Şener Özmen etnisite, kutuplaşma ve politika ekseninde üretimlerini biçimlendiren bir sanatçı. Ancak etiketler, onun sanatını tarif etmekte etkisini kaybediyor. Özmen’in işlerini izlediğinizde, kişisel olanın ortak bir dile ulaştığı, bir çeşit arşive maruz kalıyorsunuz. Fakat bu arşiv, istif hâlinde bir deneyim yığını değil; tam tersine, izleyiciyi kendinin içine çeken, ironik ve popüler simgelerle beslenen, sanatın sınırlarını sorgulayan bir oyun alanı. İşte bu oyun alanı, “Yeni Bir Umutsuzluk”la izleyiciye açılıyor.
Sanatçının şimdiye kadarki en kapsamlı sergisi olan “Yeni Bir Umutsuzluk”, otobiyografik ve kronolojik kritiklerden oluşuyor. Sergi, sanatçının nev-i şahsına münhasır alegorik ifade biçimlerine tanıklık edebileceğiniz küçük bir retrospektif niteliğinde. Video ve fotoğrafın sınırlarını yerinden oynatan Özmen’in süreçlerini sergisi vesilesiyle kendisiyle konuştuk.
“Yeni Bir Umutsuzluk” şimdiye kadarki en kapsamlı serginiz. Sergideki yapıtları bir araya getirirken nasıl temellendirdiniz? Yapıtlar arasında kronolojik / tarihsel bir bağlantı kurabilir miyiz?
Evet, kapsamlı bir sergi oldu “Yeni Bir Umutsuzluk”, tabii ki kapsam sözcüğünden çalışmaların sayıca ve görece çokluğunu kastetmiyorum, çünkü 4000 metrekarelik bir alana yayılmış olan mekânı ilk gördüğümde, solo sergi açtığım önceki sergi mekânlarının bölük pörçük görüntüleriyle ilerlemeye çalışıyordum, bu durumun, mekâna müdahale etme şansı olmayan bir sanatçı için, deyim yerindeyse moral bozucu bir yanı da vardı ve ilk birkaç ay, sadece mekânı düşünerek, mekân üzerinde çalışmalar yaparak geçti. Ellime merdiven dayamışken, çözüm odaklı asistanlar ve sanatçı temsilcileriyle çalışma şansına eriştim, sınırları –burada ve her yerde duvarları– zorlayabilecek, zihnimdeki sergi görüntüsünü ortaya çıkarabilecektim. Mekânı bir oyun alanı gibi düşündüğünüzde, 4000 metrekarede, oyuncaklarımı dilediğim noktaya taşıyabilecek, hangi çalışmanın, bir diğeriyle ve nerede bağlantı kuracağını –kurduğunu– simüle edebilecek, kısacası, rahat bir şekilde çalışabilecektim. Rahatlık diyorum, ancak bu pek böyle olmuyor. Murat’ın (Pilevneli) müthiş bir ekibi var, açılıştan beş dakika öncesine kadar da mekânda ufak tefek çalışmalar oldu. Son anda karar verilen şeyler, yer değiştiren, sesleri ayarlanan videolar… İlk kez kaprisli bir sanatçı gibi davranabilecektim, yapmadım ama metanetimi korudum. Önemli olan, hangi çalışmaların sergileneceğiydi. Üretim pratiğimin en önemli çalışmaları, daha az önemli çalışmaları ve hiçbir önem içermeyen –sergilenmeyen veyahut sergilemediğim– çalışmaları olarak daha önce, biraz da zorunluluktan yaptığım kategorizasyon, bu sergide işlemedi. İyi ki de işlemedi. Bir tarihim vardı, bir söylemim, asıl buna güvenmeli, bu noktadan hareket etmeliydim. Ekip olarak ortaya çıkardığımız en iyi işlerden biri de “Yeni Bir Umutsuzluk”un Sergi Rehberi oldu; böylece bir araya gelmiş tüm çalışmaları, sanatçı temsilcim Naz Yıldız’la kaleme aldığımız bu kitapçıktan takip edebilecek, sergiyi, metinlerle örülmüş bir yol haritasıyla dolaşabilecektik. Sebeplerini salt dolaşımı ve ilişkilendirmeleri kolaylaştırmak olarak açmamalı belki de “Yeni Bir Umutsuzluk”, kendi tarihimiz açısından (Çukurova Üniversitesi’nde başlayıp, ucu Diyarbakır’dan, Loading’ten çıkan sanat pratiklerimiz için) önemli bir kavşaktı. Çünkü, sıkıcı bir hayata (sıkıcılık diyorum da bizim de rutinimiz savaş ve onun hâlleriydi, Batı’daki sanatçı için ise, gülüp geçtiğimiz başka şeylerdi) sığdırmaya çalıştığım, çalıştığımız onlarca çalışmanın, hem Türkiye’de hem de uluslararası mecrada, özellikle video dili üzerinden açtığı kanal, şimdi, tam şu anda yapılması gereken okumalar için, son derece önemli. Böylece, 2003’te, küratörlüğünü Halil Altındere’nin yaptığı “Seni Öldüreceğim İçin Çok Üzgünüm” sergisinde sergilediğim Supermuslim ile, 2019’da Berlin (Karl Liebknecht Str.’deki Marx-Engels Forum) Diyarbakır (Kısmen Sur ve Dağkapı) hattında çektiğim Energize! adlı üç kanallı videodaki “umutsuz” kahraman, bu serginin taşıyıcıları oldu. Sergi, zorunlu yer değiştirmeleri, yıkımları, yeniden inşayı, burada ve orada kentlerin yeniden biçimlenişlerini, sanatçının şimdiki pozisyonunu, bir süredir uğraştığım “umut” ve “umutsuzluk” düzenlerinin yıkılabilirliğini de içine alarak, daha doğrusu buralardan beslenerek ortaya çıktı.
Tüm bu yapıtları nerden bu başlığa dahil ettiğiniz de merak ettiğim bir başka konu. Şu an izlediğiniz yerden mi yoksa en başından, üretimleri esnasında bu “umutsuz” duruma dahiller miydi?
İyi bir başlık olduğunu düşünüyorum, öyle olmalıydı. Açıklamaya da çalıştım. Supermuslim’ın merkezinde ben vardım, Energize videosunun da merkezinde yine ben yer aldım, çünkü, her seferinde kendi meselem olarak ele aldığım bir sanat ve hayat pratiğine umutsuzca geri dönüyordum. Bu tıpkı, yıkımdan sonra gerisin geri döndüğüm Sur’da, dışarıya, hayata ve ölüme açılan küçük kapıcığın önünde, göğsümdeki Bolşevik broşu sağ avucumla gizlediğim ve beklediğim o biricik ana benziyordu. Bu çalışma, sergide Energize Sur adıyla yer aldı. Kıyafetlerim üstümdeydi, onları Berlin’den getirmiş, çekimler tamamlandıktan sonra Loading’e bırakmıştım. Son ziyaretimde, umutsuzluğun kimyasını bozduğu gökyüzünü de gördüm, insanların kararsızlık içindeki çırpınışlarını da. Görüntüler çok şey söyler, ancak çırpınışlardan iyi bir şey çıkaramazsınız. Diyarbakır, kimlik değiştirebilen bir özelliğe sahip, yazarı da çizeri de öyle. Yeni durumla birlikte, muktedirin dili üzerinden yeniden bir iktidar alanı –ortamın bu türden projeler için uygun olduğu muhakkak– yaratmaya çalışan yazarlarından da söz etmek gerekir. Bu, entelektüel bir tavır değil tabii ki, çünkü bir entelektüel yok orada. Kürtçe yazımı sürekli bunalıma sevk eden, üstelik siyaseten desteklenen başka bir mevzu var. Bir satış var. Gasp var ve tüm bunları bir çırpıda unutacak yeteneğe eriştirilmiş başka bir güruh var. Bravo demek kalıyor bana da. Bu mevzuların hayatımı alt üst etmediğini de kim söylüyor? Kaldıkça ve yaşadıkça kabul edeceğiniz, kabul etmediğiniz taktirde karşılığında meczupluk tacıyla onurlandırılacağınız sert kopmalar çağındayız. Şimdi, birkaç yıldır oradan ve buradan baktığımda, doğru kararlar verdiğimi anlıyorum, bunun gerekli olduğunu görüyorum. NY bir deneyimdi, Berlin bu deneyimin üretim olarak ortaya çıktığı yeni bir mecra oldu benim için. Berlin diyorum, ama aslında bir Berlin yok, seküler ve toptancı sanatçılar var, küratörler var, hassasiyetleri ve tabii ki refleksleri Menemen’den bu yana zaman zaman kabuk değiştiren, arada bizleri de sevdiklerini, ancak problemlerimizin yıkıcı olduğunu zikreden ve bundan vazgeçmeyen üstün zekalı Beyazlar var. Sanat pratikleri de kabuk değiştiriyor, küresel olarak da böyle ve bu küre, sanatçının arka planına bakmıyor, yön verdiği sanatsal olaylara bakmıyor. Başlığın iyi bir başlık olduğunu söyledim, buradan devam edersek; Diyarbakır, İstanbul, New York, Berlin, üretimlerdeki dilsel konumlanışı da görebilirsiniz, renk ayarlarını da çünkü coğrafya değiştirince, daha doğrusu oradan oraya zıplayınca, bu yaşam biçiminin tayflarını kaçırabiliyorsunuz, bu da çok normal bence. Gri alanları da göstermek istedim, zirâ bunu yapmazdım, keskin ve net imajlar ortaya koyduğum uzun bir dönemim oldu, sözünü ettiğiniz dahil etme, gri alanlarımızın yansımaları. Başından beri olmasa da hayatımın bu evresinde farklı bir yol çizmemin, iyi mi ya da kötü mü olacağını düşünmeden –zira bunu düşünerek yol katetmeniz mümkün değil– dili zenginleştireceğini anladım.
İşlerin okumalarında ilk akla gelen etnik argümanlar oluyor. Eski bir röportajınızda etiketlenmekten hoşlanmadığınızı söylemiştiniz. “Kürt” ya da “Türk” güncel sanatçı olarak tanımlanmayı sevmediğinizi… Buna dayanarak bir izleyici gözüyle soruyorum, bu okuma bugünkü ortamın psikolojik bir geri dönüşü olabilir mi?
Neden söz ettiğimi biliyorum, bir Türk güncel sanatının yanına, bir Kürt güncel sanatı koymanın anlamsızlığını ve de gereksizliğini dile getirdim, ki hâlâ böyle düşünüyorum. Bu alanın “milli” refleksiyonla tarihselleşemeyeceğini de söyledim. Birbirinden büsbütün bağımsız yürümeyen bir sanat pratiğinden söz ediyoruz, bunun ayrılması gerektiğini de ifade ettim. Mevcut konumu ve tarihiyle (aynı zamanda eleştiri geçmişiyle), Türkiye güncel sanatı, bizim gibi düşünen ve üreten sanatçılar için, bağlanabilecek bir yapı değil, vazgeçilmez hiç değil. Dayanışmacı ve destekleyici estetik meselesini geçelim, bu durum, engelleyici de aynı zamanda, bugün dolaşımdaki hiçbir Türk sanatçı gibi düşünmüyorum ki! Onların da neler düşündüğünü zaten görmüyor muyuz? Melez sanat pratiklerini de sevmiyorum, ister sanat eleştirisi üzerinden gelsin, ister yapıtın derinliklerinden, benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Sorunuza gelince, bana daha çok politik bir geri dönüş gibi geliyor, ama bu da başka sorunlarla birlikte geliyor.
Video işlerinizdeki hikâye ve kurgu nasıl ortaya çıkıyor? İşlerin çoğunda alegorik bir anlatım esas. Biraz detaylandırabilir miyiz örneklerle?
Bu çok güzel bir soru! Sanırım bu sorunun yanıtını, sanat ve edebiyatla ilişkilendiğim zamanlardan bulup çıkaracağım. Karikatürle başlayan, resimle ortayı bulan, şiirle dallanıp budaklanan, video ve fotoğrafla birlikte, Kürtçe yazımla son hâlini bulmuş gibi davranan, anadilde yazılmış bir öykü var peşimden gelen. Gideceği yer ise, sinema. Çünkü başka bir yol düşünemiyorum. Lisans hayatım boyunca –ki çok uzun sürdü– sinema tek düşüncemdi, üstelik o sıra videonun bir sanat olduğu bilgisi henüz resim eğitimi verilen bölüme gelmemişti, karikatür bile sanattan sayılmıyordu ve eğer Handan Tunç gibi bir hocamız olmasaydı, fotoğraf da nasibini alacaktı bu bakış açısından. Resim –pentür–, konservatif eğitimin en önemli parçasıydı ve orada da kaldı, milim ilerlemedi. Kanımca video, politik diskuru ve tutumu hızlı bir şekilde ortaya koyabilecek bir güce sahipti, Youtube’un olmadığı, henüz sosyal medya sözcüğünün kullanılmadığı zamanlardan söz ediyorum. Video, teknik anlamda (kes, biç, birleştir, değiştir, uzat, kısalt, bindir, sürükle), büyük sorunları olan bir coğrafyada üretilen bir sanat pratiği için, mükemmel bir araçtı, çünkü, yukarıda parantez içine aldığım tüm bu fiili durumlarla, bizzat hayatınızda karşılaşıyor, hatta bu durumların içine sürükleniyordunuz. Bu noktada bir kurgu yapmanız gerekecekti ki bana göre Diyarbakır’daki ilk dönem video çalışmalarım, buradan feyz alarak, hatta bu dili yücelterek –belki de yaratarak– ortaya çıktı. Sürekli kurgu masasındaymışcasına konuşuyor, sürekli yer değiştirerek, bir sonraki sanatsal anlatıyı düşünüyor, olmayacak ögeleri birleştiriyorduk. Bu şizoid bir hikâye ve Şizo-Defter’de (Vasıf Kortun Özel Bir Gün sergisinde sergilemişti) bunun yazınsal ilk örneğiydi. Ama zaten alegoriyi, tam da üçüncü dünya yazım ve düşünüş pratikleri içinden okuyabilirsiniz, Fredric Jameson ve Aijaz Ahmad arasında vuku bulan tartışmalardan ki çok kafa açıcıdırlar. Jameson’a göre üçüncü dünyaya ait bütün kültürel üretimler ortak bir nitelik taşır ve bu da onları birinci dünyadaki benzer kültürel formlardan köklü bir şekilde ayırır. Şöyle der mesela; “Bütün üçüncü dünya metinleri –siz buna video ve fotoğraf üretimin de ekleyin, Ş.Ö.– diyebilirim ki zorunlu olarak ve çok özgül bir tarzda alegoriktir, biçimlerinin kaynağı roman gibi esasen Batılı temsil araçlarına dayandığında bile, hatta bilhassa böyle durumlarda ulusal alegoriler olarak okunmalıdırlar.” Bu anlamda, üçüncü dünyadaki bir sanatçının, öyküsünü –veyahut video ve fotoğrafik vurucu imgesini– bulamamak gibi bir sorunu olmayacaktır, çünkü tüm bu veriler zaten mevcut olarak gelir. Bence mesele, kendi ulusal alegorisini, başka –çatışma hâlindeki– bir ulusun alegorisiyle melezlik üzerinden birleştirme, ancak baskın olanın içinde eritme ve görünür olmak meselesidir ki bugüne kadar olan da budur. Evet, Diyarbakır’dan sanatçı çıkmıştır, iyi sanatçılar da çıkmıştır ve bunu, ileriye taşıyabilecek başka çalışmalara da ihtiyaç var. Büyük bir teorizasyondan söz etmiyorum. Bütün o sözlerin travmatik bir dil kullandığını unutmayalım lütfen. Bu, Türk TV programlarına çıkmış Kürt edebiyatçısının durumuna yakın aslında; konuşamayacağı için orada tutulan edebiyatçının durumuna! Ne diyecektir, ne diyebilecektir!? Kendi alegorisinin bile hakkını vererek anlatamayacak, benim gördüğüm bu işte. Küratörünün de travması bu, intikam meleği gibi davranıyor... Daha nadir görülen çıkış yolları vardır, çiçekler gibi, otlar gibi, nadirdir evet, ama bir çıkış yoludur nihayetinde, hayır, illa ki travma düzleminde yaşayacak, pornografi yapacak... Sorunuz işlerimdeki hikâye ve kurgunun nasıl çıktığı üzerineydi, ama bakın nerelere geldik! Çatal dilli bir düşünme biçiminden gelmediği o kadar aşikâr ki artık, ne söylesem bilmiyorum. Şizoizm bir lüks artık, buna vaktimiz yok, oyalanmak istemiyorum, hızlı düşünmenin yollarını buldum diyelim, kurgu hayatımla eşzamanlı gidiyor, hangisinin, diğerini öne çıkardığını, tetiklediğini ise gerçekten bilmiyorum. Basit bir şekilde, Cengiz Tekin’le yaptığımız Kesin Dönüş videosuna bakalım; neden üstündeki takımı sigarasının ucuyla yakıyor, gözenekler açıyor, nefes almak için mi, bir delilik anı mı bu, yitiş mi, kayboluş mu, yeterince absürt değil mi zaten hayatı? Ya Şerefiye videosundaki mafyan sanatçı? Çünkü, burada da alegori işliyor, başka türlü anlatamıyor, göze alamıyor...
Sürekli karşımıza çıkan imgeler var videolarınızda. Bavul, sigara, toprak yol, toz gibi… Bana sorarsanız işleri birbirleriyle ilişkilendirmemi sağlıyorlar derim. Sizin kullanım alanınız gerçekten bu şekilde mi, bu imgeler hep benzer yerlere mi tekabül ediyor?
Evet, zihinsel bir topografyaya işaret ediyorlar; sararmış otlar, Kuzey rüzgârları, magmatik kayaçlar, toz, toprak, bulanık sular ve tabii insanlar... Bazen bir kadın, bazen bir erkek, bazen ikisi birden. Benim vizörden gördüklerim bu gerçekliğe yakın aslında, vizör diyorum, ancak bakmıyorum bile! Zihnimdekine baktığımı fark ediyorum, bu yüzden tüm üretimim kesiklerle dolu, üzerlerindeki tamamlanmamışlık tozunu atamıyorum, bu, açıkçası romanda da böyle, hissettiğim şey bu. Ancak neden bu sadece Diyarbakır’a özgü bir durum olarak ortaya çıkmakta? Diken üstünde, bıçak sırtında, eli yüreğinde, kulağı kirişte… Energize sükûnet içinde ve uzun bir zamana yayılarak tamamlandı, çünkü bir sanat zamanı var, düşünsenize bir sanata ayrılan zamanı? Bu zaman size pek çok şey gibi, nasıl hareket edeceğinizi de öğretiyor ve ben bu zamanı sonuna kadar kullandım. Her saniyesi üzerinde düşünerek, kezlerce çekim yaparak... Böyle bir zamana sahip değilseniz, içinde kaybolduğunuz zamandan tırtıklamak zorundasınız, Diyarbakır’da olan buydu, birden fazla kaçış perspektifi yaratmanız, ele aldığınız konuyu da parçalıyor.
İşlerin çoğunda popüler Batı filmografisinden referanslar da var. Yeri geldi mi hikâye, yeri geldi mi kurgu olarak, lokal sembollerle harmanlanmış vaziyette izliyoruz bunları. Detaylandırabilir miyiz?
Sırasıyla gidersek; Energize, Yeni Bir Umutsuzluk, Supermuslim, Göçmen, Afrodit, İnatçı Leke, İkarus’un Düşüşü, Umut, bu sergide yer almayan diğer çalışmalar; Assange, Tractatus, Karşılaşma Ya Da Günaydın Mösyö Courbet, Şirin, Çok, Çok Şirin, Tate Modern Yolu, hepsinde bir gösterge, bazen diyalog, bazen kısa bir kesit (sözgelimi Umut videosundaki UFO), ancak sadece Batı filmografisi değil, Batı sanat tarihi (Karşılaşma Ya Da Günaydın Mösyö Courbet, Mesafe, İkarus’un Düşüşü ve Tate Modern Yolu videoları) ve Batı felsefesine de (Tractatus) açıktan bağlanan işler var. Bu bir okuma biçimi aynı zamanda, benim okumam, benim seyir defterim. Bununla, beslenme kaynağımın Batılı olduğunu söylemiyorum, bu daha çok, Batı’dan katiyen kopmuş, dini ve mezhebi gereğince Doğu felsefesine de mümkünü yok girmeyecek (rahatlamayacak), son tahlilde genetik olarak ırkçılık üreten bir devlet mekanizmasına karşı geliştirilmiş, tepkisel değil, zaruri bir Batılı form arayışına benziyor. Eğer bunun bir yaşam ve düşünüş biçimi olduğunu söylerseniz, ben Doğulu yaşamanın da Doğulu düşünmenin de ne olduğunu bilmediğimi söyleyeceğim. Sergi Rehberi’ndeki Yeni Bir Umutsuzluk videosunun kısa metni şöyle bitiyor: “Sanatçı, yeryüzünde bir Güneydoğusu olan ve Güneydoğu olarak adlandırılan her yerin, ruhunu daha da ağırlaştırdığını ima ediyor.” Orada bir “ima” sözcüğü kullandık ancak, bu imadan daha öteye gidiyor.
İp Atlayan Kadınlar ve Umut’u yakından ilişkilendirdim. İçeriden okunamayan, süren ve süregelene dışarıdan bakmayı sağlıyor iki iş de. İki işte de spontane ve seçilemez bir bağ var. Etnik kimlik gibi… Bu bağlamda, az önceki sorumu da hesaba katarak ırkçılığa bakış açınızı açıklayabilir misiniz?
Çok net, dünyada kalmaması gereken bir düşman olarak bakıyorum ırkçılığa. Foucault soruyor, bu şeytanla karşılaşan ve mücadele eden her insana soruyor: “İnsan devrimci bir militan olduğuna inanırken (özellikle o zaman), faşist olmamak için ne yapmalıdır? Söylemlerimizi ve edimlerimizi, kalplerimizi ve zevklerimizi faşizmden nasıl kurtarabiliriz? Davranışlarımızın içine sinmiş olan faşizm nasıl kovulur?” Tamam işte, bütün mesele davranışlarımızın içine sinmiş olanda ve uzun zamandır Türkiye gibi ülkelerde olan bu. Kontrol altına alınabiliyor ve elbette, kontrollü uygulanıyor. Hamasi siyaset biçimi, ırkçılığı bir yatırım olarak düşünüyor ve besliyor. Şunu söyleyebiliriz, bir Kürt, doğası gereği faşist veyahut ırkçı olamaz, bu konu Türkiyeli sol literatürde sulandırılıyor ve sadece kafa karıştırıyor. Siyahi ırkçılık diye bir şey duydunuz mu? Bir Kürt entelektüeline “Beyefendi siz milliyetçilik yapıyorsunuz!” demek kadar absürt bir durum bu. Ama mesela, Gezi güzellemelerinden sonra, bayrağını kapıp, FETÖ darbesini protesto etmek üzere sokaklara dökülen solcu veyahut anarşist tayfaya, “Durun, bu bir kafa karışıklığı!” diyemiyorsunuz. Ardından yine veryansın, yine iktidar ve milliyetçilik eleştirileri... Foucault’yu bu sebeple andım.
Energize serisinde de yaklaşımınızdan tüyolar var sanki, göğsünüzde bir Bolşevik iğnesiyle Sur’dan ve Berlin’den ışınlanmaya çalışıyorsunuz. Burada sanki etnisite değil de ideoloji odaklı bir yaklaşım alıyorum. Ne dersiniz?
Mümkün... Ve elbette bu bir okuma. İdeolojik olarak konumlandığım noktayı da gösteriyor galiba, niye başka bir yer değil de Marx ve Engels Forumu? Çünkü sadece kendi konumlanışımı değil, bütün bir Marksist düşünceyi ve ideolojik uygulamalarını da düşünmeye çalışıyorum. Enerji verilecek mi? Yoksa insanlık böyle mi devam edecek? Forumun önü her zaman kalabalık, turistler atalarını ziyaret ediyorlar gibi yaklaşıyorlar, filmi çekerken, kameraların kayıtta olduğu bir anda, Kenyalı olduğunu sonradan öğrendiğim bir adam, bana telefonunu uzatarak, kendisini Marx ve Engels’le ölümsüzleştirmemi istemişti. Heykellerin hikâyesi de ilginç. Orada, sabahın erken saatlerinden öğle vaktine kadar Energize! Energize! diye bağıran beni çekmekte olan turist grupları oldu, heykelin bir parçası olduğumu düşünüyorlardı, kopup gelen bir parça. Yanı başında yükselmekte olan yeni inşaatlar ve hemen karşıda bir katedral. Kapital ve din…
Energize üzerine biraz daha konuşmak istiyorum, videoda Marx ve Engels’in heykelleri önünde ışınlanmaya çalışıyorsun. Sistemi aktive etmek için sesleniyorsun; energize! Fakat sistem bir türlü çalışmıyor. Buradan Marksist düşüncenin günümüzde etkinliğini yitirdiğini okuyabilir miyiz? Bir sistem eleştirisi olarak görebilir miyiz? Sen nasıl tanımlarsın buradaki durumu?
Aslında hayır, çünkü videonun bir sonu olup olmadığını bilmiyoruz, enerjinin verilip verilmediğini bilmiyoruz. Umutsuzluk yerini umuda bırakmış da olabilir. Kendi kendini gerçekleştiren bir kehanet de olabilir. Bu bir göçmenin kısa öyküsü, nereden geldiği önemli mi? Tabii ki, zirâ Diyarbakır’dan geliyor, ışınlandığı yer Sur’ların üstü. Marksizm, Türkiyeli veyahut Arap solculara bırakılmayacak kadar güçlü bir düşünce, önünde sonunda bilinçaltları milliyetçilikle kaynaşıyor, nereden, nasıl aldıklarını anlamıyorum. Eğer bir sistem eleştirisi yaptığımı düşünüyorsanız, soruna buradan yaklaşabilirsiniz.
Zaten işlerinizde çeşitli okumalara müsait fakat, dil sanatınızda nerede tam olarak? Dille olan meseleniz nedir? Aynı zamanda yazarsınız da dolayısıyla sormadan edemeyeceğim; güncel sanat ve yazının bağlantısı nedir? Sizi çözüme kavuşturuyor mu?
Bütün gözeneklerinde. Yine de bir sanat yapıtını salt dilsel meseleler –kavramsal sanatta olduğu gibi– üzerinden ele alamam, zaten yaptığım da bu değil. Dil, benim çalışma ve varoluş alanım. Uzun, çok uzun zamandır içinde olduğum bir dünya. Romanlar yazıyorum ve neden yazdığımı da biliyorum. Sergideki Kürtleri Kurtardığım Gün videosu, dille ne yaptığımı gösteriyor, orada anadilde yazılmış bir şiir var, kendi sesimden dinliyorsunuz, ki şiir okumayı, şiir yazarken ve şair olduğumu düşünürken de sevmiyordum. Şimdi nereden çıkıp geldi bu okuma? Neden şimdi yokladı beni? Melankoliye mi gereksinim duydum? Belki de. Şunu düşünüyordum, bir video çalışması, metinsel bir çalışma olarak konulabilir mi? Tüm ögelerine, yazınsal bir metni çözer gibi yaklaşabilir miyim? Videonun bir önsözü olabilir mi? Dipnotları, paratextleri, kaynakçası vs. Onu, bir kitaba dönüştürebilir miyim? Buna dünden razıydım, sanırım bunu, giderek belgeselleşen –içinde hiçbir yaratıcılık ögesi taşımayan, sanatçının müdahelesini görmediğiniz– video üretimine yeni bir kapı aralamak için yaptım.
Çok yönlü olduğunuz için yine sormadan geçemeyeceğim, üretim pratiğinizi öğrenebilir miyim? Kavramların günümüzdeki karşılıkları hızla değişebiliyor, sizin üretim pratiğinizde bunun bir tesiri oluyor mu?
Tabii ki öğrenebilirsiniz! Üzerinizde baskı olmamalı, hiçbir şekilde olmamalı. Size müdahele edecek ve etme potansiyeli taşıyan tüm ağırlıkları hayatınızdan çıkarmalısınız. Bunun kim, kimler ve ne olduğunu düşünmeden! Kapsamlı bir sergi yaptım, zaman ve enerji aldı, şimdi başladığım ancak sergi vesilesiyle bıraktığım romanıma dönmek istiyorum, mümkünse dönmeliyim. Bakın boşluk yok, hiç boşluk yok. Berlin’le birlikte, bu pratikleri paylaşmam için üniversitelerden ve sanat kurumlarından (hem Almanya hem Almanya dışından) davetler geliyor, bu yaz böyle geçecek gibi. Gelir gelmez, HFK Bremen’de bir söyleşi, Kunstmuseum Basel’de, Hito Steyerl’in de katıldığı daha geniş bir söyleşi gerçekleştirdik. Haziran başlarında ise Institute of Near and Middle East Studies Ludwig Maximilian University Munich’te sanat pratiklerimi konuşacağız. Evet, bu çağın böyle bir hızı var, kavramlar değişiyor ve ben hep yeniden konum arıyorum hâl böyleyken.
Türkiye sanat ortamında sansür yerini otosansüre bırakmış durumda. Siz bu ortamda kendinizi nerede görüyorsun? Göç etmiş bir sanatçı olarak sizi etkileyen kısımlar neler? Bu üretiminize de yansıyor mu?
Aslında tamamen çıkmalıyım diye de düşünüyorum. Bu, çıkıp geldiğiniz mecrayı unutmak olmuyor, o mecraya dair üretmeyeceğiniz anlamına da gelmiyor, mesele tıkanmış olması. Eleştiri akslarının kayması, sanatçıların kendilerini yeni rejime göre konumlamaları, sergilerin incitmeyecek düzeylere çekilmesi, sanatın hiçbir şey söylememesi üzerine destekleyici teorik katkılar, uçuşan şeyler, ilişkisel olduğunu kulağınıza fısıldayan emareler, bu tam anlamıyla bir yenilgi! Beni ilgilendirmiyor...
Diyarbakır’da bir oluşumunuz var, Loading. Biraz buradan bahseder misiniz? Ne kadar zaman ayırıyorsunuz buraya? Burada neler yapılıyor?
Fiziksel bir çaba gerektiren işlerden uzağım, keşke böyle olmasaydı! Yine de elimden geldiğince katkı sunmaya çalışıyorum. Loading, Türkiye’de örneğine rastlanmayan bir oluşum, çok yeni ve çok yaratıcı. Atölyeler, söyleşiler, ortaklaşmacı projeler ve diğer sanatsal aktiviteler. Şimdi bir almanak hazırlıyoruz, Loading’in kuruluşundan bugüne gerçekleştirdiği etkinlikleri kapsayan, içinde sürprizler de barındıran bir çalışma. İyi olacak.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Var, ne yapacağız?
Yeni Bir Umutsuzluk, 19 Mayıs 2019 tarihine dek Pilevneli Mecidiyeköy’de görülebilir.