Mixer, baharı karşıladığımız şu günlerde, tam da mevsime yakışacak şekilde bizleri ılık ve şefkatli bir sergiye davet ediyor. “Anneannemin Evinden Kalanlar” isimli bu serginin öyküsünü dinlemek üzere Eda Soylu ile buluştuk, hem serginin hazırlık sürecini ve oluşumunu hem de genç bir yerleştirme sanatçısı olarak deneyimlerini konuştuk.
Eda Soylu’nun rahmetli anneannesinin evinden kalan hatıralarla oluşturduğu enstalasyon sergisi bir dönemin ve mekânın, sade ve naif dönüşümünü inceliklerle zenginleştirirken, izleyicilerin de büyüklerin giderken ardında bıraktığı boşluklar içinde kanlı canlı duran samimi ve içten anları yaşamalarına izin veriyor.
Eda Hanım önce sizi tanımak isteriz, eğitiminizden bahseder misiniz?
1990 yılında İstanbul’da doğdum. Liseyi Üsküdar Amerikan Lisesi’nde okudum. Bunun bir öğretim yılını değişim programı öğrencisi olarak Michigan’da geçirdim. O dönem yaşadıklarımın işlerimde oldukça etkisi vardır. Akabinde Rhode Island School of Design’da resim okudum, 2013’te mezun oldum. Eğitimim sırasında okulumun Avrupa Onur Programı kapsamında 24 öğrenciyle beraber Roma’ya gönderildim. Farklı disiplinlerden arkadaşlarımla aynı evde kaldığımız, birbirimizi etkilediğimiz bir altı ay deneyimledim. O altı ayın işlerimde etkisi çok büyüktür. 2013’ten beri İstanbul’da yaşıyor ve üretiyorum.
Mixer’de açılan son serginiz “Anneannemin Evinden Kalanlar” bağlamında konuşacak olursak, hem serginin içeriği hem de daha önce yaptığınız sergiler ve bu sergi arasındaki ilişki nedir?
“Anneannemin Evinden Kalanlar” sergisinin diğer sergilerimle şöyle bir ilişkisi var: 2013’ten beri Ve Evin Yüzü Burkuldu diye bir seri üzerine çalışıyorum. Şu ana kadar İstanbul’da üç tane kişisel sergim oldu, bu üçü de aslen bu seriye ait sergiler. Ev ve barınma temaları hep üzerine yoğunlaştığım kavramlar oldu. Bu sergi ise anneannemin hastalık sürecine tekabül eden bir zamanda, yoğun bakımın ardından yatağa düşüp de artık geri dönüşü olmayan bir yolculuğa başladığında aklıma düştü.
Anneannemin evinde 7/24 zaman geçirirken salondaki erimiş perdeleri fark ettim. O dönemin evlerini bilirsiniz, bir bütündür, muazzam bir ahenk içerir. Burada bulunan bütün objeler de bir dönemi yansıtıyor. Bu sergi de dolayısıyla aslında bir dönemi anlatıyor. Hepimizin anneanneleri, onların vasıtalarıyla annelerimiz bile aynı objelere sahip insanlar. O zaman olmayan imkânlardan, azlıktan kaynaklı olarak hepsinde aynı örtü, aynı masa çıkıyor. Aynı zamanda evdeki bütün objeler birbirleriyle diyalog içindeler. Birini eksiltsek o ev boş kalıyor sanki, yıkılacak gibi. Ve bu bütünlüğün içinde, anneannemin hastalığı zamanında o kanlı canlı ayaktayken hiçbir zaman fark etmediğim şeyleri fark ettim. Orhan Pamuk’un dediği gibi: “Zamanın hiç geçmediğini hissettiğimiz anlarda eşyaların eşyalığını daha çok hissediyoruz”. Aynen onun gibi bir şey oldu. Kapıdan girdiğimde beni karşılayan ufak iki berjerin birinin aslan başının kopuk, duvar kâğıtlarının yırtık, perdenin erimiş olduğunu ve bunun gibi ölümden sonra da keşfettiğim bir sürü kırılganlık olduğunu gördüm, tanık oldum. “Sızı” diye adlandırdığım bu kırılganlıklar bu süreci daha uzun yaşamama sebep oldu. “Anneannemin Evinden Kalanlar” diye bir sergi yapacağım diye karar verdiğimde anneannem daha hayattaydı. Üç ay kadar sonra kendisi gitti ve benim bu sergiyi oluşturabilmem toplamda bir buçuk yıllık bir süreç oldu. Bir yıl gibi, uzun bir süre üretemediğim, sadece algılamaya çalıştığım bir dönem yaşadım. Burada anneannemin varlığı çok büyük, ancak onu bir aracı olarak görüyorum. Hepimiz kayıplar yaşıyoruz, herkesin hayatından birileri gidiyor. Herkesin içinde o boşluk ya da sızı bir şekilde kalıyor. Bu süreçte ise o boşluğu anlayabilmeye çalıştım, onun üzerine bir sürü okumalar, araştırmalar yaptım. Bunu düşünen ilk insan ben değilim, son da olmayacağım. “Bu sızı, bu hüzün, bu üzüntü nasıl gider?”, “Burada eşyaların tesellisi nerede devreye giriyor?” gibi konuları çok düşündüm. Bütün bu yolda bana eşlik eden ve yol gösteren farklı zamanlarda yaşamış insanlar gördüm. Birkaçı hâlâ hayatta. Aslında onlar sayesinde bu yerleştirmeleri yapabildim. Neyi nereye koyduğumu bu okumalardan çıkardım. Aslında yerleştirmelerim edebiyatla ve felsefeyle el ele gitti.
Bizim yaşadığımız süreçte hayat daha hızlı akıyor. Öyle ki birilerini kaybettiğimizde, onların kaybı ve onlardan kalan eşyaların ilişkisi çok hissedilmiyor. Ama daha önceki dönemleri yaşamış kişileri kaybettiğiniz zaman arada ister istemez tuhaf bir farklılık çıkıveriyor, farklı hisler oluşuyor.
O farklılık işte zamanın eşyaya yerleşmesinden kaynaklanıyor. Çünkü bizler çok rahat eşya alabilen ve çok rahat eşya atabilen bir nesiliz. Bizim annelerimiz ara dönem. Biz ise, 1980’den bugüne olanlar, yeni nesil diye adlandırılan dönemiz. Hakikaten çok hızlı tüketen ve çok hızlı yaşayan bir nesiliz. Bu insanlar ise bir koltuk aldıklarında, o koltuk onların evlerinde, onlar gidene kadar kalıyor.
Evladiyelik kavramından mı bahsediyorsunuz?
Evet, bir evde kapalı kapılar ardında kavga olur mesela, o kavgayı dışardakiler bilmez, kapının içindekiler bilir. O kapının ardındakiler ise sadece orada yaşayan anne – baba, çocuk değil; o evin koltuğu, masası, duvarı, kapıları, eşikleri, köşeleri var. Gölge de bir konuttur, köşeler, kirişler, girdili çıktılı anahtarlı şeyler de… Bizlerin o kadar girdili çıktılı evleri yok, her şeyi çok net çizgiler içinde yaşıyoruz. Onların hayatları ise daha az karmaşıktı ama evleri çok karmaşık ve katman katmandı. Bizlerin hayatları çok karmaşık, eşyalarımızda minimalliği bulmaya çalışıyoruz ama orada da kaybettiğimiz eskilerin sahip olduğu o ruh oluyor aslında.
Peki, sergide içeriğe bağlı olarak ne tür işler var?
Sergiye koymayı tercih ettiğim her şey aslında o evde konumlandırıldığında bir bütünlüğü yaratan eşyalar. Özellikle bana o kırılganlığı ve sızıyı anneannem varken ya da gittiğinde hissettiren objeleri seçtim. Mesela üç ayaklı bir masa var orada, onu açtığında müzik çalışıyormuş, ben onu bilmiyordum. Ama herkesin evinde de varmış, her gelen anne ve babasında olduğundan bahsetti. O masanın bacağı oynuyordu zaten ben onu alınca tak diye kırıldı, ev elimde kaldı gibi bir şey oldu. Şimdi o evde ben yaşıyorum zaten, anneannem hep benim geçmemi istiyordu. Şu çok ilginç oldu, bu sergiyi literal anlamda kuruşum ve yapışım iki ayda gerçekleşti. Benim de eve geçişim Ocak ayı itibarıyla oldu ve ben o süreçte, o evde yaşayarak, o boşluğu hissederek çok şey çözümledim. Çünkü bu eşyaların çoğu oradaydı. Evde her birine bire bir tanık oldum, mesela o koltuk sabah böyle gölge çıkarıyor, akşam şöyle gölge çıkarıyor gibi. Biraz zaman geçirince aslında sergi oluştu. Hepsinin bir manası var ama manası klişe anlamda demagojik değil. O buraya oturmuştu, buraya anısı sinmişti gibi değil; genel anlamda evin bütünlüğünü, ahengini yansıtan parçaları koydum.
Daha önce yaptığınız sergiler var, örneğin “Evi Yeniden Kurmak”. Bu serginin diğer sergilerle olan ilişkisini nasıl anlamalıyız?
“Unutulmuyor, Ne Tuhaf!” ilk sergim. Tophane’de gerçekleşti. “Kırılganlık” ve “kabalık” ilişkisini materyaller yoluyla anlamaya çalıştığım bir sergiydi. Orada “ezilmek” ve “bastırılmak” farkını beton ve çiçek üzerinden algılamaya çalıştım. Bunun akabinde Balat’ta yerleştirmelerim oldu, bir duvar kâğıdı işim oldu. Orada beton ve çiçek sokağa, insana ulaştı. Bunun ardından “Evi Yeniden Kurmak” sergisi oldu. “Evi Yeniden Kurmak”taki işlerin çoğu benim yaşadığım alanda, kendi kapım, pencerem veya sokakta özellikle kentsel dönüşüm nedeniyle kenara atılan pencere ve kapılardan oluştu. Benim işlerimin hepsi birbirinin devamı gibi. Duvar kâğıdı işim, “Evi Yeniden Kurmak” sergisinde artık ayaklarımızın altında, izleyici mekâna girmek istiyorsa eğer o duvarda olmayan ayağımızın altında olan çiçekli beton parçalara basarak gezmek zorunda. İzleyici istemlice yahut istemsizce sergiye bir iz bırakıyor ve oradan giderken beraberinde bir iz taşıyor, ayak izinde ya da eline alıp götürdüğü parçalarda. Benim asıl istediğim zaten buydu.
Son serginizin temelinde taşıdığı bir mesaj var mı peki?
Bu sergi, hatta bu seri, genel anlamda hiç politik görünmese de temelinde çok politik mesajlar da barındırıyor. “Göç etme” eylemine referans veriyor, bu “göç”ü sadece bir yerden bir yere gitmek olarak algılamayın. Çünkü öyle bir devirde yaşıyoruz ki insanlar evlerini sırt çantalarında taşıyorlar. Bu kolay bir şey değil. Ev, o eve tutunabilmek, barınabilmek, barınamamak, kalabilmek, kalamamak gibi yargılardan söz ediyoruz. “Evi Yeniden Kurmak” bunları detaylıca incelediğim ilk sergimdi. Bu hikâyeyse onun bir devamı gibi oldu. Çünkü göç kelimesi benim için mana değiştirdi. Göçün aslında hepimizin içinde var olduğunu ve bir gün yapmak zorunda olduğumuz bir aksiyon olduğunu algıladım. Eskiden göç benim için politik zorunluluktu, politik bir sorundu, şimdi artık öyle değil ve bu gerçekle barış içinde olmak önemli. Bu sergi diğerine göre çok daha kişisel, kişisel ama benimle ilgili olarak kişisel değil, herkes açısından kişisel. Yani herkeste bu süreç var, bu boşluğu algılama var. Bu sergi insanın bu hisle nasıl başa çıkacağını algılamaya çalışan bir sergi oldu.
Sizin sanat diliniz enstalasyon. Biraz bundan bahsedelim. Neden böyle bir dil kullanmayı tercih ediyorsunuz? Kendinize örnek aldığınız sanatçılar var mı?
Bence bunu “yerleştirme sanatı” olarak ifade edelim. Çünkü Türkçemizin güzelliği sayesinde aslında İngilizce’deki “install etmek” fiilinin Türkçe’deki karşılığı olarak “yer etme”, “yer edebilme” eylemi aslında çok daha uygun oluyor. O yüzden “yerleştirme sanatı” demeyi daha doğru buluyorum. Yerleştirme sanatı ile uğraşmam Roma’ya dayanıyor. Roma’da takı tasarımından mobilya tasarımına, mimarlıktan resme ve heykele dek farklı alanlarda çalışan 24 öğrenci, hepimiz aynı evde altı ay boyunca yaşadık. Bu süreçte birbirimizden, Roma’dan, İtalya’dan çok beslendik. Yaşadığımız yer Yahudi gettosunun tam yanıydı. Özellikle gettoda ve sonradan öğrendiğim üzere Avrupa’nın dört bir yanında Mimar Gunter Demnig tarafından yapılmış çok özel yerleştirmeler vardı. Kamplara gönderilen, öldürülen ve kaydı mevcut Yahudilerin her birinin evinin önüne, onların nereye gönderildiğinin, kaç yılında ölüğünün yazdığı bir Arnavut kaldırımı taşı yapmıştı. Tabii bu Yahudiler hangi evden çıktıkları, nereye gönderildikleri, nerede öldükleri hakkında kaydı olan kimseler. Bu taşları Roma’ya yerleştirmiş, özellikle gettoda çok görülüyor ve Avrupa’nın her yerinde var. Roma’da gezerken insan, ilk önce bunları görmüyor. Bildiğiniz gibi Yahudiler kamplardayken hepsinin altın dişleri toplanırdı, ironik bir şekilde Arnavut kaldırım taşlarında bulunan altın diş gibi, bakarsan o taşlar senin yüzüne çarpıyor. Bakmazsan üzerine basıp geçiyorsun, görmüyorsun. Bu durum bende çok yer etti. Bu yaklaşımı çok özenli, çok yerleşmiş buldum. Bana mekânların hafızasını hatırlattı. Şehirler değişiyor, meânlar değişiyor, hele İstanbul, hikâyeler takır takır kentin üstüne biniyor. Ama aynı şekilde Auschwitz de öyle. Krakow’da kampları gezdiğimde Auschwitz beni çok ters köşe yapan bir yer olmuştu. Çünkü çok gerileceğimi ve üzüleceğimi düşünerek gittiğim yerden cennet gibi etkilenmiştim. Yemyeşil, her renk çiçeğin olduğu bir yer. Hâlbuki o kadar insanın ruhunun gezdiği bir yerde çiçek açmaması gerekiyor. Ben doğa olsam, orada bir daha tomurcuklanmam ama doğa bizden üstün. İnsanın ayıbını örtmek istercesine çiçek açıyor. Orada eskiden çimen yokmuş, bir çimen bittiğinde insanlar onu yiyormuş, şimdi çimenden, ağaçtan geçilmiyor. Bu acayip ağır bir gerçek ve bizim küçüklüğümüzü anlatıyor. Bu mekânlar bugün yemyeşil olmasına rağmen onların geçmişini görmezden gelemeyiz. Örneğin şimdi birçok yer otel oluyor, ama eskiden hepsinin başka bir geçmişi vardı. Şimdi oraya iş yap denilse mümkün değil, şu an ki halini görüp yapamam, ancak geçmişini, kökenini araştırıp, oradaki o havayı algılayıp iş yapabilirim. Bu tamamen yerleştirme sanatı ile birebir ilişkili bir hikâye.
Benim bunu daha iyi algılayabilmem Balat deneyimimle oldu. İç mekânda yer alan bu duvar kağıdını dış mekâna aldığımda insanların tepkilerini, özellikle orada yaşayanların tepkilerini çok merak ettim. Çok şaşırdım, çünkü insanlar işi çok benimsediler, bir kere İstanbul gibi karman çorman bir yerde, neredeyse iki yıl kadar durdu bu iş. İş yerleştirdiğim bazı binalar yıkıldı. Buna rağmen, İstanbul için bu bir mucize. Birileri üzerine çamaşır asıyor, önüne torba koyuyor vs. En sonunda bu hikâye birinin bir duvarı pembeye boyarken benim işimi de duvarla beraber boyamasına kadar geldi. Bu, benim için bu projenin “oldu” dediğim ânı oldu. Yerleştirme sanatının, kendi açımdan söylüyorum, yaptığım en değerli örneklerinden biriydi pembeye boyanmış o an, bana çok şey öğretti. Bunun üzerine “yer etme” eylemine odaklandım.
Maalesef heykel, üç boyutlu iş ve yerleştirme arasındaki fark yanlış algılanıyor. Yani bir şey heykelse heykeldir, sen onu buraya da koysan aynı güce sahiptir, oraya da koysan aynı güce sahiptir. Ama enstalasyonda her seferinde yeniden kurgulama boyutu vardır. Bu sergideki işleri biri aldığında benim o insanın mekânına veya bana verilen mekân her neresi ise oraya gitmem ve buradaki sızıyı orada bulana kadar bu işi kurgulamam ve yerleştirmem gerek. O iş yer edene kadar, bunu yapmam gerekiyor, yerleştirme sanatçısı olarak bence bana düşen görev bu. Ben bunu alıp da hadi evinize koyun diyecek derecede bir lükse sahip olmadığımı düşünüyorum.
Peki alıcıların buna bir tepkisi oluyor mu?
Hayır, hatta daha samimi buluyorlar. Enstalasyon dünyanın her yerinde çok zor alınan ve satılan bir sanat dalı. Bir resim, bir fotoğraf, bir heykel gibi değil. Ölüm olursa ne olur bilemiyorum ama şu an benimle birebir muhattap olan insanlar bunu, onlara özel yapılan bir iş gibi kabul ediyorlar, çünkü öyle. İşi onlara emanet ediyorum ama onlara al koy bunu buraya demiyorum, bu çok özensizce bir hareket olur. Özenerek yapmanın çok mühim olduğunu düşünüyorum. Bu bizim görevimiz ama insanlar buna alışık değil.
İçeride birtakım enstalasyonlar var ama aslında bu iş sergilendiği mekânla beraber başlı başına bir enstalasyon.
Ama benim bütün işlerim öyle. “Unutulmuyor, ne tuhaf!” pek öyle değildi, o daha çok heykelvari işlerden oluşuyordu. Oradaki işler enstalasyon değildi. Bu çok güzel bir fark. Hatta benim ilk sergimde hiç enstalasyonum yoktu diyebilirim.
Bu sergilemeyi yaptığınız alan kendi kabuğunda, küçük bir alan. Serginizi tasarlarken neden bu kadar içeride, kapalı bir alanı seçtiniz?
Bu sergi kafamda varken anneannemin evindeki eşyalara ne kullanılabilir gözüyle baktım. Evin yenilenmesi sırasında duvar kağıtlarını mutfaktan sökerken olabildiğince özenli davranıp, her şeyi muntazamca söktürüp, kutulayıp, paketleyip kaldırdık. Bu süreci yaşarken Mixer bana ulaştı. Eda ve Hamit Bey ile Haziran’da bir toplantı yaparken bana hangi tarafı kullanmak istersiniz diye sordular. O zaman Sıraselviler’deydiler ama orada da ufak kutu gibi bir mekân vardı. Ben ufak alanı istediğimi söyledim. Çünkü bir önceki serginin olduğu Kadir Has’taki alan çok büyüktü, fiziken zorlayıcı bir sergiydi, 300 metrekare sergiyi 3 haftada yaptık ama mental anlamda alıştığım bir yaklaşımdı. Bu ise benim için yepyeni bir deneyim oldu. Beni farklı düşünmeye itti çünkü kutu gibi bir alanda neyi nasıl koyacağına dikkat etmen gerekiyor. Kocaman bir alanım olsa al evi koy buraya, neler çıkıyor…
Bu zorlanmayı kendiniz mi istediniz?
Evet, mesela Louise Bourgeois’a diyorlar ki senin klostrofobin var ve klostrofobisi olan bir insan olarak niçin mütemadiyen kafesler yapıyorsun, içine giriyoruz ve niye hep kapalı alanlardayız. O da diyor ki: “Benim klostrofobim gökyüzünde. Dışardayken sınırını bilmediğim alanlarda klostrofobi yaşıyorum, sınırı gördüğüm alanlarda değil.”
Haziran’da görüştüğümüzde Eda’ya da bunu böyle alıntı yaparak söylemiştim. Benim için de öyle bir dönemdi. Elbette etrafımız, gökyüzü bir boşluk değil ama gökyüzü kocaman bir alan. Ancak ben şuramdaki minicik alanın içini çözememişim, bunu yapamazdım. Bu serginin daha samimi daha kendi içinde olmasını istedim. Mixer de genel olarak iki boyutlu işlerin sergilediği için bu tür işlere alışkın bir yer değildi. Bu serginin bir girişi bir eşiği olması benim için çok önemliydi. Biz burada alçıpanla mekânı dönüştürüp pervaz ekledik. Pervaz diye eşik olarak girdiğiniz yer anneannemin vitrini aslında. O vitrinin içinden alana girilmesi benim için çok önemli. Mesela Victor Hugo, Notre Dome’un Kamburu olan Quasimodo’yu anlatırken mekândan bahseder ve onun kilisenin kamburunu taklit ettiğini söyler. Onun kamburunun içinde bulunduğu alandan kaynaklı olduğunu, insanın içinde bulunduğu alana, alanın da içinde bulundurduğu insan benzemesini vurgular. Ben de burası biraz öyle olsun istedim. Burada işleri olduğu gibi sergileyemezdim çünkü benim sıcacık bir alana ihtiyacım vardı ve burası normal bir galeri gibiydi.
Burada dönüşen başka objeler var mı?
En majör dönüşen örnek vitrin. Aslında bir nevi hepsi dönüştü. Bunlar hep mobilya olarak adlandırdığımız şeyler ve mobilyaların vasfı ve kullanım amacı olur ama bunların hiçbirinin artık bir kullanım amacı yok. Mesela girişte duvarda bir telefon masası görüyorsunuz ama şimdi onun üzerinde mermeri yok, zaten artık kimse aranmıyor oradan. Onun bu vasfı gitmiş, koltuğun döşemesi yok, masa desen yerde duruyor, ayna dediğiniz duvarda olur, o yerde duruyor ve yukarıyı, sanki gidilen yermiş gibi o boşluğu yansıtıyor. Ama bence vitrin-pervaz ilişkisi dışında en ilginçlerinden biri tavanda duran halılar ve halı motifleri. Normalde bir insan öldüğünde ve eğer o ev kapatılacaksa ya da dönüşüme uğrayacaksa ilk önce halılar rulo ediliyor. Tavan aralarına, bir yerlere atılıyor. Bunu kimse kötü niyetle yapmıyor, yapılan ilk aksiyon o oluyor. Burada da sanki aynı onun gibi yerde durması gereken halılar tavanda duruyor. Ve bu bana biri gittiğinde evin gerçek manasıyla alt üst olduğunu anımsatıyor.
Gelecek projeleriniz arasında neler var?
Kasım gibi Paris’e yerleşiyorum. Paris-İstanbul yaşantım olacak, burada atölyeyi kapatmadan gidiyorum. Sergilemediğim birkaç projem var. Onlarla ilerliyorum. Aynı zamanda atölyede üretim devam ediyor. Bu süre zarfında yaptığım okumalardan ve araştırmalardan çok zevk aldım. Daha yüksek lisansımı yapmadım. Çok özlemişim okul ortamını, kendi kendine okul yaratmayı. Önümüzdeki süreçte de okuma ve araştırmaya devam etmek istiyorum, beni çok beslediğine inanıyorum. Edebiyatla işlerim hep iç içe. Bu üç sergimin de ait olduğu serinin bir dizesi bile Metin Altıok’un şiirinden.
Bu serginin bir küratörü yoktu. Ama bu süreçte yaptığım okumalar bana gösterdi ki, bu serginin yol gösterenleri var. Aristo’dan Özen Yula’ya Orhan Pamuk’a kadar uzanan bir küratörler listesi. “Şeylerin Masumiyeti” mesela, Masumiyet Müzesinin kataloğu içinde barındırdığı birikim ile en önemli edebi kalıntılarımızdan biri. Çok alıntı yaptım o katalogtan ve bana çok yol gösterdi. Ancak burası bir Masumiyet Müzesi değil, ben de bir Orhan Pamuk değilim. Öyle görünmek de bir riskti. Öyle bir yaparsın ki eski fotoğrafları, yazıları koyarsın, al sana o zaman aynı şeyin başka türlüsü. Hasan Bülent Kahraman bu sergi hazırlanırken bana benim bu sergideki en büyük zorluğun sadeleşme olduğunu söylemişti. Bu denli yüklü geçmiş, eşya, kalıntılar, anılar mevcutken bunu öyle bir sadelikle aktarmalıydım ki izleyici de hissedebilsin. Ben bu kocaman yaşadığım duyguyu nasıl az ve öz bir iş ile aktarabilirim? İnsanların gözüne soktuğunda ve demagoji yaptığında bir yerden sonra o duygular birbirini iptal ediyor. Onu yapmamak çok önemliydi benim için. Sızıyı daha ince ince işlemek anlamlıydı. Onu da yaptığıma inanıyorum, en azından şu ana kadar gelen görüşler o yönde. Daha öğretici oldu benim için.