17 EKİM, PERŞEMBE, 2024

Sınırların Ötesine Geçen Bir Varoluş Hâli: “-Lessness”

Türkiye’deki ilk kişisel sergisi olan “-lessness” üzerine sanatçısı Samuel Zealey ve küratörü Ecem Ergin ile serginin çıkış noktası, içeriği ve yakın gelecekteki diğer projeleri üzerine konuştuk.

Sınırların Ötesine Geçen Bir Varoluş Hâli: “-Lessness”

4 Eylül’de The Wall Art Gallery’de başlayan ve sanatçı Samuel Zealey’in Türkiye’deki ilk kişisel sergisi olma özelliğini taşıyan “-lessness”, karşıtlar arasındaki gerilimi malzeme ve form üzerinden araştırıyor. Küratörlüğünü akademisyen Ecem Ergin’in üstlendiği sergi, yalın ve gündelik olanın büyüsüyle yeniden bağ kurabileceğimiz bir deneyim alanı yaratıyor.

Serginin başlığı “-lessness” nereden geliyor? Serginin konusundan biraz söz edebilir misiniz?

S. Z.: Başlıkta kullandığımız -lessness” kavramını taşkın, sınırların ötesine geçen bir varoluş hâlini temsilen ortaya attım. Maddesel, uzamsal ya da zamansal her tür kısıtlamadan kurtulma fikrini ifade ediyor. Sergi, bu fikri basitlik hissi uyandırsa da daha büyük bir şeye işaret eden heykeller üzerinden araştırıyor. Örneğin Plane Serisi metali, kütlesine karşın ağırlığı yokmuş gibi görünen narin ve buruşuk formlara dönüştürüyor. Bu serinin ilhamı, çocuklarıyla kâğıttan uçaklar yaparak oyun oynayan bir arkadaşımı izlerken geldi. Bu basit nesnenin nasıl kuşakların ötesine geçen ortak bir bağ yarattığını görmek beni çok etkiledi. O an bende, onu bu paylaşılan deneyimleri ve geçmişimizin ortak temellerini anmanın bir yolu olarak “taşa”, ya da bu durum özelinde “çeliğe sabitleme” isteğini uyandırdı. Son olarak bu başlık, izleyicilere biçim, uzam ve anlam olasılıklarını yeniden değerlendirmeyi öneriyor.

E.E.: Samuel’in origamiden yararlanma fikrinin nasıl ortaya çıktığını ve sonradan nasıl bir dizi zamansız nesneye dönüştüğünü dinledikten sonra, insanlık olarak paylaştıklarımızı bize hatırlatmak için kolektif hafıza alanına girdiğini anlamak zor olmadı. Bunun üzerine düşünürken, Samuel’in yaklaşımları ile buluntu nesneler kullanan Marcel Duchamp ya da endüstriyel nesneleri çoğaltarak onların estetiğini vurgulayan Andy Warhol gibi sanatçılar arasında benzerlikler fark ettim. Ancak Samuel başka bir boşluğu dolduruyordu. Onun heykellerini ne buluntu nesne ne de endüstriyel estetiğin şekerle kaplanmış hâli olarak görebiliriz. Onun asıl meselesi, ortak deneyim duygusuyla yeniden bağ kurabilmemiz için tanıdık formları ve onların malzeme tarihini, kâğıt uçaklar gibi çocukluk dönemi nesnelerinin kolektif hafızasıyla daha iyi ilişkilendirmek. Hızla değişen, kısa ömürlü trendlerin egemen olduğu bir çağda, Samuel’in bu ikonik formların izleyicide daha derin ve kişisel bir yere dokunmasını sağlayan yaklaşımı, daha duygusal ve erişilebilir

Sergide neden Plane Serisi’ne odaklandınız? Bunun, İstanbul’un güvercinleriyle uçaklarının karşıtlığını barındıran gökyüzü ile bir ilgisi var mı?

S. Z.: Bu seri doğrudan İstanbul’dan esinlenmedi; ancak sözünü ettiğiniz karşıtlık, çalışmanın alt temalarıyla bağlantılı. Tıpkı gökte güvercinlerin narin hareketleri ile uçakların heybetli varlıklarının yan yana olması gibi, seri de kırılganlık ve güç arasındaki gerilimi irdeliyor. İster doğa ister teknoloji aracılığıyla olsun, uçuş fikri hem özgürlüğü hem kontrolü simgeliyor. Varoluşun kırılgan ama dirençli doğasına işaret etme niyetiyle, Plane Serisi’nde ağır metali kırılgan ve buruşuk formlara dönüştürerek bu denge ile oynuyorum. Çıkış noktam İstanbul’un gökyüzü olmasa da aradaki bu paralellik, doğal ve insan yapımı kuvvetlerin bitişikliğindeki evrenselliği yansıtıyor; bu, İstanbul’un da aralarında olduğu birçok kentin silueti için geçerli.

E.E.:  Özgürlük ve kontrol arasındaki ikiliği belki de en derin hâliyle Dove (Thrown Object)’in üretimi sırasında deneyimledik. Prodüksiyon süreci zorluklarla doluydu. İki metrelik çelikten bir uçak üretmek zaten yeterince büyük bir cesaret işiyken, çocukluğumuzdaki kâğıt uçakları andıracak buruşukluk etkisini elde etmek için onu defalarca düşürerek ezmek, sürece yeni bir zorluk katmanı daha ekledi. “Düşme” kısmının kontrol edilemez doğası, bir miktar kontrolü elden bırakmamız ve yerçekiminin malzemeye uyguladığı rastlantısal etkileri kabullenmemiz gerektiği anlamına geliyordu. Bence heykel, yumuşak ve narin görüntüsüne karşın gerçek gücünü öngörülemezliğinden alıyor. Bu rastlantısal ve kaotik süreç, serginin ana temaları olan sınırları aşma ve bilinmeyeni kucaklama kavramlarını da çağrıştırıyor. Sergide yumurtanın doğal kırılganlığını endüstriyel çeliğin hassas dökümüyle birleştiren devekuşu yumurtası parçalarının da yaptığı gibi, Dove (Thrown Object) organik öngörülemezlik ile insan kontrolü arasındaki gerilimi vurguluyor.

Fotoğraf: Dr. Ecem Ergin

Sergideki işlerden bir diğeri de Bosphorus adlı çelikten bir gemi…

S. Z.: Bosphorus, bir simge olarak gemileri incelediğim, devam eden bir sürecin parçası. Daha önce Birleşik Krallık ve Portekiz’de sergilenen iterasyonlarında da olduğu gibi, malzemeyi buranın özgün bağlamına adapte ettim. İstanbul için, ışıkla ve çevresiyle yaratabildiği eşsiz etkileşimden ötürü ayna paslanmaz çeliği seçtim. Şu anda galerinin içinde olsa da asıl niyetim, onu çevresini bin kat daha çok yansıtacağı ve görünmez duruma geleceği suyun üzerine yerleştirmek. Bu incelikli ortadan kayboluş, dünyalar arasında sürekli gidip gelen bir sınır işlevine sahip Boğaziçi’nin kendisi gibi uzam ve kimliğin akışkanlığıyla bağ kuruyor. Geminin her versiyonu bulunduğu yere uyum sağlıyor. Örneğin dayanıklılığı ve çürümeyi simgeleyen paslanmış yumuşak çelikten gemiler Portekiz’de bir gölde yüzerken, Birleşik Krallık’ta farklı bir anlam katmanı getiren bir galeri ortamı vardı.

E. E.: Boğaziçi’nin kenarında durduğunuzda (kesişim noktası), ufuk dikkat çekici bir görüntü verir. Şanslı bir günde deniz, gökyüzüyle birleşir gibi görünür; ikisi birbirine karışarak görsel bir sonsuzluk hissi yaratır. Bosphorus heykelinin ayna kaplaması, onu çevreleyen duvarları ve kendi yüzeyini aynı anda yansıtarak bu akışkan geçişe gönderme yapıyor; bize, İstanbul’da yaşanan günlük deniz ve hava olaylarını anımsatıyor. Sergideki diğer işlerde de olduğu gibi, bizi sıradan olanın güzelliğini kutlamaya, gündelik hayat deneyimine onca katkısı olan küçük anları fark edip onların değerini bilmeye davet ediyor. Geminin formu tüm iterasyonlarda aynı kalmış olsa da İstanbul versiyonu, kentin su ile olan eşsiz ilişkisini galeri ortamının sınırları içinde bile hissettiriyor ve serginin ana temalarına paralel olarak, doğa ile kent ortamı arasındaki sınırsız bağlantının güçlü bir temsili.

Az önce de değinilen Joist Integrity, devekuşu yumurtası kabuklarıyla demiri birleştiriyor. Bu işin öyküsünü özellikle merak ediyorum.

S. Z.: Joist Integrity ile üzerinde daha önce de çalıştığım bir temayı, organik kırılganlık ile endüstriyel güç arasındaki hassas dengeyi yeniden ele alıyorum. Burada, kesilen parçaları arasına devekuşu yumurtaları yerleştirildikten sonra yeniden birleştirilen devasa bir i-kesit kiriş kullanıyorum. Yumurtaları çelik strüktürün muazzam basıncının altında bırakarak, onların malzeme olarak sınırlarını zorluyorum ve bu, doğal formların kırılganlığı ile endüstriyel malzemelerin sertliği arasındaki karşıtlığı vurgulayan bir gerilim yaratıyor. Ben bu çalışmada kuvvet ve malzeme etkileşimine dikkati çekerek yapı mühendisliğinin öğelerini bilinçli olarak gündeme getirirken, ben farkında olmadan aynı seriye ait başka bir iş olan Entanglement, Lloyd’un büyükbabam Rex Zealey tarafından sipariş edilen Londra’daki binasını andırıyor. Bu tesadüf, işe kişisel bir boyut ekliyor ve sanatsal arayışlarımı geçmişime bağlıyor. Sözü edilen çalışmalarla amacım, güç ve kırılganlığın algılanışını sorgulayarak her ikisinin de hem doğal çevre hem insan yapılarında nasıl varlık gösterdiğini anlamak.

E. E.: Kendi mimarlık geçmişimden ötürü Joist Integrity’ye daha derin bir bağ hissediyorum. Samuel farklı büyüklükteki devekuşu yumurtalarını öyle bir hassasiyetle yerleştirdi ki, heykel mükemmel şekilde hizalanmış olarak kalmayı sürdürdü ve benim için işin öne çıkan boyutu bu oldu. Bu titiz denge, onun organik formları endüstriyel elemanlarla birleştirme becerisini ortaya koyuyor. Kirişin koyu ve pürüzlü görüntüsü yumurtaların kaygan beyazlığıyla güzel bir karşıtlık oluştururken, kırılganlık ile güç, doğal ile endüstriyel gibi çelişkilerin kutlanabileceği, hatta kutlanması gerektiğinin altını çiziyor. Heykelde fiziksel, karşıt güçleri algılayışımızda ise kavramsal olarak uyum ve dengeye dair daha geniş bir anlatıya dokunuyor. Samuel’in sanatı, bizi yüzeyin ötesine bakmaya ve birbirinden farklı öğelerin birlikte var olup birbirini zenginleştirebileceğinin bilincine varmaya çağırıyor. Böylece heykel yalnızca yapısal bir ustalık ürünü olmaktan çıkıp, dünyamızdaki karşıtlıklara dair felsefi bir düşünceye dönüşüyor.

Fotoğraf: Dr. Ecem Ergin

Sıradaki projeleriniz?

S. Z.: Önümüzdeki birkaç ay, belki de yılı İstanbul’da çalışarak geçirmeyi planlıyorum. Burada, bana yirmi yıl önceki Londra’yı hatırlatan bir tür canlılık ve zenginlik duyumsuyorum ve bu, adeta bir tür çağrı gibi. Ecem ile birlikte gelecek sonbaharda açılacak “Triangulations” başlıklı bir grup sergisi üzerinde çalışıyoruz. Sergi, şehirde sıklıkla gözden kaçan, ancak olanak ve dönüşüm adına çok şey sağlayabilecek boş alanların potansiyelini araştıracak. Bu kentsel boşluklar, sanatçılara İstanbul’un dönüşen manzarası ve tarih-modernite kesişimleri ile ilişki kurmaları için eşsiz bir fırsat sunuyor. Bu arada daha önceki işlerimde yaptığım gibi, karşıt fikirleri bir araya getirmek için yeni yollar araştırmayı sürdüreceğim. Bir arada nasıl var olabileceklerini ve yeni bir şey yaratabileceklerini görmek için bu zıtlıkların sınırlarını zorlamak istiyorum. Bu araştırmalar için mükemmel yerin ise tarih katmanları ve hızlı kentleşmenin bir arada olduğu İstanbul olduğunu hissediyorum.

E. E.: Yaklaşan sergiye ek olarak, mevcut sergi içerisinde uzamsal algının artırılmış gerçeklik (AR) ve sanal gerçeklik (VR) teknolojileri üzerinden sanat deneyimini nasıl etkilediğini inceleyen bir araştırma projesi yürütüyoruz. Katılımcılar fiziksel sergiyi gezdikten sonra aynı işleri sanal ortamda, ilk olarak aynı mekânda ve telefon gibi bir cihaz üzerinden AR kullanarak; ardından farklı bir mekânda ve VR başlığı ile yeniden deneyimlemeye davet ediliyorlar. Bu da bağlamın ve medya araçlarının, izleyicinin sanat eseriyle etkileşim kurma ve onu anlamlandırma süreçleri üzerinde nasıl bir değişiklik yarattığını ölçmemizi sağlayarak sanatta uzamsal algının rolüyle ilgili değerli içgörüler sunuyor.

Sergi, 19 Ekim’e kadar The Wall Art Gallery’de pazar günleri hariç 11.00-19.00 saatleri arasında görülebilir.

0
200
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage