleyebilir miyiz?
Sadece koro değildi tabii. Fakat bencillikten de değildi… “Ben şöyleydim, böyleydim…”. Ben koroda solo şarkıcıydım. Operada şarkı söyledim. Operanın açılışında askerleri taklit ettikleri sırada küçük çocuklara öncülük ediyordum. Askerlerin lideriydim. Tutkulu... İlk konserlerimi korodaki yirmi çocukla birlikte verdim. Yugoslavya’nın solist ve aktör ilk çocuklarından biriydim ve sonrasında da önde gelen bir gösteride rol aldım. Yani çok yönlü deneyimlerim ve muhteşem dışavurumlarım oldu.
Önce koro ve bir filmde rol almanız, sonrasında bu esinlerle tiyatro kurmanız, ardından yönetmenlik, kostüm ve sahne tasarımı gibi pek çok alanda üretim göstermeniz. Kısacası tiyatroya olan yeteneğiniz bütün bu deneyimler esnasında mı ortaya çıktı?
Hepsi ben üç yaşındayken başladı. Anaokulunda, aileleri karşılamak için şu söylenen ilk şarkı, özünde yedi yaşındaki çocuklar için yapılan bir resital. Hatırladığım üç bölümlük bir şiirdi. Onlara tümünü ne kadar ezberlerinde tutabildiklerini göreceklerini söyleseler de sadece bir bölümünü istediler. Bu şekilde içlerinden bir çocuk ailelere hoş geldiniz karşılaması yapacaktı. Komünist dönemde Noel yoktu. Oysa onların bir Noel ağacı oldu, süslediler ve çocuklar küçük hediyeler alabileceklerdi. Çok fazla paraları yoktu o zaman. Bu şekilde; beni de onlardan biri olarak denediler “Ah, bu çocuk zor kısmı hatırlayabilir”. Ve ayrıca bir bebek misali, bir çocuk olarak, tıpkı benim ailemin benle konuştuğu gibiydi, mükemmel bir dil bilgisi ile konuştum, açık bir telaffuzla ama bebek sesimle değil. Ben her zaman ciddi bir insan tavrıyla konuşmuşumdur ve diğer çocuklara da bunu tavsiye edecektim elbette ve büyüklerle de tartışacaktım bunu. Böylece ezberlemem gereken şiiri öğrendim. Gösteri başlamak üzereydi. Beni bir sandalyeye oturttular ve üç yaşındaydım. Aileler geldi ve ben gürce okudum şiiri, ışıklar söndü ve bazı çocuklar ağlamaya başladı. Ben sadece aklımdan okumaya devam ettim, ışıkların olmaması umurumda mıydı ki? Söylemeye devam ediyordum ve herkes çok etkilenmişti. İnanamadılar üç yaşında bir çocuğun karanlıkta bu işi sonuna kadar götürüp bitirdiğine. Yani bu benim kariyerimin başlangıcı idi çünkü sonra caddeden geçtiğim zamanlar, bazı aileler “Ah, bak. İşte o çocuk…” diyeceklerdi.
Her zaman fikirler ve hikâyeler keşfediyordum ve annem derdi ki “Ah lütfen, dur artık. Midem bulanıyor, katlanamıyorum.” ve son nefesini tutardı. Onun evde olmadığı zamanlar elbiselerini her çeşit şeye bağlardım. Tek bir odanın içinde yaşardık. Onları mobilyaların üzerlerine sererdim ve bazen de onun eski elbiselerini bağlayıp camdan aşağıya doğru sarkıtıp fırlatırdım. Zavallı kadınsa işten eve yorgun olarak gelirdi.
Hayatınızda vuku bulan bütün bu işler, yani bir bakıma kendini keşfetme, azar azar inşa edilen sanat anlayışının kuruluşu… Nasıl hissediyordunuz kendinizce bir sonraki adımın nasıl olacağını? Çünkü bu çok yönlü, farklı boyutları olan bir şey? Koro, kostüm, sahne tasarımı, farklı tiyatro gruplarıyla çalışmalar, aktörlük…
İşte ben çocukken tiyatroda herkesle sohbet ederdim. Böylece muhteşem akıl hocalarım oldu; sahnesel ressamlar, yönetmenler, ışıkçılar, terziler. Öğrendim, böylece farklı disiplinlerin düşüncesi bir konu olmaktan çıktı. Tabii ki tiyatro ve sinema için oyunculuk yapmak tamamen farklı, fakat bunların hiçbiri problem olmadı çünkü hepsi bir tür tutkudan gelmekteydi. Şu Toscanini arkadaşın yaptığı gibi, bilirsiniz, kendisi, New York Flarmoni orkestrasının orkestra şefi olmuştu ve müzik başarılarına tepeden bakmak uğruna provalar yapmayı çok sevdi. Örneğin, birinci kemancıyı denerdi, seyircilerin ince ve tiz bir çığlığı duymalarını isterdi. Ve bir kez şarkı söyleyen tombul ve genç bir bayan vardı. Biri onun için büyük bir şarkıcı olacak demişti. Ve Toscanini dedi ki “Endişelenmeye gerek yok, eğer onun sesi konusunda söyleyecek bir şeyi yoksa...”
O zaman sizin etrafınızda sizin için de böyle şeyler söyleyen birileri var mıydı? Bak şu çocuk çok iyi bir…
Daha sonraları çalıştığım dönemlerde, ben bütün oyuncu tayfasına eşit mesafedeydim, herkesin gözünde eşit... İmkânsız bir görevdi yerine getirmek için ve tiyatro işinde böyle bir kişiye ihtiyaç duyarsınız, enerjiyi yukarıları taşıyacak birine.
Yani, o kişi sizdiniz.
Ben sadece bu çeşit bir kıpırtı, enerji ile doğdum.
Tahmin ediyorum. Merakımı bağışlayın, sonunda sizi Sırbistan’dan koparıp Londra’ya gitmeye iten sebep neydi?
Yapmalıydım, çünkü bizler muhaliftik, dolayısıyla çok fazla sindirememe ve saldırganlık söz konusuydu… Kendiliğinden liderlik, olmayı denemeden, fikirlere liderlik etmek, her zaman yaptığım şeydi. Bir çocuk olarak da yaptım bunu. Böylece bağımsız tiyatronun başlangıcı ile vardığı yerdeki durumu aynı değildi. Ben onu her zaman icra ediyordum zaten. Her zaman bir şeylere gebeydim içimde.
Fakat düşünüyorum da ilk kez Londra’ya vardığınızda, İngilizce dahi bilmiyordunuz. Ve orada insanlara, topluma yabancı bir şekilde, öğrenme süreci, eğitim vs. başladı. Yeniyle ve yeni bir toplumla iletişim nasıl oldu? Nasıl ilerlediniz böyle? Nasıl bazı şeyleri yerine oturttunuz? Zor olmadı mı?
Korkulur bir şeydi. İmkânsızdı ama hepimiz ayakta kaldık ve aynı zamanda ifade ettik. Ben ülkeden ayrıldım çünkü kalıp mücadele etmek yerine sanatımı vücuda getirebileceğim eğer başka bir yere gidersem daha yararlı olacağıma inandım. Böylece elimden gelenin en iyisini yaptım. En azından bunu denedim. Üç farklı işim oldu ve dil bilmiyordum. Bilirsiniz, yaşama karşı belirgin bir direniş vardır. Geri dönemeyeceğimi biliyordum. Kalıyordum çünkü pek çok yeteneğim vardı sonrasında muhteşem birkaç tesadüfü olay gerçekleşti.
Peki bütün bunları insanlara nasıl görünür kıldınız? Yeteneğinizi yeni bir topluma görünür kılmaktan bahsediyorum.
Elbette, görünür kılmayı denedim. Yaptığım çizimleri, resimleri yanımda getirdim ve onlara güldüler çünkü modern resimler değillerdi, onları yalnızca içimden geldiği gibi yapıyordum ama biliyordum ki devam edecektim. Oakland’da genç insanlarla ve şehrin kalbinden gelen çocuklarla beraber çalıştık sonra… Yarattık, bunu direnişin paydası olarak adlandırdık ve bir gemimiz oldu, buna “Sanat Gemisi” (ArtShip) adını verdik. Direnmeden sanat yapamazsın.
Hatırladım tabii, ben de şu direnişlerden söz açacaktım. Yani dediniz ki Oakland’daki genç insanlar iş bulmakta zorlanıyorlardı. Belki kötü alışkanlıkları vardı vs. Belki boşlukta hissediyorlardı ve sonra bu dernekle birlikte, “Sanat Gemisi”ni vücuda getirdiğinizde, pek çok proje gerçekleştirdiniz, değişik disiplinlerden sanatçıları bir araya getirerek bir umut ışığı oldunuz değil mi?
Bu ikimizin de bugün de konuştuğu bir şey. Devamlılıktır, şeyleri bir arada tutan…
Sırbistan’dan başlayarak, ilk noktadan sona kadar, şu an bulunduğunuz yerde, süreklilik ve direnme bağlamında bir değişiklik olmadığını mı kastediyorsunuz?
“Ah, direnmeyi keşfettim, Ah bir filmi keşfettim” gibi bir şey değil bu. Hayır. O her şeyi kalıcı kılan belirgin bir canlılıktı. Çizim tarzımı hiçbir zaman değiştirmedim. Kübist ya da Fovist tarzım olmadı ve sonra ardından Ah Tanrım, yine aynı tarzda çizdim. Aynı şekilde düşündüm. Benim ilk tiyatro düşüncem bugün gerçekleştirdiğim ile temelde aynıdır.
Bir çeşit içgüdüyle, sezgiyle yola çıkarak, ardından belirgin bir şekilde nereye gideceğinizi biliyordunuz…
Evet, içsel olarak sorguluyordum. Gelecek bienale de ne var diye bakmıyordum. İçsel olarak sorguluyorum. Demem o ki, benim yaşımda, sakin zamanlar geçirmekteyim, bazı meditasyonlar şekilleridir bunlar ama bir moda değildir. Yaşayan bir canlılıktır bu. Devamlılığa yön veren itici güçtür, bu itici güç ayrılmaya izin vermez. Sanat buradadır.
Bir keresinde ifade ettiğiniz gibi “ustalık” çok önemli demiştiniz ve sonra “Artship”in kuruluşu var. Ustaları bu projeyi hayata geçirmek için nasıl bir araya topladınız? Kültürleri ilişkilendirme düşüncesi ve ardından sanat tarihini keşifle işin içine katma, ayinlerle buluşan efsaneler, bütün bunlar projelerinizde nasıl bir araya geldi?
Tıpkı şu an bizim buluştuğumuz gibi. Her şey biraz böyledir… Örneğin biz gösterilerimiz için hiçbir zaman seçmeler yapmadık, asla. Kim bir şey yapmak isterse, bir şeyler yapacaktı zaten.
Adım adım planlamadığınızı mı kastediyorsunuz?
Hayır, projenin konusunu planladım, fakat aşamaları planlamadım ya da kimin kim olacağını ya da seçmelerin olmasını. Bakıp da söyleyeceğim “hmmm, bu birinin yapabileceğidir.” Önemi yok. Herkes orada bir mucize gerçekleştirebilir kendi yolunda; kendilerine bir fırsat verildiğinde. Bu yüzden ustaları aramıyorum. Ben yaptıkları gibi olan insanları arıyorum. Bazıları ustadır, bazıları viyolin çalabilir fakat aynı zamanda dans edebileceklerini hiç düşünmemişlerdir ve onu denerler. Bu vücudumun içinde mevcut. Kemanım ile güncel olarak dans edebilirdim. Yani o hiçbir zaman önceden planlanmış bir yol olmadı; programsal olarak öyle olsa bile.
Londra günlerine geri dönelim o zaman, bir soru sormak istiyorum. Yeteneğinizi topluma göstermek için ilk şansınız Fransa’daki bir yarışmanın ilanının keşfedilmesine dayanıyor, haksız mıyım?
Şöyle ki ben mimar olduğumdaydı ve buna sahip olmam gerçekten inanılmaz bir hikâye. Tiyatro yönetmeni olmak ki bundan tamamıyla farklıdır. Geleli belki bir yıl olmuştu. İngilizcem çok iyi değildi. Sabahları temizlik işi yapıyordum ve sonra okula gidiyordum, İngilizce öğrenmek için. Okulun galerisinde restorasyon ve sonra boya yapıyordum. Böylece iki işim oldu. Zaman odaklı çalışıyordum. Çalışmalarımı galerilere götürüyordum ve bana gülüyorlardı fakat sonunda biri bana dedi ki: “Etkili ve önemli bir tiyatro direktörü var. Ayda bir kim onunla buluşmak isterse oraya gidiyor ve ismini listeye ekliyor ve o bunları değerlendirip seninle konuşuyor.” Böylece bir arkadaş beni oraya götürdü ve Londra’ya seyahat etmeden bir yıl önce İstanbul’daki tiyatro festivaline katılan öğrencilerdik. 1964 yılında, ilk kez İstanbul’da arkadaşlarımla sahneye koyduğumuz oyunla ödül kazandık.
Yönetmenle bir İngiliz pub’ında buluşmak için Londra’ya geldim. Bir İngiliz pub’ının nasıl olduğunu bilirsin zaman zaman çan çalar. Henüz gelmemişti ama geldiğinde dedi ki “Ah, gelmeyeceğimi düşündün değil mi?” ve sordu, “En son yaptığın proje neydi?” Ben de ona “İşte, İstanbul’daki festivaldekiydi.” dedim. “Ben o festivalde jüri üyesiydim ve sevdiğim bir tek proje vardı.” dedi. Ve benimkini anlattı. Ve ben de ona o projenin benim olduğunu söyledim. Ve tamam o zaman, yarın gel işe başla dedi. İşte böyle, onun Londra’nın tam doğu ucunda kendine ait bir drama okulu vardı, metronun son durağında. Ve hemen yanında bir çeşit halk koleji vardı ve her zaman onlarla çalışmak isterdi çünkü okulun yeterince büyük bir mekânı vardı ve onun ise teatral şeyler için ya da aktörlerin makyaj ya da kukla yapabilecekleri bir yeri bulunmuyordu. Böylece ortak bir proje olarak bütün bunları orada o ayarladı ve bana da orada iş verdi. Ben de orada onlarla İngilizce öğrenmeye başladım fakat kısa bir süre sonra ilgi alanlarımla ilgili şeyler yapmaya başladım. Özellikle sanat tarihi fikirleri üzerine...
Israrla şu mimarlık yarışmasına geri dönmek istiyorum.
Size önce şunu söylemek istiyorum. Bu proje, bana bu kültüre adım atmam için bir fırsat verdi.
Öncelikle mimari tasarıma olan eğiliminizi nasıl keşfettiniz ki bazı projeleri vücuda getirdiniz ve yarışmalara katıldınız?
Benim çizimlerimi biliyorsunuz. Her zaman onların içinde küçük de olsa, bir yerlerinde bir bina vardır.
Evet, doğru.
Biliyorsun, küçük yaşlardan beri binalara ilgiliyim. Çok akademik fakat akademik olan edebiyatı çeviremeyen mütercim bir aileden geliyorum. Bu yüzden traktör, tekstil makinaları ve bunun gibi şeyleri tercüme etmek zorundaydım ve onların çocuk kitapları olmayan kitapları vardı ama örneğin Boticelli üzerine de yetiştirildim…
Yani pek çok mimari çizimler vardı ilgilendiğiniz.
Pek çok mimari şey vardı çizebildiğim. Yani biliyorsunuz mimarlık hoşlandığım bir şeydi. Böylece o kolejde bana bütün bunları öğretmem için bir yer tesis ettiler, sanat bölümünde yerimiz yoktu. İlgili de değillerdi çünkü onların hepsi Bauhaus gibi faydacı zihniyetteydiler ve hepsi de aynı sanat okulundandılar.
Bir çeşit insanların gelip gittiği açık öğretim merkezi gibi bir yer olsa gerek…
Ve sonunda ben artık o binadaydım. Kolejin bodrun katındaki o hiçliklerin odasında ve kırık objelerle dopdolu bulduğumuz o açık öğretim merkezini yarattım.
Ne kadar sürdü peki bu süreç?
69’dan 73’e kadar devam etti. Çünkü ben koleje kayıt olmayan kişileri de bir çeşit hap kullanan insanları da kabul ediyordum. Kolejden bir şekilde uzaklaşmış fakat oraya her gün gelen insanlar bile vardı, sonra atölyeyi kapatmaya karar verdiler ve tabii ki orayı kapattıklarında kalbim kırıldı fakat kütüphaneye gittim ve o mimari yarışmanın ilanını gördüm. Öğrenciydim, dolasıyla teknik olarak bilirsiniz zar atmak gibi zor bir şey. Bir çalışma iznim olmuştu ve geriye döneceğim bir ülkem yoktu ve benim çalışma iznimi kabul etmeselerdi… Bu yüzden onlara dedim ki biz protesto gösterisi düzenlemeyelim, çünkü o zaman öğrenci eylemlerinin yoğun zamanıydı. Haydi, fikirleri tartışalım dedim ve fikirleri tartışmak için çizdim.
Peki öyleyse eğitim köyü projesinin mimari tasarım fikri bu tartışmalardan mı çıktı?
Tartışmalardan ve yapacaklarımdan. Böylece bunlar mimariyle olan ilişkimle birlikte ifadesini buldu, öğretmenlikle olan ilişkimden… Kolejin altındaki o odada neyin olup bittiğinin, hepsinin bir açıklaması vardı.
Bütün bu yıllar süresince tartışmalar devam mı etti? Atölye kapandıktan sonra ne oldu?
Kapanmadan önce pek çok tartışma oldu çünkü sanat tarihi öğretiyordum ve biliyordum ki bu çok muhteşemdi. Kırık yabancı dilimle yaptım bunları ve kontrolden geçmiş filmleri bedava olarak Londra’daki bütün konsolosluklardan ödünç aldım. Ne zamanki yarışmanın farkına vardığımda, hâlihazırda binanın diyagramlarını çoktan çizmiştim bile. Yarışma, insanların yaşamlarına hizmet için eğitimde yeni fikirlerini içeren, teşfik eden UNESCO’nun bir yarışmasıydı. Kendime dedim ki “Tamam, şansımı deneyeceğim!”
Merakımı affedin, çünkü araştırdım ve rastlayamadığım için bir yerlerde, soruyorum. Şu yarışmayı kazanan mimari tasarımınız, hayata geçmedi değil mi? Bu gerçekten bir ayıp.
Hayal edebiliyor musun? Mimar olmayan biri, uluslararası bir mimarlık yarışmasının kazananı. Eğer ki uygulayabilselerdi sanırım öldürmek için arkamdan koşarlardı. Kendimi savundum. Onların malzemelerini inceledim ve fark ettim ki, onlar bir çeşit... Onlar çok çok modernist ve benimkini tabii ki beğenmeyeceklerdi uygulama için.
Söyleyeceğim şu ki, görüşüme göre, bu proje bir gün hayata mutlaka geçirilmeli. Projenin fikri beni çok heyecanlandırdı ve hâlâ da öyle hissediyorum. Gerçekten eğitim köyü fikrinden çok hoşlandım.
Eğitim köyünü tasarladık ve onu çizdim. Ve ilk kez, altı yıl sonra, ülke sınırı tanımayan bir pasaportum olmuştu böylece artık özgür seyahat edebilirdim; bu esasen Fransa’daki yarışmaya başvuruların kapanmasından bir hafta önceydi. Biliyordum ki onlar bir çeşit modernisttiler ve projemi beğenmeyeceklerdi, fakat düşündüm ki eğer projemi kapanıştan 15 dakika önce ulaştırabilirsem, belki de kabul için ona bakacak çok vakitleri olmayacaktı ve jüri karar için ertesi gün toplanacaktı, olan da buydu. Çalışmalarımı böylece yarışmaya soktum ve jüri sadece onlardan kurulmuştu. Yarışmada birinciliği kazandım. İnsanlar yaptıklarımdan kıl kapıyorlardı çünkü modernist değildim ve özür dileyen bir tavrım yoktu. Her şekilde klişe modernizme uymuyorum ve bunun bedelini ödüyorum. Böylece yarışmayı kazanarak, biraz da olsa bir param oldu ki bu gerekliydi. Hiçbir şey inşa edilemezdi bu parayla. Onlar başka bir şey inşa ettiler proje yerine, konuştuğum hâlde, bir çeşit uyum olabilirdi aramızda, örneğin eğer ki bir kubbe yapma imkânın yoksa, tavandaki küçük bir daire onun işlevini görebilirdi.
Şu Bizanslı rahipler İstanbul’dan bu tür mekânlara taşınmışlardı değil mi?
Böylece, onların hepsi bir yolla birbirine bağlanıyor, lojik olarak değil, mimari olarak da değil, hayır. Ben insanlara, koleje gelenlere adanmış projeler yapıyordum.
Okland’a ve Artship’e geri dönmek istiyorum. Bu projenin doğuşu Amerikan toplumunda gördüğünüz yeni bir yaratıcılığın ya da fikir eksikliklerinin sonucunda mı ortaya çıkmıştı?
Hayır, öyle değildi. Bir eksikliğe cevap değildi. “Amerikan toplumunda ne eksik?” diye bakmıyordum. Hayır. Çalışıyordum. Ordaydım. Oranın halkıyla birlikte çalışıyordum. “Black Ball” (Siyah Top) adında bir proje yaptım araba parkında… Ve sonra biz kazandık, oranın ahalisi “Black Ball” projesini Ticaret Odası’nın kapsamına soktu. Ticaret Odası’nın verdiği ödül kapsamına ve beni oraya davet ettiler ve Ticaret Odası’nda benim üyelik aidatımı ödemeyi teklif ettiler… Örneğin Pencere Projesi ve ardından Gemi Projesi fikirleri ardı ardına geldi çünkü orası gemi inşa edilen bir marina bölgesiydi. Kubbe (Dome) projesi gibiydi ama gerçekten bu kez gemi üzerineydi.
Yani, Kubbe projesiyle, “Gemi”(Artship) aynı türden projeler miydi?
Aynı şeydi.
Tahmin ediyorum Artship projesinin içine böylece sürüklendiniz.
Bayrak direği (Flagpole) projesini yapıyorken, komşular benle konuşmaya başladı. Çoğunluğu siyahi, Afrika kökenli Amerikalı büyükannelerdi. Bana “Yaptığın hoşumuza gidiyor dediler. Bunun için senin bahçeme girmene izin verdim.” Sadece bunu yapıyorduk, anlarsınız. Bunu bir zafer kazanmak ya da bienal için yapmıyordum. Sadece çocuklar için yapıyordum. Çocukları seviyorum. Çocuklara öğretebilirim.
Hatta o çocukları daha sonra iş bulmaları için de eğittiniz değil mi?
Elbette, elbette. Orada küçük çocuklar da vardı “Flagpole” (Bayrak direği) projesine yardım ediyorlardı. Sadece çocuklardı. Bana “Çocuklarımızla yaptığın işleri beğeniyoruz” dediler. “Haydi, onları haydutların ellerinden kurtaracak şeylerle çevreleyelim.” Amerikalı Siyahi çocuklar böyle olmalı. Böylece onlarla çalışmaya başladım. Biz her şeye cevap verir olduk.
Size son birkaç şey daha sormak istiyorum. Öncelikle, şu yerleşik Sanat Gemisi-(Artship) hakkında. Bu geminin bir gün dünyanın çevresinde değişik şehirleri ziyaret ederek ve o yerlerde bazı projeler üreterek seyahat edebileceğini hayal etmiş miydiniz? Öyleyse niçin bu gerçekleşemedi?
Çünkü politik sebeblerden dolayı. Gezi Park’ını duymuşsundur.
Tabii ki. Amerika’nın ya da Oakland’ın “Gezi Parkı” mıydı bu proje yani?
Amerika’nın değil. Amerika’da, derler ki: Bütün politikalar yereldir. Bu yüzden, emlak lobisi çok kuvvetlidir ve bizi orada istemediler. Onlar ada tekelini ele geçirmek ve kıyı hattını yatırımcılara açmayı deniyorlardı.
Ama nasıl olur...
Yani, “Gemi” gerçekten bu şekilde işliyordu. Sonra bir barış üniversitesi olması bekleniyordu… Kimse barış istemiyor. Böylece önümüze pek çok engel konuldu. Fakat Afroamerikan kökenli büyükanneler, ben ve birkaç aydın kişi kongreye başvurduk ve bir yakınlık kurdular bizimle. Sekiz kişiydik ve yeri gelmişken tekrar belirteyim, burada sadece Green Card (Yeşil Kart) ile bulunuyordum. Biz Artship’i (Sanat Gemisini) üç insanın imzasıyla aldık. Biz üç küçük insan, bu yakınlaşmanın bedeliyle hareket ettik ve bütün bu problemlerin üstesinden geldik.
Bir çeşit modern Don Kişot’luk bu.
Biz rüzgâr değirmenleri ve bunun gibi şeylerle şavaşmıyorduk. Bir iş planımız vardı. Eğer ki bize 700.000$ verselerdi, ki bu meblağ herhangi bir belediye için çok yüksekti, tamamen çok verimli bir iş planımız olacaktı. Beş yıl içinde de seyahat ediyor olabilecektik. Hatta, New York’taki “Green Village” iskele müdürlüğü ile de birlikte çalışıyorduk. Sanatçılar ve bütün diğer çeşit insanlarla birlikte Panama Kanalı’na doğru yola çıkacaktık; orada gösteriler sergileyip geri dönecektik ya da her yıl farklı bir ülkeye bir iki aylığına gidecektik. Tabii ki sanatçılar o ülkede bir ay boyunca seyahat edeceklerdi. Ghana’ya, İstanbul’a, İtalya’ya vb. yerlere gidecektik.
Muhteşem olurdu gerçekten…
Fakat ne zaman ki yasa dışı olarak bizi bu işin dışında bırakmaya zorladılar, insanlar dedi ki “Kendinizi ‘Gemi’ye zincilemelisiniz. Niçin bu yolu izlemediniz?” Dedim ki “Bize buraya gelmesi ve yardım etmesi için avukatınızı yolladınız mı?”, “Ah, hayır, bunu yapamayız.” O zaman? KGB ile savaşmıyoruz. İngiltere’deki aristokratik engellemelerle savaşmıyoruz… Böylece Oakland’dan San Francisco’ya taşındım ve bütün kapılar bize kapandı, iki bağımsız derneğininkiler hariç ki onların bize para yardımları da çok azdı.
Buna rağmen, direndiniz, sanat görüşünüzü, bakışınızı ısrarla devam ettirdiniz ve bu bir kırılma noktasıydı belki de…
Sanata bakış açımı markalaştırmıyorum. Sadece ben her kimin isterse yapabileceği bir canlılık duygusunu yayıyorum. Bu yüzden ben göklerin, düşüncelerin misyoneri değilim, hayır. Çay ve mürekkeple resimler ve gemiler yalnızca.
Kültürlerarası uyumluluk ve bağıntılılıkla, kadim bilgiyle, bir aydınlanma yaratmak istiyorsunuz gibi geliyor bana: Kültürlerarası ilintiler, ayinler ve diğer başka şeyler ve tabii ki hikâyeler var işlerinizde. Son soru olarak, gelecek için hayaliniz nedir? Bu acımasız dünyada kendinizi nerede görüyorsunuz? Demek istiyorum ki çok zor, vahşice zamanlardan geçiyoruz ve Artship şimdi nasıl yardım edebilir bu manzarıyı biraz da olsa değiştirebilmek adına?
Bunu cevaplayamam. Sadece sabredin. Çok değil fakat bunu bir şekilde şu an için bir şekilde özümsemeliyim. Ve bu Artship olarak da adlandırılmayabilir. Bir Toplum Bahçesi ya da Saban Bahçesi olarak çağrılabilirdi de. Biliyorsunuz, bu önemli değildir. Fakat önemli olan, bu insanların anlık olarak bağıntılılıklarıdır. İnsanlar bir şeyler yapmak için bir araya geliyorlar: Park yapmak için, okul sonrası program yapmak için, küçük gösteriler yapmak için. Birkaç hikâye hepsi, hırs değil. On, on iki insan için. Bütün bu anlık bağıntılılıkları, kurumsallaştırdığınız anda hemen yarışma başlar… Altı anne bir araya gelir ve çocuklara neyin reklam amaçlı, neyin gerçekten olduğunu idrak etmelerine yardım etmek isterler ve onların her zaman bilgisayarlarının başında vakit geçirmemelerini sağlarlar.
Bunların hepsi sizin “mücadele” olarak adlandırdığınız şey değil mi?
Evet, bir bakıma, fakat mücadeleden çok bir mutfak masasının etrafında, örneğin üç anne ve altı çocuk çok şey yapabilir. Hikâyeler söyleyebiliriz ve onları yanlızca kendimize özgü bir şekilde kalıba dökebiliriz ya da dökebilirim.
Bir şeyler yapmak için çırpındınız hep. Her gün mürekkep ve çayla resimler boyuyorsunuz ve bunları insanlara serbestçe dağıtıyorsunuz…
Elbette. Onları kullanabilirler. T-shirt yapabilirler, fincanların üstünde kullanabilirler ve çoğunlukla bir şeye cevap vermek zorunda da değiller çünkü bu bazen sadece bir eğlencedir. Bir kelebeğe dönüşür. O kelebeğe bakarsın ve çoğalmış 1, 2, 3, 4 olmuş… Pek çok teyp kasetlerim var örneğin. Fakat artık onları çalacak teyp çalarlarımız yok. Fakat önemli değil…
Peki, Bay Slobodan, bu kadar artistik yaratım içinde pek çok farklı şeyi denediniz fakat bütün bu üretimlerin, resimlerin, tasarımların, her ne olursa olsun, farkına vardım ki büyük bir şiirsel esin saklı içinde; dolayısıyla bunu derinden hissedebiliyoruz. Sizin esininiz nasıl bir şiir ki sizi buluyor, kendinizi şair olarak adlandırmasanız bile. Örneğin şiir yazmıyorsunuz değil mi?
Hayır.
Tahmin ediyorum ki şiir yazmayarak şiir yazıyorsunuz.
Şiirsel bilinç konusunda oldukça farkındalıklıyım. Şiirsel bilinçle ilgili her eylemi yaparım. Bu bir yetenektir ki sözcüklerle içli dışlı olunmadan da yaratılır ve bu bence faydalı olandır. Bu insanlığın ilacıdır ve nasıl olduğumuza dairdir. Rusya’da bazı konferanslara çağrıldım ve orada kültür hakkında konuşan tek kişiydim. Sunumu olan tek kişi bendim ve aniden, sunumun sonunda bir şey beni “İnsanlar ucuz olan hakkında konuşuyor; fakat hiç kimse felsefede ucuz olandan hiç bahsetmiyor. Muazzam bir fark var detaylı, grift olan ile içsel olan arasında. İçsel olan kısa ve şiirsel, çok teşekkür ederim.” demeye itti.
Anlıyorum.
Ben sadece bunu onlara nasıl söylediğimi söze döküyorum. Bu grift bir konu değil. Grift olan ise ucuz olan. Bla bla bla. İçeride, ben, çok ama çok fazla ilgiliyim doğaçlama olanla, anlık olanla. Bu şairin paletidir. Bu şairin eylemidir. Bir katalizördür. Bir şeylerin içine doğma, aklına gelme yeteneği ve bunu sözcüklerle yorumlama ya da fotoğrafla ya da herhangi başka bir araçla.
Toplumu dönüştürmek için gerekli olan sanat anlayışı ölüyor mu sizce?
Toplumu değiştiremezsin ki.
Bu sakın politika yüzünden olmasın.
Haçlı seferlerini düşün. Onlar sadece ülkelerden geçtiler değil mi? Şehirlerden, şehirleri yakarak. Bırakın gitsinler ya da bazı diğerleri... Politikalar her zaman oradadır. Toplum her zaman karmaşıktır fakat şiirsel yorumlama eğer ki yankısını bulursa, eğer ki sizi teselli ederse ve eğer ki sonunda bir dayanışma sergilenirse değerlidir. Hepimiz insanız.
Çok teşekkür ederim, Bay Slobodan.