Spot’un düzenlediği Domates Biber Patlıcan’ın üçüncü edisyonu “Tipik Bir Orta Saha Mücadelesi Şeklinde Geçen Karşılaşma” bu yıl 21 Nisan-28 Mayıs tarihlerinde Adahan -1 Galeri, Elhamra Han ve Bilsar Arka Bina’da izlenebilecek. Projenin küratörü Zeynep Öz ve bu yılki edisyonda yeni iş üreten dört sanatçı ile buluştuk ve üretim süreci üzerine konuştuk.
Domates Biber Patlıcan’ın bu yıl üçüncü edisyonu gerçekleştiriliyor. Projenin bu yılki edisyonundan bahsetmeden önce projenin ortaya çıkış aşamasına ve ilk yılına bakalım istiyorum.
Zeynep Öz: Tabii. Sanat yönetmeni olarak Laura Carderera, koleksiyoner ve aynı zamanda hami olan Tansa Mermercioğlu ve ben Zeynep Öz üçümüz, 2011 yılında Spot’u kurduk. Bu projeyi kurarken en büyük hedeflerimizden biri sürdürülebilirlikti. Bir yerden üyelik programımız, bir yerden seminerler ile bir gelir kaynağı oluşturup bu geliri bir fona aktarıyorduk. Üretim fonu diye adlandırdığımız bu fondan da yeni işler ürettiriyorduk.
Peki ilk edisyonda festival nasıldı? Hangi işler sergilendi?
Z.Ö.: 2012 yılında gerçekleştirilem ilk edisyonda tek iş sergilendi. Işıl Eğrikavuk’un Dönüşüm Muhteşem Olacak adlı çalışmasıydı. Salt’ta 45 dakikalık, Taksim meydanıyla ilgili bir performans gerçekleşmişti. Ardından da projeyle ilgili görselleri de kullanarak sergi yapmıştık. 2012 ve 2013 yılında düzenlediğimiz konuşmalar hep sürdü. Üretim temalı ve üretimin koşulları üzerine düzenlediğimiz konuşmalar ve paneller hep devam etti.
O halde Domates, Biber, Patlıcan ve SPOT aynı anda oluştu diyebiliriz.
Z.Ö.: Evet. Zaten en başından beri fikir olarak Spot’ta seminerler düzenlenir, bir üyelik programı vardır ve buradan gelen kazançla da bir üretim fonu oluşturulur kurgusuyla yürüdük. Kurulduğumuzdan bu yana hep fon olarak görülsek de aslında bunun ötesinde çok daha küratöryal bir projeyiz. İşleri kurgu aşamasından üretimin sonuna dek destekliyoruz. Kimse bize hazır bir projeyle gelmiyor. Bir, bir buçuk yıllık projeler oluyor genelde. Tabii arada eklenenler ve eksilenler de oluyor.
Projenin ikinci yılı nasıldı, bir senede neler değişti?
Z.Ö.: Projenin ikinci senesinde daha fazla iş yer aldı. Disipliner kategorilerden daha çok işe yoğunlaştık. Hatta ondan da çok kiminle çalıştığımıza önem verdik. Risk almamız gerektiğini düşünüyorum. Söyleyecek bir şeyi olduğunu düşündüğümüz kişilerle risk aldığımız projeler yapıyoruz. O kadar risk alıyorsak yarısı başarısızlığa uğramak zorunda. Eğer başarısızlığa uğramıyorsa doğru bir iş yapmıyoruz demektir. Ortaya çok güzel bir iş çıkıyor da olabilir ama sanatsal süreç olarak çok da tatmin edici olmayabilir. Bence oradaki en önemli şeylerden bir tanesi insanların normal şartlarda yapmayı düşünmeyeceği projeyi burada yapabilmesi. Bunu sadece maddi anlamda söylemiyorum.
Domates Biber Patlıcan'da sergilediğiniz eserin üretim süreci nasıl gelişti? Bu işi üretme fikri nasıl ortaya çıktı? Konsepte nasıl ulaştınız?
Onur Karaoğlu: Zeynep ile 2015 Kasım'ında ilk görüşmemizde, Domates Biber Patlıcan'ın bu yılki programına performans işleri eklemeyi istediğini konuştuk ve benden de bir iş yapmamı istedi. Bu kısa buluşmanın sonunda, işleri spor teması etrafında düşündüğünü belirtti. Bir ay sonraki buluşmamızda da işin yeni sporlar icat etmek üzerine olmasına karar vermiştim. Bundan sonra Zeynep'le işin nasıl işleyeceğine dair konuşmaya başladık ve sonunda bir hikayeden yola çıkan üç farklı spor yaratma fikrini ikimiz de sevdik ve bunun üzerine çalışmaya başladım. Spor yapmanın çok net kurallar ve çizgilerle belirlenmiş fiziksel ve pratik bir dünyası olması ve içindeki ritüeller de çok ilgimi çekiyor ve bunları düşünerek çalışmanın performans yapmak için ilham verici olduğunu düşündüm. Mark Raso performansı fikri bu şekilde gelişti.
Ünal Bostancı: Sahne sanatları ile ilgili uzun süre bağımsız projelerde çalıştıktan sonra, yedi sene süren bir memuriyet hayatım oldu. Dolmabahçe Sarayı’nda yedi sene rehber olarak görev aldım. Bu iki çalışma süreci, birbirinden tamamen farklıydı. Sarayda geçirdiğim zaman boyunca, aynı mekânı farklı izleyicilere belirlenen süre içerisinde her gün anlattım. Bu kısırdöngüden ve devlete bağlı bir kurumda çalışmanın verdiği durumlardan sıkıldığım için istifa edince, saray yaşamımı, tecrübelerimi, burada anlattığım ezbere tarihi, her gün gördüğüm eşyaları farklı bir şeye dönüştürmek istedim. Domates Biber Patlıcan sergisinin küratörü Zeynep Öz’e anlattığım birkaç fikir, onun da önerileriyle ve araştırmalarımı derinleştirdikçe gelişti ve şekillendi. Ardından bu konuda düşüncelerine saygı duyup, güvendiğim Dolmabahçe Sarayı’nda Saat Bölümü Koleksiyonu sorumlusu olarak çalışan ve aynı zamanda yazar olan Şule Gürbüz’e danıştığımda, yakın tarih ve günümüzün kesişmesi odaklı, değişim temasından yola çıkan çalışmalarıma yeni hikâyeler yazmayı kabul etti. Bu şekilde konseptim de netleşmiş oldu ve ortaya Zamansız Saray Müze adlı iş çıktı.
Ali Farkhonde: Bir gün Burak Çevik beni aradı ve Domates Biber Patlıcan’dan bahsetti. Benim çok bir bilgim yoktu maalesef. Burak anlattı ve çok hoşuma gitti. 7-8 senedir İstanbul’da yaşıyorum ve üreten insanlara cesaret veren, destekleyen, özgür bırakan, multidisipliner üretim alanlarında diyalog yolları aramaya çalışan böyle bir oluşum görmemiştim. Bu bana çok heyecan verdi o yüzden “evet, neden” olmasın dedim.
Zeynep bana konseptten bahsetti ve “Bu konsept ne kadar tefekkür bazında görülse bile biz daha çok onun ruh halindeyiz, o yüzden özgür davranabilirsin” dedi. Bu zaten çok çekici bir nokta. Özgür davranmak da bana bunu ifade ediyor; üreten, hisseden, düşünen insanın kendisi ile yüzleşmesi, kendisini anlayabilme imkanı bulabilmesi, bunu yaparken başkalarına cesaret vermesi üretimin en önemli yanı aslında. Ama her şeyin daha ekonomik bazlı olduğu günümüz şartlarında, bu kapital gerçekte, daha ayakları yere basan, daha tefekkür ve düşünceyi baz alan üretimlerin hesap kitap üzerine yapılıp, bir yere de varmadığını düşünüyorum. O yüzden bu üretim için çok heyecanlandım.
Biraz da üretimlerin içeriğinden bahsedelim?
O.K.: Mark Raso performansı, 1960'ların sonunda İstanbul'a gelen Amerikalı bir hippi gencin başından geçen kurmaca bir hikayeye dayanıyor. Mark, arkadaşları ile beraber İstanbul'da hiç bilmediği bir dünyayı dışardan ve biraz çekingen gözlemleyip tanımaya çalışırken, kısa bir sürede kendini duygularına kaptırıp bu dünyanın içine girmeye teşebbüs ediyor. Sonunda beklemediği bir tepki ile karşılaşıyor ve bu, onun şiddet ve baskı görmesine neden oluyor. Baskı ve şiddet insanın kaçınılmaz olarak farklı bir bedensel çevikliğe ulaşmasına sebep oluyor. Sporları icat etmek için de Mark'ın bu durumu doğru bir yer gibi geldi bana. Mark'ın bedenini ve fiziksel çevikliğini, onun o zaman bulunduğu koşullarla düşünerek, tekrar edilebilen ve kuralları olan bir oyun içinde yeniden yaratmaya çalıştık işe çalışırken. Sonunda Mark'ın hikayesi, üç bölümde, bizim için üç farklı spora kaynaklık etti. Bu sporları yapan oyuncular, fiziksel ve ruhsal olarak Mark gibi düşünme hazırlığından sonra, arka arkaya bu üç sporu oynuyorlar. Amaçları da, Mark gibi olup, akıllarında onun hikayesi ile rakibiyle mücadele edip, bu mücadele duygusunun onları neye dönüştürebileceğini araştırmak. Kaybetmek ya da kazanmanın ötesinde, spor yapma motivasyonunu bildiğimiz oyunlardan farklı olarak nasıl algılayabiliriz, oyuncuların zihni, hikayeye bağlı koşullar altında spor yaparken nasıl çalışıyor, spor pratiğinin kendisi, yaşadığımız dünya ile ilgili başka ne yapmak için bize yardım edebilir gibi konuları da anlamaya çalışıyoruz. İzleyici tarafında ise, birine yapılan centilmenliğe aykırı ve adaletsiz bir davranışı, dışardan ve kuralları olan bir oyun içinde görürsek nasıl hissedeceğimizi araştırma fikri var.
Sena Başöz: 2009 yılında Bard College’da kendisiyle ne yapacağını bilmeyen bir hemşire kılığında bir dizi performans gerçekleştirdim. İki hafta kadar kişisel tarihimin bir parçası olan ve hayranlık beslediğim 80’ler hemşiresi kılığında dolaştım. Times Square’de tanımadığım insanların nabzını aldım. Hemşirenin yardım eden, fedakar rolünün kadınlara yakıştırılan bir toplumsal cinsiyet rolü olması üzerine düşünüyordum. Bu sürecin sonucunda bir dizi fotoğrafı ameliyat ettiğim Doctoring isimli video çalışmam ortaya çıktı. Zeynep’le görüşmelerimiz sonrası ulaştığımız kavramları düşünürken alteregom beni geri çağırdı. Hemşire kimliğime bürünerek DBP kapsamında sergilenen iki video enstalasyon ve bir dizi çizim ve kolajdan oluşan çalışmaları ürettim. Bu enstelasyonlardan biri umudu bırakmadan yas tutarken diğeri üretim sürecine dair kişisel bir portre niteliğinde.
Ü.B.: Zamansız Saray Müze, bir dönemin bitişine ve başlangıcına tanıklık eden bir mekânın hikâyelerinden, içindeki mobilya ve objelerden, iç içe geçmiş bir zamandan izler barındırıyor. Belli bir döneme aitmiş hissi yaratmayacak şekilde ürettiğim sekiz çalışmayı, eski denilebilecek bir sergileme şekliyle sunuyorum. Ahşap vitrinler, kaideler, kırmızı halı, pirinç sergi bariyerleri, yine Şule Gürbüz’ün seçtiği Batılı tarzda müziğe geçişin ilk örnekleri diyebileceğimiz şarkıların sergi alanındaki yayını, bu kurgunun parçaları. Serginin girişine yerleştirerek bir pencere açmak istediğim “Saray Pimapeni” çalışması, isminden de anlaşılacağı gibi, şu anda eski pencere çerçevelerinin yerini alan pimapeni, restorasyonlardaki bozulmalarla birleştiren bir örnek. Biçimini ifade edecek şekilde, devir ve devinim kelimelerinden türetilerek ‘devrim’ ismiyle 1952’de envanter defterine geçen kanepenin güncelleştirilmiş versiyonu olan “Devrim-sit” ise, kurguladığım mekânın merkezinde bulunuyor. Orijinalinden yola çıkarak ürettiğim ve bürosit dediğimiz ofis koltuklarının tekerlekli döner aksanlarıyla birleştirdiğim bu işte, kendinden dönen bir yapıyı bir kez daha döndürme ve hareket etkisi yaratmayı amaçladım. BasBas, FF-FesFötr, Oturulmayan Koltuk, Dün Dündür Bugün Bugündür, Ünireforma, Zarflı Kahve Bardağı adlı üretimlerim de, tarihi referansları olan ve eski ile yeniyi birleştirerek oluşturduğum diğer deformasyonlar.
A.F.: Bana bir konsept verdiler “aidiyet, aidiyet hissi ile toplu şekilde hareket etmek ve onun içerisindeki fiziksel temas” ve ben de bir yöntem seçtim, normalde de zaten böyle yapıyorum. Bilinç altına başvurmak. Düşünce veya bildiğim şeyi zaten hazmettiğimi düşünüyorum. O yüzden bu kelimelerin bilinç altındaki karşılığını, bana ne çağrıştırdığını aramaya çalıştım. Bilinçaltında yüzerken çeşitli resimler, mizansenler, imajlar gördüm. Bu imajlardan birkaçını seçtim ve birlikte ne anlama gelebileceğini, nerede buluşabileceği üzerine düşündüm. Sonra onları gittikçe bir noktaya küçülterek, daha basitleştirmek istedim ama bunu yine düşünce üzerine yapmak istemedim. O yüzden bu imajlardan birinin peşine gittim. Bu da bir at yarışı müsabakasında iki üç karakterin bir sevinç hali. Bu imaj nedense yıllardır kafamda var. Çocukken bir yerde görmüşüm ama bilinçaltımda silinmemiş bir imaj. Bu kelimeler üzerinde düşünürken bunu anlamam için oraya gitmem gerektiğini anladım ve bir çekim günü ayarladım. Ekiple izin aldık, oraya gittik ve belgesel çekecekmişiz gibi gözlemleyerek bir şeyler çekmeye başladım. Orada bir fikir oluştu ve öbür imajlardan da vazgeçtim, sadece oraya odaklanmayı seçtim, çünkü birdenbire o alanı toplumla sembolik olarak çok bağdaşlaştırdım. Orayı çok yalnız bireylerin bir araya toplanıp, maddi ve dünyevi, doğrudan para üzerine kurulan bir ilişki başlayıp, çok anlamsız bir müsabakada maddi arzularını kovalarken bir yandan da duygusal bir interaktif ilişkiye girmeleri bana çok çekici geldi. Bunun çok şey anlattığını düşünüyorum. İki üç gün daha ekiple orada gezdik ve hiçbir senaryo, metin olmadan yarı belgesel tadında bir şeyler yapmaya çalıştık. Kurgu esnasında da aynı yönetimi seçtik. Daha çok oradaki imajların bana ne verdiğini ya da bir kısmını bilinçli bir kısmını bilinçsiz çektiğim o imajları neden çektiğimi ve bunları birlikte harmanlayıp nasıl festivalin ruhuna yaklaşabileceğim üzerine bir çalışma oldu. Çok keyifli oldu, çünkü ben kendimle yüzleştim, geliştim ve bunu yaparken bir sürü şey öğrendim, interaktif bir üretim hali oldu.