Künstlerhaus Stuttgart’taki sergide yer alan 'A, Alif, Alephadlı' video işinde kültürel kodların ve tarihsel sembollerin soyut formlar alarak uzay boşluğunu anımsatan bir karanlığın içinde ilerleyişini görüyoruz ve buna çeşitli alfabelerin harf kodlamalarını seslendirdiğin bir soundtrack eşlik ediyor.
Dillerin benim hayatımda hep farklı bir yeri oldu. Bunda geçmişimin etkisi büyük. Dil bir topluma girebilmenin oraya ait hissedebilmenin önemli araçlarından biri. Türkçe, Almanca, Yunanca ve İtalyanca olmak üzere birçok farklı dilin içinde büyüdüm. Sergideki video işinin soundtrack’inde farklı dillerde yer alan sesleri kodluyorum. Türkçe’de“Adana’nın A’sı” ve “Bolu’nun B’si” gibi... Her dilin kendine özgü bir ses kodlama şekli olması bana çok ilginç geliyor. Parçanın sonlarına doğru bu sesler rastgele olarak arka arkaya geldiğinde kimilerine göre bir kaos ortamı, kimilerine göre ise yeni bir dil oluşuyor. Belki de dünya dışı varlıklar bizimle iletişime geçmek için binlerce sene bunun için beklediler!
Birçok farklı malzeme ve teknikle çalışıyorsun. Çocukluğunu çok dilli ve çok kültürlü bir ortamda geçirmenin bir etkisi var mı bunda?
Evet, böyle bir bağ var diyebiliriz. Tanıdığım sanatçıların çoğu resim, heykel veya video gibi benimsedikleri ana dallarda kalıp bazen ufak sıçramalar yapabiliyorlar. Fakat hem finansal hem de sanatsal kaygılarından dolayı bunu pek kullanışlı görmüyorlar. Ama ben kendimi teknik veya malzemeyle sınırlandıramıyorum. Sadece farklı dillerle büyümem değil, Türkiye’de Hristiyan ve Rum-İtalyan azınlığa mensup olmam da çalışma şeklime yansıyor. Bu katmanların her birinin farklı bir yüzü var. Sürekli olarak kendimi zorlamak ve yeni şeyler denemek istiyorum.
Stuttgart’taki sergiden önce ise Künstlerhaus Bethanien’deki “The Mechanical Corps. On the Trail of Jules Verne” başlıklı karma sergiye katıldın. Bu sergide yer alan 'Abraham I' adlı eserinden biraz bahsedebilir misin?
'Abraham I', Jules Verne’in insan ve makine tasarılarına gönderme yapan bir iş. El işçiliği gibi geleneksel stillerin yanı sıra lazer kesim gibi modern tekniklerle üretilmiş metal ve ahşap parçalardan oluşuyor. İçinde, dünyadan görünen her parlak yıldıza karşılık gelen ufak parçalar var ve diğer yuvarlak parçaları bir toptan ötekine aynı çizgi üzerinde sıraladığınızda amplituhedron şeklini alıyorlar. Astroloji, astronomi, geometri ve matematikle oynayarak bunları bir peri masalının içinde bir araya getirmek istedim.
Aynı zamanda bir uyduyu da andırıyor.
Evet, bir ejdarha da olabilir. 'Abraham I' ismini vermemin sebebi de bir uzay gemisine benzemesi. İstanbul’da sekiz marangozla beraber, üzerinde iki-üç ay çalışarak ürettik. Bu tarz işbirlikleri benim sanatsal pratiğimin her zaman ayrılmaz bir parçası oldu. Çizimlerle başlayan bir işti, buraya kadar nasıl geleceğini çok planlamamıştım. İlk önce bir marangozla çalışmaya başladım, sonra ötekisi geldi, derken bir baktık sekiz kişi çalışıyoruz.
Seviyorum böyle işbirlikleri yapmayı. Ustalarla iletişime geçip atölyelerini ziyaret ediyorum. Ne istediğimi tam olarak anlayamadıkları için ilk başta biraz çekingen oluyorlar, ya da korkuyorlar. Daha sonra yavaş yavaş içine çekiliyorlar ve onlar için de eğlenceli bir süreç haline geliyor.
Senin işlerin bir yönüyle de bireyi, toplumu ve ikisi arasındaki uyumu inceliyor ve bu da çalışma biçiminle örtüşüyor.
Kesinlikle. İşlerim aynı zamanda toplumla ve toplumlar arası geçişlerin insanlar üzerindeki etkileriyle yakından ilgili. Farklı toplumların benzer ve ayrı yönleri ve bunun insanlarla olan bağlantısı ilgimi çekiyor. Berlin, İstanbul ve Atina gibi birçok şehirde yaşamak ve değişik kökenlere sahip olmak beni "her şeyden biraz" yapıyor. "Nasıl değişiyorsun?", "kendin olman mümkün mü?", "içinde yaşadığın topluma nasıl uyum sağlıyorsun?", bütün bu sorular sanatsal pratiğimin merkezinde yer alıyor.
İnsan ve toplumla kurulan bu bağları ve anlamları çoğaltacağını düşünerek daha önce kamusal mekanda bir iş sergiledin mi?
Kamusal alan sanatsal gelişimimin bir parçası ve benim için önemli bir gösterge. 13. İstanbul Bienali’ne paralel olarak Beyoğlu’ndaki Özel Zografyon Rum Lisesi bahçesinde tipik İstanbul seyyar tezgahlarından ilham aldığım WHILE/STOCKS/LAST adlı işimi sergilemiştim. Aslında Aya Triada Kilisesi’nde göstermek istiyorduk fakat Gezi olayları nedeniyle gerçekleştiremedik.
Ben de tam oraya geliyordum! Taksim Meydanı için bir iş yapacak olsan ne olurdu?
Büyük ama gerçekten çok büyük bir baklava dilimi yapmak isterdim. Plastikten ve çok ‘kitsch’ bir şey olabilir. Belki aynı zamanda bir fıskiye de... Bu benim Taksim Meydanı hakkındaki görüşlerimi de yansıtıyor aslında. Ailemle beraber meydana ve Atatürk heykeline bakan bir dairede oturuyorduk. Çocukluğumdan beri bir parçam olan bu yerin zamanla oryantalist bir kimliğe bürünmesi çok olumlu bir gelişme değil. Şimdi her yer turist, her yer baklava.
Peki bu aralar üzerinde çalıştığın yeni bir proje var mı?
Aklımda yine altı veya yedi marangozla çalışmayı düşündüğüm bir proje var. Her birine bir bütünün yedi ayrı parçasını vereceğim ve bu parçaları kullanmayı sevdikleri malzemelerle istedikleri gibi tasarlamalarını isteyeceğim. Ben de üretimleri sırasında onları kendi bakış açılarıyla videoya çekeceğim. En sonunda bu yedi parça birleşip bir amplituhedron şeklini alacak. Genişçe bir odada tavandan bir avize gibi sarkıtacağım ve etrafına, çektiğim detay videoları gösteren ekranları Ortodoks kiliselerinde yer alan ikonostasları andıracak biçimde yerleştireceğim. Böylece insanlar, ikonaların kutsal olanı anlattığı gibi, marangozların dünyayla ve benimle arasındaki ilişkiyi görebilecekler. Belki bu işimide 'Abraham II' olarak isimlendiririm.