Küratörlüğünü üstlendiği dijital sergi “Tanışıyor muyuz?” vesilesiyle Ulya Soley ile buluştuk. Gittikçe bilinirlik kazanan dijital sergi deneyimi ve etkileri, Birleşik Krallık portre geleneği ve sergiye yansımaları, portre fotoğrafların dünden bugüne geçirdiği dönüşüm ve “Tanışıyor muyuz?” sergisi hakkında detayları konuştuk.
Günlük hayatımız git gide teknoloji ve dijitallikle bütünleşirken, sergi deneyimi de bu dönüşümden nasibini aldı. Yeni medya ve VR teknolojisinin sanat sahnesindeki önemli etkisinin ardından şimdi de dijital sergi deneyimi ile haşır neşir olmaya başladık. Öncelikle sizden dinlemek isteriz nedir dijital sergi, kullanılabilirliği ve dünyada aldığı yorumlar nelerdir?
Yalnızca dijital alanda deneyimlenebilen sergilerin sayısı giderek artıyor. Bunda iki farklı kanalın rolü var, birincisi post-internet olarak kavramsallaşan web tabanlı işlerin bu şekilde “sergilenmesi”, ikincisi ise kurumların koleksiyonlarını dijitalleştirerek paylaşması. Dijital sergiler erişilebilirliği önemli ölçüde arttırıyor, bu şekilde izleyici eserlerle kendi zamanında, kendi alanında ve istediği şekilde bir ilişki kurgulayabiliyor. Dünyadan örnekler verecek olursam; New Museum, Google Cultural Institute gibi kurumlar platformlarında düzenli olarak dijital sergilere yer veriyor. The Wrong Biennale, en kapsamlı dijital bienal olarak önemli bir platform haline geldi. Bunların yanı sıra özellikle isthisit, Off Site Project, Internet Moon Gallery gibi kurumsal olmayan platformların dijital sergileri çok heyecan verici ve yenilikçi.
Dijital sergi kavramı kullanıcıya zaman ve mekândan bağımsız bir deneyim sunuyor, siz bu deneyimi alıştığımız sergi konseptiyle kıyaslayınca nasıl değerlendiriyorsunuz?
Elbette dijital bir serginin daha geniş kapsamlı bir içeriği olabiliyor, örneğin bir müzede veya galeride seyirciye sunulamayan birtakım araçları kullanmamıza izin veriyor: Eser detaylarına çok yakından bakabilmek gibi. Dijital bir serginin daha geniş bir izleyici kitlesine ulaşması da avantajlarından bir diğeri. Bunun dışında çoğu sergi mekânı ortopedik engeli olan, merdiven inip çıkamayan, işitme ve görme engeli olanlar için tamamen erişilebilir olmayabiliyor. Aslında British Council geçen sene ilk dijital sergi projesini geliştirirken de ulaşılabilirlik hep ön planda olmuş: Herkesin kendi zaman diliminde, hiçbir engeli olmaksızın sergi gezebilme özgürlüğü. Bu sene, altyapı aynı zamanda görmeyenlerin kullandığı tarayıcılara uygun olarak geliştirildi. Ayrıca Sesli Betimleme Derneği ortaklığıyla her eserin sesli betimlemeleri bu altyapıya eklendi. Böyle düşününce sanal bir mekân özünde ulaşılabilir, katılımcı ve dolayısıyla demokratik olarak değerlendirilebilir ve bu da aslında izleyici ile iletişimi çok güçlü kılıyor.
British Council’ın gerçekleştirdiği ilk dijital sergi “Geçen Gece Bir Rüya Gördüm”dü. İkinci sergi olan “Tanışıyor muyuz?” ise British Council’ın “Duvarları Olmayan Müze” (Museum Without Walls) görsel sanat koleksiyonunu izleyici ile buluşturuyor. Koleksiyonda sanatseverleri neler bekliyor?
Sergide 1935’ten 2015’e kadar, 80 yıllık bir zaman diliminden, 17 sanatçının 22 eseri bulunuyor. Seçki resim, fotoğraf, video ve heykel gibi farklı mecralardan eserlerden oluşuyor. Koleksiyondan çeşitliliği yansıtan portreler seçerek, portre geleneği üzerinden kurulabilecek bir diyaloğu yansıtmak istedim. Koleksiyonda çok heyecan verici sanatçılar var, sergideki seçkide de Lucian Freud, Jake ve Dinos Chapman, Sarah Lucas, Chris Ofili, Tracey Emin ve 2017 Turner Prize ödülü sahibi Lubaina Himid gibi önemli isimler yer alıyor. Örneğin Jake ve Dinos Chapman’ın Frieze’de bir stant açarak sipariş üzerine portreler yaptıkları projelerinden bir eseri görebilirsiniz. Sergide Chris Ofili tarafından yapılan portre, British Council Koleksiyonu’ndaki en küçük tablo. Seçkideki en eski tarihli eser ise önemli kadın fotoğrafçılardan Madame Yevonde’ye ait. Yevonde’nin fotoğrafları şaşırtıcı derecede güncel bir görselliğe sahip.
Serginin kürasyon aşaması sizin için nasıl bir deneyimdi?
“Tanışıyor muyuz?” başlığı, tanıdık olana yakın hissetme içgüdümüzden yola çıkıyor. Bu basit gündelik ifade, tanışmanın getirdiği yakınlığın ve sıcaklığın altını çiziyor. Bu yakınlığı kurmak, belki de serginin teması olan çeşitliliğin ve eşitliğin gerçek anlamda hissedildiği bir toplum fikrine yakınlaşmamız için atabileceğimiz ilk adım. Buradan yola çıkarak çeşitlilik ve eşitlik temasını British Council’ın “Duvarları Olmayan Müze” görsel sanat koleksiyonundan portreleri bir araya getirerek sunmak istedim çünkü portre geleneğinin güçlü bir temsil gücüne sahip olduğunu düşünüyorum. Koleksiyonun önemli bir kısmı British Council’ın websitesi üzerinden incelenebiliyor. Bu şekilde bir ön seçki yaparak sergiyi bu tema etrafında şekillendirmeye başladım. Ardından Londra’da koleksiyondaki eserleri yakından tanıma fırsatım oldu. Araştırma sürecinde British Council koleksiyon yöneticisi Nicola Heald ve projenin yöneticisi Su Başbuğu ile koleksiyondaki eserleri inceledik. Böylece sanatçılarla ilgili arşivlerden ve kaynaklardan da faydalanarak seçkiyi son haline getirdim. Bu süreçte hazırlayacağımız dijital deneyimin nasıl bir görselliği olacağına dair araştırmalarımız da devam etti. Serginin tasarımı ve uygulamasını gerçekleştiren Pompaa ile beraber çalışarak 360 derece panoramik bir görsellik oluşturduk.
Birleşik Krallık meşhur portre geleneğiyle biliniyor, sergi de buna atıfta bulunur nitelikte. Tabii geçmişten günümüze ele alınan portre, aynı serginin kurgusu gibi dijitalleşiyor, telefon ve selfie çağında bambaşka bir boyut kazanıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Dijital alanların ve özellikle de sosyal medyanın temelini oluşturan fotoğraflarımız aracılığıyla birçok tanıdık yüzle karşılaştığımız günümüzde, artık portrenin elitist bir gelenek olarak düşünülmesi imkânsızlaştı. Portre çalışan güncel sanatçılar bu geleneğin kalıp yargılarını kıran ve izleyicinin beklentilerine ters düşebilecek eserler ortaya koyuyor. Sergideki seçkide de portrenin temsil ettiği kültürel değerler ile cinsiyetçi, ırkçı ve sınıf temelli politikaya karşı bir araç olarak gücü öne çıkıyor. Örneğin koleksiyona son eklenen eserlerden biri olan Morag Keil’in İsimsiz (cep telefonuyla otoportre) (Untitled (Self portrait with mobile phone)) başlıklı eserinde sanatçıyı bedenin adeta bir parçası haline gelen cep telefonuyla görüyoruz. Keil yağlıboya otoportresinde kendisini elinde cep telefonuyla resmetmeyi seçiyor ve bu şekilde fiziksel ve dijital arasındaki çizginin giderek bulanıklaştığının da altını çiziyor.
Sergide Lucian Freud, Jake ve Dinos Chapman, Sarah Lucas, Chris Ofili, Tracey Emin ve 2017 Turner Prize ödülü sahibi Lubaina Himid gibi birçok dikkat çekici iş ile karşılaşıyoruz. Eserler dijital sergi formatında kurgulanırken neler gözetildi?
360 derece panoramik olarak görselleştirdiğimiz sergi gezme deneyimi, son dönemde dijital deneyimlerimizin bizleri merkezine alan küresel alanlar oluşturmaya yönelik yapısından ilham alıyor. Hito Steyerl’in “Bubble Vision” olarak teorileştirdiği bu durum, küresel lensler aracılığıyla oluşturulan ve günümüzde 360 derece fotoğraf, video ve sanal gerçeklik deneyiminde izleyicinin tam merkezinde durduğu, fakat içinde yer almadığı bir görselliğe alıştığımıza işaret ediyor. Sergide yarattığımız bu panoramik dijital alan da izleyiciyi bu düzlemin merkezinde konumlandırıyor. Eserleri bu şekilde bir küresel alanda deneyimlemek izleyicinin kendi hakimiyetinde bir deneyim yaşamasını olanaklı kılıyor. İzleyiciler diledikleri esere zoom yapabiliyor, eserle ilgili detaylı bilgi edinmek için eser metnini okuyabiliyor veya dinleyebiliyor. Sergiyi gezdikten sonra sanatçıları video alanındaki seçki sayesinde daha yakından tanıyabiliyor ve sanatçı sayfasında sanatçılarla ilgili daha geniş yazılı bilgiye ulaşabiliyor. Fotoğraf ve video, dijital alanda deneyimlemeye alışkın olduğumuz mecralar; resimde ve heykelde işin fizikselliğini yansıtmak biraz daha zorlaşıyor. Örneğin sergide yer alan John Davies’in heykeli aslında gerçek boyutlu bir büst. Bunu yansıtabilmek adına eserin çok sayıda fotoğrafı çekilip bir araya getirilerek modellendi.
Portreyi elitist sınırlardan çıkartıp günlük hayata sokan teknolojinin tartışmasız ki birçok pozitif ve negatif noktası var. Ancak merak ediyorum Iphone fotoğrafçılığı, Instagram fenomeni fotoğrafçılar hakkında düşünceleriniz neler?
İnternet seçici değil, yani 1960’ların sonunda başlayan ve sanat kurumlarının yaptıkları seçki üzerinden söz /güç sahibi olmasını eleştiren “kurumsal eleştiri” akımıyla paralellik gösteren bir platform olarak düşünebiliriz. Sürekli olarak internetteki verinin çevrimdışı gerçekliğimizdeki karşılıkları üzerinden bağlantılar kuruyoruz. Boris Groys son kitabında internetin sanatı kurgusallıktan arındırdığını ve üretim ile sergileme arasında ayrım gözetmeyen bir alan yarattığını anlatıyor. Elbette akıllı telefonun yaygınlaşmasıyla beraber çok daha fazla fotoğraf çekildiği bir gerçek. Her daim elimizin altında bir fotoğraf makinası var ve hemen hemen her gün fotoğraf çekiyoruz. Bu fotoğrafların çoğu belki de yalnızca veri çöplüğünü büyütüyor. Bu da en başta kültürel olarak görselin ön plana çıktığı bir algıya işaret ediyor. Bu duruma iki farklı şekilde yaklaşılıyor: Birincisi artık gerçeklik diye bir şey olmadığı ve gerçekliğin yerini görsele bıraktığı, ikincisi ise görsel diye bir şey olmadığı ve kendi temsilinin temsili olan bir gerçekliğin söz konusu olduğu.
Sizi yakında başka projelerde görebilecek miyiz?
Pera Müzesi’nde koleksiyon sorumlusu olarak çalışıyorum ve sergi projelerine katkıda bulunuyorum. Hem koleksiyonlarımızdan yola çıkan hem de sergi alanında ekip olarak üzerinde çalıştığımız heyecan verici projeleri yakın zamanda paylaşıyor olacağız. Aynı zamanda Stimuli adlı deneysel bir dijital yayın projesi yürütüyorum, proje kapsamında sanat-kapitalizm ilişkisi üzerine meme’ler üretip paylaştığımız bir Instagram hesabımız da var.
Sergiyi ziyaret etmek için: https://exhibitions.britishcouncil.org.tr