Türkiye’deki ilk ve tek profesyonel sanat eseri deposu olmasının yanında Artfactory; sergiler düzenlemekte, sanat yazıları yayımlamaktadır. Artfactory son olarak bir uluslararası konaklama programı olan Studio’yu başlatmıştır. Artfactory’nin kurucu ortağı ve eş yöneticisi olan Dila Kabakçı ile söz konusu konaklama programına yönelik bilgi almak için buluştum.
Sevgili Dila, son serginizi toplamadan önce seninle konuşmak istiyorum. Artfactory’de Studio adında residency programı yaptınız ve çok başarılı oldu. Residency programını yapacağınızdan ilk bahsettiğinde çok heyecanlandım çünkü residency programları sanatçılar için önemli araştırma ve üretim olanakları sağlıyor. Sizin yaptığınız bu gibi uluslararası programlar özellikle yerel sanat ortamları için çok önemli çünkü yabancı sanatçılar; yerli sanatçılarla, uzmanlarla ve sanat severlerle tanışıyorlar. Residency programlarında sanat üretiminin yanı sıra söyleşiler ve sizin yaptığınız gibi sergiler de yapılır. Bunların sonucunda ise bir iletişim ve buluşma platformu oluşur. Bu nedenle sizin programınız çok değerli. Türkiye’de çok az residency programı var. Sizi kutluyorum. O zaman röportajımıza başlayalım ve Studio’nun ayrıntılarını inceleyelim.
Residency programı ne zaman başladı? Residency programını yapmanızın sebepleri nedir? Misyonunuz ve vizyonunuz nedir ve sanatçıları neye göre seçiyorsunuz?
Residency programlarının sanatçılar için önemli üretim ve araştırma olanakları sunduğu çok doğru. Bu programların kesinlikle desteklenmesi gerekiyor. Biz de projemizi bu programı da kapsayacak şekilde tasarladık. Senede bir proje yapıyoruz ve yaptığımız projenin mesajı güçlü olsun istiyoruz.
2018 senesindeki sergimizin adı “Askıdaki Dekompozisyon”du ve ilk tohumlarını 2017’de WWF’le ile gerçekleştirdiğimiz Post Ekoloji Akışı projesi ile attık. İlk adı “Derin Ekoloji Akışı” olan projenin parçaları;
-Contemporary Istanbul’da tanıtım
-Four Season’sta WWF projeleri ile edisyon sanat eserlerinin müzayede için performatif sergisi ve mini-konseri
-Artfactory’de de sergi projenin parçalarıydı. Türk ve yabancı sanatçıların eserleri Derin Ekoloji Akışı için DREAMTEAM çatısı altında bir araya getirildi. Ertesi sene “Askıdaki Dekompozisyon” isimli sergimiz için Galeri Nagel Draxler ile ortaklaşa residency projesini yapmaya karar verdik.Residency programını projenin asıl ayağı yaptık. Stüdyo ismini vererek de bir alt çatı oluşturduk. Buluşma ve iletişim platformu aynı zamanda misyonumuz da oldu diyebiliriz. Nagel Draxler Galerisi’nden Anna Fausshauer ve Patrick Walsh yani JPW3 STUDIO’nun ilk konuk sanatçıları oldular. Uluslararası bilinirliği yüksek iki sanatçı olmalarına dikkat ederek onları seçtik.
Neden özellikle bu galeriyi seçtiniz? Bu galeri ile olan bağlantınız nereden geliyor?
Sık sık fuarlara gidiyorum ve sanat anlayışıma yakın galerileri takip ediyorum. Nagel Draxler galerisiyle de yıllardır süren iş ve dostluk ilişkilerimiz vardı ve birlikte proje yapmak istedik. Çalışma disiplinlerimizi karşılıklı olarak biliyorduk. Bu büyük bir avantaj ve birlikte çalışmak için güven veren bir ön koşul.
Bunu bizim ortamımızda sık sık görüyoruz. Dışarıdan gelenler için biraz tuhaf olabilir ama bizim ortamımızda profesyonel bağlantılar; kişisel ve dostluk ilişkileri üzerinden kuruluyor. Özellikle residency programında güvenilirlik çok önemli. Bu yüzden ilk programınıza güvendiğiniz bir galeri ile başlamanız çok mantıklı olmuş. Nagel Draxler Galerisi nerede?
Köln ve Berlin’de. Nagel Draxler iyi tanınan bir galeri ve FIAC, Art Basel gibi dünyanın en prestijli fuarlarında yer almaya devam ediyorlar. Dolayısıyla bu iki sanatçının temsiliyeti ve eserlerinin iyi koleksiyonlara yerleştirilmesi de artarak devam ediyor.
Studio’nun somut yapısını biraz anlatır mısın? Sanatçılar kaç hafta kaldı? Nerede kaldılar? Ne yaptılar, ürettiler mi?
Studio, Artfactory’nin misafir sanatçı programı. Çıkış yapan uluslararası genç sanatçıların İstanbul’da kalarak yeni yapıtlar ürettiği programın bir sergiyle sonuçlanması kurgulandı. Bunu da başarıyla gerçekleştirdik, hakikaten çok iyi işler çıkarttılar.
O zaman bu iki ay süresinde İstanbul’dayken yeni işler de ürettiler değil mi?
Tabii. Sergideki bütün işler zaten yeni ve İstanbul’da üretildi. Kendi stüdyolarında çalışmadıkları kadar çok çalıştılar diye düşünüyorum. Sabahtan akşama kadar ciddi bir işyeri anlayışı içinde buradaydılar ve bizimle aynı mesaiyi yapıyorlardı.
Studio ismi gerçekten çok uygun çünkü üretim odaklı bir residency programı tasarladınız. Peki sanatçılar nerede çalıştı?
Beğendiğine sevindim. Dediğin gibi tam zamanlı üretim şeklinde tasarladık. Artfactory’de onlara tahsis ettiğimiz iki alanda çalıştılar. Onlara demir atölyemizde araba boyası uygulamasından, balmumu kaynatmaya kadar çok özgür olabilecekleri bir alan tanıdık. Aynı zamanda ofis ve sergi alanlarını da kullanımlarına açtık.
Süreç bana çok zor gibi geliyor. Zira iki sanatçı, birisi Almanya’dan birisi Amerika’dan İstanbul’a geliyor ve burada üretim yapmak istiyorlar. Kafaları dolu fakat elleri boş bir şekilde geliyorlar. Sanat üretimi için hem mekânı hem de malzemeleri siz mi sağladınız? Üretim desteği mi verdiniz bu bağlamda?
Evet, kesinlikle. Zaten başka türlü olamazdı. İki sanatçı da gelmeden malzeme listelerini bize ilettiler ve hepsini tedarik ettik. Üretim pratiklerine bağlı olarak sırasıyla işlemlere destek verdik. Anna’nın metallerinin boyanması gibi işlemler demir atölyemizde gerçekleşti. Sonrasında demirler sergi salonuna getirildi ve diğer çalışma aşamalarını burada gerçekleştirdi.
Patrick ise demir atölyemizde yağlı bir kâğıda pastelle çizimlerini tamamladıktan sonra kendine has bir baskı yöntemiyle balmumuyla tuvale geçiriyordu. Bizim için de çok ilginç bir tecrübe oldu çünkü sanatçının malzemesine kadar işin içine girmek, sanatçılar gelmeden malzemeleri tedarik etmek aslında bizi de bir yolculuğa çıkarıyordu. Hepimiz için verimli ve heyecanlı bir süreçti.
Sizden kim onlar ile çalıştı? Ayrı bir ekip mi kurdunuz? Sanatçılar sonuçta tek başına Sanayi Bölgesi ya da Tahtakale’ye gidemezler. Dolayısıyla siz onlara bir asistan mı verdiniz? Sen mi asistanlık yaptın?
Ekip olarak onları asiste ettik. Herkes elinden geleni yaptı diyebilirim. Projenin çıkarımlarından biri de buydu; iş birliğinin gücü. İki farklı ülkeden iki sanatçı aynı mekânda sanat eseri üretiyorlar. Hem iş hem de yaşam alanlarında duygusal dengeyi sağlam tutmak için çok özenli davranmaya çalıştım. Sanatçılar ülkelerinde malzemelerini kolaylıkla bulmaya alışmışlar. Burada ek bir malzeme istediklerinde bulana kadar heyecan içinde oluyorlardı. Bazen zorlandık ama İstanbul öyle bir hazine ki sonunda hep memnun kaldılar.
Sanatçılar 7-8 hafta İstanbul’da kaldılar. Hem sanatsal üretim açısından hem de genel olarak sence bu iki sanatçı burada olmaktan memnun kaldılar mı? Ne dediler ve nasıl bir izlenim oluştu sende?
Birbirini tanıyan iki sanatçıydı. Sanatçıların birbirlerini tanımaları programda bütünlük oluşmasını sağladı. Tüm süreç göz önüne alındığında zorlandıkları noktalar da oldu tabii ama her fırsatta çok memnun kaldıklarını söylediler.
İstanbul’da kalma süreci sanatçıların işlerini nasıl etkiledi? Zira İstanbul yoğun ve stresli bir şehir. Teşvikiye’de kaldılar ve her gün Dudullu’ya çalışmaya geldiler. Akşam trafiğinde döndüler. Kent, yollar, kalabalık, trafik, gürültü gibi unsurları nasıl değerlendirdiler?
Genel olarak çok memnun ayrıldılar. Burada birlikte çok güzel bir süreç yaşamış olduk. Hem Türk sanatçılarla tanıştılar hem de sergi aracılığıyla koleksiyonerlerle bir araya gelmiş oldular. İstanbul’da kaldıkları sürede her sabah Nişantaşı’ndan Dudullu’ya gelmek onları dinamik tuttu. Trafikten çok şikayetçi olduklarında değişik yollar denediler ama sonuçta hep iki yerde de olmaktan zevk aldıklarını belirttiler. Nişantaşı’nda bir kahve içmekten keyif aldılar, dost edindiler. Dudullu’ ya gelince de sanayinin içinde buranın sunduğu bambaşka fırsatları değerlendirdiler. Buranın farklı bir havası, üretim mantığı var. Hem bu disiplini hem de Nişantaşı’nın daha sosyal ortamını sağlamış olduk. Tabii iki kıta arasında geçen zamanın uzun olduğunu, yolda yaşadıkları olayların sanatçıyı şaşırttığını ve yorduğunu da kabul etmek lazım. Önümüzdeki sene bu konuya yeni bir çözüm üretir miyiz bakmamız gerekiyor.
O zaman residency programının devam edeceğini planlıyorsunuz değil mi?
Evet, proje üretmeye devam! Biz residency programı için open call yapmıyoruz. Bizimki projenin içine yerleşmiş bir residency programıydı. Tüm sanatçıları bir araya getirmesi ve kafamdaki birkaç konuyu toparlaması açısından çok da kapsamlı oldu. Şu an üzerine çalıştığım projenin içindeki residency’nin detayları da yavaş yavaş ortaya çıkıyor.
Sanatçıları neye göre seçtiniz?
Nagel Draxler ile iş birliğine girince zaten iyi sanatçılara ulaşıyorsunuz. Anna heykellerinin yapım sürecinin kendiliğinden oluşmasına izin verirken, pek az çağdaş sanatçının sahip olduğu bir el becerisiyle malzemesine hükmedebiliyor. Elleri ile büktüğü metal heykeller onun ruh dünyasını yansıtarak çok sağlam bir duruşa sahip oluyorlar. Patrick ise biçim ve içeriğiyle Amerikan Pop Art ve Soyut Dışavurum geleneklerinin günümüzdeki yansımalarıyla tuvaller üzerine çalışmalar yapıyor. Balmumu ile alüminyumu kullandığı işlerini heykel olarak adlandırıyor. Projede uyum içinde olabileceklerini düşündüğümüz bu sanatçıları seçtik. Bu sanatçıların tanıtımı Türkiye’de ilk biz yapmış olduk ama dünya çapında emerging daha doğrusu mid-career sanatçılar demek doğru olabilir. Dünya piyasalarında yükselen, oturmuş bir piyasası olan ve ismi bilinen sanatçılar.
Aslında emerging değiller. Bence Mamut Art Projects’teki sanatçılar emerging.
Evet Türkiye-uluslararası ayrımını yapmak lazım. Türkiye’de algı aynen senin söylediğin gibi.
İstanbul’daki koleksiyonerler nasıl bir tepki verdiler? İletişimleri nasıl kurdunuz? Bir feedback oluştu mu?
Sanatçılardan biri heykel diğeri ağırlıklı olarak tuval üzerine işler üreten sanatçıydı. Koleksiyonerlerin daha önce hiç karşılaşmadıkları teknikleri deneyimlemelerinden dolayı ilgileri arttı ve beğendiler. Koleksiyonerler o salona girdikleri andan itibaren ikisinin ayrı ayrı ürettikleri eserlerin güçlü enerjisi ile yarattıkları bütünlüğün kabulünü hissediyorlar.
Artfactory Türkiye’nin ilk ve tek profesyonel sanat deposu olarak biliniyor. Fakat onun dışında daha önceki sergiler, yayınlar ve şu andaki residency programıyla aslında bir sanat kurumu olduğunuzu gösteriyorsunuz. Depo dışında çağdaş sanatın üretim ve paylaşım alanıyla birçok farklı görev üstleniyorsunuz. Biraz onun hakkında konuşalım. Buraya ilk geldiğimde çok şaşırdım. Bir antrepo ya da sıkıcı bir depo beklerken hem binanın mimari yapısı hem de buradaki sergi mekânlarındaki sergiler beni çok etkiledi. Çağdaş bir bina içinde olan depo kısmının yanı sıra iki çok büyük ve kullanışlı sergi mekânınız var. Daha önce Mustafa Taviloğlu’nun koleksiyonundan bir seçkisini sundunuz. Ondan önce Oksana Mas’ın çok güzel bir solo sergisini yaptınız. Artfactory’i bu bağlamda hakikaten bir factory gibi mi anlamamız gerekiyor artık? Depo yanında bir üretim ve paylaşım alanı mı söz konusu?
Evet bu güzel bir soru ve güzel bir gözlem, teşekkür ederim. Açıldığımızdan beri önceliğimiz depo alanları için servis vermek olsa da sergi alanlarımızın mimarisi, büyüklüğü Artfactory’nin sergi konusuna verdiği önemi ortaya koyuyor. Her sene bir proje/sergi hedefi koyduk ve güzel projeler ürettik. İlk seneler kendi koleksiyonumuza yer verirken etkinlik olarak yurt dışındaki müzelerden, üniversitelerden misafirleri ağırlıyorduk.
Örneğin IDSVA, Institute for Doctoral Studies In the Visual Arts misafirimiz oldu; postmodern akımın kurucuları Gilles Deleuze, Jean Baudrillard, Michel Foucault’nun çağdaşı; 2014 Whitney Bienali’ndeki “Semiotext(e)” adlı
Enstalasyonuyla dikkat çeken ünlü Fransız filozof Slyvere Lotringer konuğumuzdu.
Sonra Oksana Mas’ın solo sergisi oldu. Bir sonraki sene de projemiz yine iki ayaklı idi; “Bedendeki Dualite” hem Mustafa Taviloğlu’nun koleksiyon sergisinde hem de kitapta vuku buldu.
Sonraki projemiz; 2017’de WWF ile “Post Ekoloji Akışı” ile başladı ve Residency sergimizi de içine alan “Askıdaki Dekompozisyon” ile tamamlandı. Bütün bu projelerin hem bize hem de Türkiye’deki sanatla ilgili kişilere yeni bir bakış açısı kattığını umuyorum.
Taviloğlu Koleksiyonu’nun son 10 sene seçkisi, koleksiyon sergilerinin cazibesini ortaya koydu. Koleksiyon sergilerinin alternatif mekânlarda olabileceği “Beden de Dualite”den sonra daha dikkate alınır oldu ve sayıları arttı çünkü hakikaten şunu düşündürttü: “Benim bir koleksiyonum var ve bu koleksiyonu sergilemek için bir müzeye sahip olmak durumunda değilim. Koleksiyonumu alternatif mekânda da sergileyebilirim. Ayrıca koleksiyonumu herkesle paylaşma ve bu tutkumu da bir nevi başkalarına geçirme şansım olabilir.”
Aynı şekilde residency’de farklı bir nitelikte oldu. Türkiye’de, Studio’dan önce bizim seçtiğimiz tarzda ve bilinirlikte dünya çapında temsil edilen sanatçıların dahil edildiği residency’lere çok rastlamamıştım. Yaptığımız projelerin farklı pencerelerinin düşüncelerimize kattığı yeni bakış açılarının önemli olduğunu düşünüyorum.
Bir dönemde Garanti Platform’un bir residency programı vardı. Hem Türkler için hem de yabancılar içindi. Beyoğlu’nda özellikle genç sanatçılar için Borusan’ın atölye residency programı vardı. Onun dışında İstanbul’da sık sık yurt dışından gelen kurumlarının residency programları var. Örneğin Alman devletinin ve bazı eyaletlerin programları. Tarabya Summer Residence’deki rezidans programı çok güçlü ve çok başarılı. Hatta bu senenin seçici kurulunda ben de yer aldım ve gelen portfolyolar çok güçlüydü.
Bir şeyi unutmamak lazım residency programları sanatçılarının hem üretim hem de hayatta kalma çabası için çok önemli çünkü sadece iş üreterek hayatta kalmak çok zor. Bu bağlamda birçok arkadaşım yurt dışında “residency hopping” yapıyorlar. Yani bir rezidanstan başka bir rezidansa geçiyorlar ve ancak bu şekilde üretmeye devam edebiliyorlar. En azından birkaç ay geçim sorunun ya da bir üretim sorunun yok. Bu yüzden residency programları önemli.
Bu arada müthiş bir yayın yaptınız. Mustafa Bey’in sergisinin yanında sergi kitabı yayımladınız. Sergi bugün var yarın yok ama yayın hep kalır. Dolayısıyla arşiv, bellek oluşturmak için bence çok önemli. Yayınlar çok fazla zaman, emek, enerji ve tabii ki para ister. Kolay bir şey değil.
“Bedende Dualite” hem sergideki seçkinin hem de kitabın iskeletini oluşturdu.
Sergi ve kitap birbiriyle eş zamanlı yürüyerek projeyi tamamlıyorlar ama dediğin doğru senin gözünden bakınca da onu yayın olarak ayırmak çok doğal.
Şimdi tekrar altını çizelim yani bu stüdyo residency programı yabancı sanatçılara yönelik. Siz şu anda ağırlıklı olarak yabancı sanatçıları göstermeye çalıştınız ve gösterdiniz. Bu durum bizim için hâlâ önemli çünkü sanat ortamımız hem sergi hem de koleksiyonerlik açıdan daha yerel. Yabancı sanatçılar çok fazla gelmiyor ve çok fazla gösterilmiyor. Bu iki sanatçı artı Oksana’nın Türkiye’deki ilk sergisi ya da ilk büyük sergisi diye düşünüyorum. Bu bağlamda da Türk sanatseverler, koleksiyonerler ya da öğrenciler için büyük bir fırsat. Çünkü herkes Venedik Bienali’ne gitmeyebilir, gidemeyebilir. Dolayısıyla belli bir kalitede olan sanatçıyı buraya getirmek ve burada göstermek inanılmaz aslında. Sanat ortamında daha uluslararası bir hâle gelmeye başlıyoruz. Residency programınıza tekrar baktığımda sizin sayenizde bizimkiler de iki tane yabancı sanatçıyla tanışmış olabilirler. Bu yüzden sohbetler, konuşmalar ya da paylaşımlar çok önemli. Eklemek istediğin bir şey var mı şimdilik Stüdyo’yla ilgili?
Evet eklemek istediklerim var. Sergide yabancı sanatçıların residency sırasında ürettikleri eserler var ama “Askıdaki Dekompozisyon”da Türk sanatçılar da var. Bu projede de değişik katmanlar var en azından benim zihnimde. Biz hem Türk hem yabancı sanatçıları temsil etmeye, onların bir arada sergi yapmalarına ve iş birliğine önem veriyoruz. Her ülke kendi sanatçısını desteklediği oranda güçlü olabiliyor. O yüzden Türk sanatçısını desteklemek, mümkün olduğunca katılımlarını sağlamak ve dayanıklılığına katkı yapmak gerekiyor. Biz de elimizden geldiğince buna çalışıyoruz.
Paralel olarak zaten bir sergi vardı. 1. katta residency stüdyo sergisi, giriş ve ikinci katta başka bir sergi vardı. Seçkin Pirim’in yeni bir projesiydi.
Yepyeni yaptığı bir iş vardı, evet. Bir katı o aldı.
Bu işi buraya yönelik mi yaptı yoksa zaten projesi mi vardı?
Buraya yönelik yaptı ve ona da üretim desteği verdik.
Siz davet ettiniz demek.
Evet, sadece bu sergi için yapmış olduğu bir işti. Diğer Türk sanatçılar ise; Burcu Perçin, Nilbar Güreş, İrfan Okan, Sibel Horada, Ali Taptık’tı. JPW3 açılış gününde sergiye özel bir performans gerçekleştirdi. Gelen misafirlere kendi sıktığı meyve sularını ikram edip posalarını Beksultan Oğuz’un sergi için özel tasarlayıp ürettiği kompost kabına, günün sonunda da oradan ana kompostumuza aktarıyordu.
Sergi küratörlüğünü sen mi üstlendin? O süreç nasıldı? Kimler ne yaptı?
Küratörlük demek doğru mu bilemiyorum ama Artfactory’deki sanat yönetmeliğini ben yürütüyorum. In –house küratör diyebiliriz belki.
Stüdyodaki çalışmaları çok fazla sanat eseri ürettiler. Hacim, format ve boyut olarak büyük olan bu eserler ne olacak? Geri gidecekler mi yoksa burada mı kalacaklar?
Sanatçıların bağlı olduğu galeri Almanya’da olduğu için buradaki işlerin arşivi de galerilerinde oluyor ve dünya çapında satışa çıkıyor. Bu eserler ilk burada sergilendiler ama eserlerin bir kısmı galeri tarafından satılmaya devam edecek. Satılmayanlar geri gidecek.
O zaman işler şimdilik burada kalıyor. Galeri Köln’de fakat Berlin’den bir koleksiyoner İstanbul’daki heykeli istiyorsa siz buradan direkt gönderiyorsunuz.
Tabii bunu rahatlıkla yapıyoruz.
Güzel. Artfactory’nin depo kısmına bakıldığında devasa bir deponuz olduğu gözüküyor ve birçok koleksiyonerin çalışmalarını burada topluyorsunuz fakat projelerinizde depodan işler almıyorsunuz. Son ya da önceki sergide sen sanatçılarla direkt konuşuyorsun ve herhangi bir sanat kurumu gibi dışarıdan sanatçılarla, yapıtlarla sergi açıyorsunuz. Burada koleksiyoner ya da depo sergileri yapmıyorsunuz değil mi?
Evet yapmıyoruz. İkisini birbirinden ayrı düşünüyoruz. Projelerde yanımızda yer almak isteyen, bize teklif getiren veya bizim teklif götürdüğümüz proje ortaklarımız oluyor. Henüz dediğin depo sergileri yapmıyoruz ama neden olmasın ben bunu kaydettim.