Performans, video, yerleştirme ve metni araç olarak kullanan Didem Erk’in, Işın Önol küratörlüğünde x-ist’te gerçekleştidiği ilk kişisel sergisi “Ev İmkânsız Denen Yerdir”; dil, hafıza, göç ve sınır kavramlarını irdeliyor. Sanatçının Datça ve Kıbrıs koylarında gerçekleştirdiği çift kanallı performans videoları ve fotoğraflardan oluşan yedi işi ortak bir tecrit duygusu taşıyor.
Didem Erk ile göçün farklı kıyılarında, acının ve anının şiddetine göre hafızanın silmeyi tercih ettiklerini irdelediği son sergisini konuştuk. Kendisinden ev tanımını, göç olgusunu, videolarında seçtiği bölgeleri ve gelecek projelerini dinledik.
x-ist’te açılan “Ev İmkânsız Denen Yerdir” adlı serginizde genel hatlarıyla acı, göç, ayrılık ve andan etkilendiğiniz üretimlerinizle karşılaşıyoruz. Sergi adından referansla sizin ev kavramını nasıl tanımladığınızı merak ediyorum.
Ruhen ve bedenen dışarıda olmak evden bakmaya hiç benzemiyordu. Herkesin dili kendi evidir, bellek evdir, ev bir beden, ev sınır, ev kütüphane… “Dışarı çıkmadık, çünkü hep dışardaydık, İçeri girmedik, çünkü hep içerdeydik, bir oteldik ki hepimiz, öylece otel kaldık” der Edip Cansever. Ne içeride ne dışarıda olabiliceğimiz bir yer mümkün mü? sorusu var aklımda. Çizgilerle, sınırlarla tanımlanmış yaşam alanlarımızda “mekanet” edebileceğimiz bir ara alan var mı? Evin içinde ya da dışında olan görünmeyenin şiddetiyle başa çıkmak ne kadar mümkün?
Ev; iki kişi arasında, iki duvar arasında, yokluk ile varlık arasında, hatırlamak ile unutmak arasında form değiştirir, hareket halindedir. Sıvı, akıcı, kaygan bir tarafı vardır. Evin eşiklerinden sızan aynı sıvı, kapı eşiği, hiçbir yere ait olmayan bir yer, tanık olabilmenin mümkün olamadığı bir mekândır. Bunu bizzat yaşamamış olanlar asla anlamayacak yaşayanlar ise anlatmayacak, ne doğruyu ne de tamamını. Dadanılmış bir yerden bahsediyorum, kolektif olan ile bireysel olanın iç içe geçtiği bir alan. Derrida’nın kavramsallaştırmasına göre dadanma eylemi; geçmiş ile şimdi arasında, burası ile orası arasında salınan izler (traces) ile ilgilidir. Dadanılmış coğrafyalar katı yerler değildir, hafıza ile oluşur. Hiç dönemeyeceğimiz ya da hiç olmamış olan bir evdir. Ait olduğumuz yer veya onun duygusunun kaybıdır.
Sergiye adını veren “Ev İmkansız Denen Yerdir” performans videonuzda uzun bekleyişlerinize tanık oluyoruz. Kim ve neyi bekliyorsunuz bu performansınızda?
Belki de hiç kimseyi, hiçbir şeyi beklemiyoruz. Tanrılar tarafından unutulmuş, donmuş bir işaret gibi olma halidir. Poetique, Grekçe “bir şeyi görünür kılmak” anlamındadır. Hareketsizlik hali içinde unutulan ya da unutturulan bir sırrı hatırmalamak içindir. İkiye bölünmüş bir beden iki ayrı kanalda, iki ayrı denizde bir devinim olmaksızın bir toplu iğne gibi dikey olandır. Resmin boyunu kaplar. Birinin karşısında sınırlarla tanımlanmış olan Yunan adası, diğerinde ise boşluk vardır. Ne tam denizin içinde ne de tam karadır. Denizi bir direniş mekânı olarak düşlersek, dile getirilmeyeni hatırlamaktır. Rüzgarlı bir çölün ortasında kumlara yazı yazmak gibi, dalgalarla silineceğini bile bile, dalgalara rağmen denizin parçası olmak…
Performanslarda bölge olarak Datça ve Kıbrıs koylarının seçilme sebebi nedir?
Datça’da ve Kıbrıs’ta zaman yoktur mevsimler vardır. Zaman duygusunun kaybı aynı hisleri çağrıştırır. Biri ada diğeri yarımada olduğundan denizle ve tecritle olan ilişkilerinde ortaklık söz konusu. İkisi de göç yolu üzerinden Ege’ye bağlanıyorlar. “Karşı Kıyı”dan bahsedebiliyoruz. Mekânın sınırlarını ve bedenin sınırlarını tuzlu su belirliyor. Adanın öteki yüzünde bir “ev”de yaşamış Rum bir yabancı ile baş başa kalma durumu var. Bu durum “aradaki”nin sorusunu oluşturuyor, aidiyetlik ve işgal korkusu üzerinden, kelimeler fısıldıyor. Ermeni ve Rumların göçleri ve mübadele süreçlerini araştırmalarımla başladı bu sergi, geçtiğim coğrafyalarla birleşti. Belki görünmez ilişkiler kuruyorum ama ben bütün bunları birbirine bağlıyorum.
“Datça’da Gereme koyunda bot parçaları buldum, topladım. Daha sonra eve gittim, okuduğum haberde mültecilerin bedenleri vurmuş karaya, meğer benim topladığım bot parçaları bir kaçışın parçasıymış. Sırrımı saklamayın diye haykırdılar. Duymak zorundaydım. Boğulmuş o akşam, hatırlamak zorundaydım.” diyorsunuz. Bu yılki İstanbul Bienali’nin ana teması olan “iyi bir komşu” da göç, komşuluk, aidiyet, kaçış temalarına odaklanıyor. Sosyolojik olaylar, özellikle güncel konular sanatsal üretimi nasıl etkiliyor sizce? Ve bu etkilemenin iyileştirici ya da çözümsel bir gücü olduğu söylenebilir mi?
Sanatın bir terapi yöntemi olduğunu düşünmüyorum. Bir çözüm üretmekten ziyade bazı mevzuları görünür kılabilir, işaret edebilir, saklı olanı dilsiz olanı birbirine bağlayabilir. Çağdaş sanatta direkt göze çarpan sosyolojik olayların etkisini görmemek mümkün değil ama bunların form ve kavramsal olarak nasıl ele alındığını önemsiyorum. Politik ve poetique olması bana daha yakın bir dil gibi geliyor. Gözün önüne serilen, ifşa edilirken içi boşaltılan yaklaşım bana göre değil. Sanat yapıtı düğüm üzerine düğüm atabilir, sayfanın beyazlığı gibi sessiz ve sakin de durabilir, düşle gerçeği birbirine de karıştırabilir. Algının kapılarını aralayabilir, kamusal olan ile öznel olanın ayrılmaz biçimde içiçe geçişini arayabilir. Kum tepelerinin altında gömülü olan şiirsel manzaları gösterebilir.
Videolarda denizcilik dili olan semafor alfabesinde feshetmek anlamına gelecek şekilde 45 derecelik açıyla duruyorsunuz. Bu hareketteki feshetmek aslında neyi temsil ediyor? Bir acının sona ermesi isteği, pes etmek, direnmek ya da bir yardım çığlığı?
Bu sadece bir eylem, bu veya şu noktayı temsil ettiğini söyleyemem. Bakan ve izleyen göz tamamlayabilir yarım kalan cümleyi. Sınırlar, bayraklar, toprakların bölünüşü, yerlerinden yurtlarından edilenlerin terörü ve çaresizliği insan yapımı durumlar ve kavramlar. Ruhunu ve gölgesini kaybeden beden gibi. Her şeyi sil baştan yapmak, yaşamak, bütün bildiklerimizi unutmak, tekrar kurgulamak mümkün mü?
Göç olgusu ve doğurduğu zorluklar coğrafya ve harita sınırları gözetmeksizin kendini gösteriyor. Bazı şeylerin dili ırkı olmaz ya göç onlardan biri tam olarak. Siz göçü nasıl tanımlarsınız?
Mülteci olmak ve sürgün halini bir varoluş olarak görüyorum. Zihnen, bedenen veya mekânsal olarak olabilir bu. Göçü sınırda olmak, yani hiçbir yerde olmak durumu olarak düşünüyorum. Dünyaya atıldığımızdan beri koskoca bir kampta yaşıyor gibiyiz, dillerimiz ayrı, toprağımız aynı. Göç eden evini kaybeden bir bireyin dilsizleşmesi, yerinden edilmişliği, umudu ve asla hoşçakal diyememesi bütün bağları koparıyor. Birkaç yıldır, yolculukların hep denizde son bulduğunu gördüğüm için tarafsız da bakamıyor olabilirim. Beni mavi hissettiren bir durum bu.
Özellikle son yıllarda, genç nüfus ağırlıkta olmak üzere fiziksel bir göç söz konusu. Büyük bir çoğunluk ise çoktan zihinsel göcünü gerçekleştirmiş durumda. Bu konu hakkında görüşleriniz nelerdir?
Herkesin aklında olan bir kelime “gitmek”. Ne oralı kalabilmek ne buralı olabilmek, kendini havada asılı bulmak. Bir noktadan diğer bir noktaya olmak zorunda değil ama sürekli yolda olma halini anımsatıyor. Bir karıncanın hikâyesi gibi. Karıncalar tek bir yuvaya ait olurlar ama ömürlerinin büyük bir kısmını yolda geçirirler. Şimdinin coğrafyasında çizilmiş yazgıların nereye aktığı belirsiz. Derinde, dipte olanı okumaya çalışıyorum. Ben de zihinsel ve fiziksel göç etmiş bir kişiyim bunun mecburiyet ve aciliyet halinde yarattığı kopuşu anlayabiliyorum. Kimisi yanına hiçbir şey alamadan gitmek zorunda da kalabilir, yersiz-yurtsuzluğu üzerinden bunu tercih de edebilir. Belki yolculuğa çıkarız, belki hep burada kalırız.
Videolarınızda neredeyse hiç montaj kullanmadığınızı biliyorum. Doğallığı korumak sizin için son derece önemli olsa da bir performansı video ya da canlı olarak sergilemek arasındaki fark ile ilgili ne düşündüğünüzü merak ediyorum?
İşlerin metodunu ve mekânını yapıtın kendisi belirliyor. Seçilmiş bir seyirciye karşı performans yapmayı tercih etmiyorum. Doğaya, sokağa, şehire, çocuklara, oradaki bir köpeğe veya rüzgara yapabilirim. Her zaman canlı olduğu an, o anda ve o mekânda asılı kalıyor. Belki sadece en çok kameraya çeken kişi tanıklık ediyor. Ben sadece “iz”leri sergiliyorum, işin var olduğu anı değil. Ama mutlaka şahitlik eden bir kişi oluyor, bana bunun gerçek olduğunu hatırlatan bir kişi.
Black Thread adlı işiniz, sansürlenip yakılan ikinci el kitaplardan oluşan ayrıştırılmış ve yeniden oluşturulmuş bir yerleştirme. Bu işiniz sanırım şu an Akbank Sanat’ta sergileniyor. Ben bu çalışmayla kelimelerin sessiz çığlığını vurguladığınızı düşünüyorum. Sansürün sanattaki yeri nedir sizce?
Sansürün ve daha ziyade otosansürün sanattaki engebesi büyük. Kendimi bu sansürden kurtarmak ve özgürleştirmek için bilinç akışı metoduyla, gayri iradi hafızayı deşifre etmek için yazı yazıyorum. Okunaklı olmayabilir, dilbilgisi kurallarına uymayabilir, noktalama işaretlerini umursamayabilir ama hafıza sürekli doldurulucak bir beden arar. Ben de bu bedeni kitaplarda, yüzeylerde ve duvarlarda buluyorum.
Kurumların, sermaye sahiplerinin, hiyerarşik yapılanmaların uyum sağlamak adına yaptıkları sansürle her gün karşılaşıyoruz. Bunun için birliktelik hissine ihtiyaç var, sanat ve şiir yoluyla özgürleşmek mümkün. Duvarlar, hendekler olsa da imgesini arayan ses gibi hakikatin yollarını tartışabiliriz. Evlerin, odaların içinde oturuyoruz ama orada ne yaptığımız daha önemli.
Gelecek projeleriniz arasında neler var?
Yurt dışında bir solo sergi için çalışıyorum. “Arşivlerde İzim Bulunmasın İsterdim” serisinin başka şehirlerde devamı söz konusu.
“Ev İmkânsız Denen Yerdir” 14 Ekim’e dek x-ist’te görülebilecek.