14. İstanbul Bienali için düzenlediğiniz proje ile ilgili ne söyleyebilirsiniz?
Proje daha önce Basel'de antropoloji ve değişim sistemleri ile ilgili yapmış olduğum bir sergi şeklinde başladı. O yerleştirmede, Okyanusya'dan nesneler, endüstri öncesi Avrupa'sından gereçler ve Japonya'dan büyük bir Buda heykeli kullanmıştım.
Basel'deki sergi, nesneleri sosyal ya da kültürel düzeye çıkarmakla ilgiliydi. İstanbul'da ise nesne fikrini tersinden düşünmek, bilimsel ve psikolojik bir açıdan soru sormak istedim. Sorduğum soru ise 'Nesneler nasıl hiçlikle ilişkilidir?' idi. Bu soru oldukça soyut görünse de aslında dünyada var olma algımızın temelidir.
Pera Müzesi'ndeki serginizi Carolyn Christov Bakargiev'in şekillendirdiği Tuzlu Su temalı 14. İstanbul Bienali'ndeki kavramsal yapısıyla nasıl ilişkilendiriyorsunuz?
Benim işim bienalin alt metni ve aynı zamanda 'düşünülmüş formlar'la çok daha fazla ilgili. Tuzlu su, doğrudan düşünmekte olduğum bir kavram değildi. Benim çizimlerim, daha çok bilinç dışının kavramsal süreçlerle birlikteliği ile ortaya çıkıyor. Bir tema ya da konu seçip çok fazla yoruma müsaade etmeden, görsellerin ortaya çıkmasına izin veririm. Bu görseller, bir anlamlar ağı ile ortaya çıkar. Yani çizimler düşünülmüş bir sürecin temsilleridir.
Sergi için kullandığınız bazı gereçler Pera Müzesi'nin Anadolu Ağırlık Ve Ölçüleri Koleksiyonu’ndan. Tarihi bir nesne güncel sergi pratiği ile birleşince nasıl bir sonuç doğuruyor?
Paradoksal olarak, tarihi nesnelerle geleceği düşünmek için çalışıyorum. Güncel olanla alakalı kaçınılmaz bir his vardır. Bu hissi geçmiş olanı, olası bir gelecek fikrine bağlayarak askıya almak istiyorum. Var olan koleksiyonlarla çalışmak şimdiki zamanı, şimdiki durumdan çıkarmama, onun esnek ve 'yapılmış' olduğunu göstermeme yardımcı oluyor.
Pera Müzesi'nde 'hiçlik' kavramı ile tarihi ağırlık ölçüleri arasında güncel bir bağ bulmak harikaydı. Şu an CERN'de devam etmekte olan deneylerde, küçük atom parçalarını ayırmak için devasa makineler kullanılıyor. Atomun nesneler gibi katı olduğunu düşünmek insanlar için doğaldı, oysa yüzyıldan uzun bir süredir maddenin temelinin çoğunlukla boşluk olduğunu biliyoruz. Yani bu yeni deneyler nesnenin ağırlığını belirlememize eş zamanlı olarak, ağırlığı olan herhangi bir şeyin altında yatan alanının da bir ağırlığı olduğunu deneysel olarak kanıtlamış oluyor. Bizim aslında nesne olarak deneyimlediğimiz bu parçacık, nesneleri var eden ve güçler arasında dengesizlik ya da asimetri oluşturan parçacıktır.
Güncel olarak var olmanın bir görünüşü de sürekli üretilmekte olan bilgiden bir dağın üzerinde oturmamıza rağmen zihinsel olarak buna kendimizi yeterince kaptıramamış olmamızdır.
Sergi hem soyut hem de grafik diller içeriyor. İki farklı üretim pratiği olmasına rağmen modernlik, bu iki pratiği bir araya getiriyor. Bu konuyla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Evet, bu tamamen algı ve şeyleri nasıl algıladığımız ile ilgili. Belli ki, hepimiz nesnelerle dolu bir dünya algılıyoruz, bu dünyada aslında biz de başkalarının algısının nesneleriyiz. Bu, Lacan'ın çok önem verdiği bir kurgu: Zihni anlamak ve iyileştirmek için en baştan başlamalı, algı ve var oluşun durumlarıyla ilgili temel sorular sormalıyız.
Bu noktada soyut olan ve temsili olan farklı değildir; bu, şeyleri nasıl okuduğumuz ve onlarla nasıl bağlantı kurduğumuzla ilgili bir soru. İmgelerin seri olarak üretilip tüketildiği bir dünyada yaşamanın getirdiği bir sorun bu. Şiddetin yanında moda fotoğrafları görüyoruz, sevimli hayvan videoları izliyoruz ama endüstriyel etler tüketiyoruz, tatildeki arkadaşlarımızın fotoğraflarıyla göçmen resimlerini aynı anda görüyoruz. Tüm bunların bir zaman silsilesinde görülmesi bir kopukluk aynı zamanda da huzursuzluk duygusu yaratıyor. Sanki bir yerleri anlayamıyoruz. Bu, çoğumuzun paylaştığı bir gerçeklik... Önemli noktanın soyut sanatta olduğunu sanmıyorum fakat soyut sanat, bu bağlamda, imgenin yokluğunda, kendi kendine yeterli olmasa dahi önemli bir mesaj taşıyor. Bu, sadece rastlantısal bir diziliş olmayan bağlantıyla ilgilidir. Noktaları birleştirmemiz gerekiyor.
Modernliğin kendi varlığını, hiyerarşik sınıf sistemi üzerine kurduğu önermesi ile ilgili fikriniz nedir?
Bu proje ile ilgili araştırmamı yürütürken gerçekten çarpıcı bulduğum şeylerden bir tanesi de Tibet Budizmi üzerine uzmanlaşmış olan Robert Thurman'ın “Batı, dışsal modernliği yaratırken Tibet keşiş sitemi, pratikleri ve felsefesi ile içsel modernliği yaratmıştır” ifadesiydi.
Bence bu, Michael Foucault'nun mikro-faşizmlerle ilgili ifadesine bağlanıyor ve çoğunlukla düşünmeye alışık olduğumuz politika yerine günlük hayatta yaşadığımız 'güç aşkına' gönderme yapıyor. Sınırlı olan ve yeteri kadar ileri götüremediğimiz psikanaliz dışında, modernlik, bunun için gerekli olan gereçleri sağlayamıyor. Bu ifade, 'kendilik' kavramının bir temsil olduğunu anlamak ve soyutlamada olduğu gibi daha basit bir düzlemde var olmakla ilgili.
Kabul edilemez politik ve ekonomik gerçekliğe rağmen işe birlikte gitmenin sosyal hali ile benliğin inşasına vurgu yapmak... Bence bunların her ikisi de önemli. Rene Gabri ve Ayreen Anastas'ın Centre for Parrhesia'sında olduğu gibi bienaldeki birçok işin doğrudan politikayla ilgili olduğunu düşünüyorum. Her iki iş de bilfiil, insanların bir araya gelmesi için sosyal alan oluşturmaya çabalıyor.
Fütüroloji çerçevesinde düşünecek olursak, sırasıyla manastır, müze ve üniversitede görüldüğü gibi, bir yenilik yaratabilecek post-dijital, esnek bir kurumu henüz icat edemedik. Biz, sanatçılar olarak, kısmen huzursuzca kısmen kızgınca eski müze sistemi içerisinde iş üretmeye, onu parçalara ayırmaya ya da ondan kurtulmaya çalışıyoruz. Fakat şimdi yeni bir şey inşa etmek için genel bir istek var. İşte burada da hayal etmekle ilgili soru ortaya çıkıyor: Nasıl ortaklaşa hayal edebilir ve bunun sonucunda, bu kadar ihtiyaç duyulan, şeyleri ileri götürebilecek bir yapı inşa edebiliriz? Bienal bir bütün olarak bence bu soruyu soruyor.
Bu projeden sonra önümüzdeki dönem için bir sonraki işiniz ne olacak?
Gelecek aylar içerisinde en son işim ile ilgili bir kitap üzerinde çalışacağım. Kitap, çizimler ve nesneler arasında bir ağ kuran yarı kurgu bir metin olacak. Bir ağ örer gibi. Aynı zamanda, Salzburg'daki dans arşivleriyle, yine oradaki bir modern sanat müzesinde gerçekleşecek olan bir sergi üzerinde çalışıyor olacağım. Tarihi dans notasyonları üzerine kurulu soyutlamalar içerecek bu işler.
Daha uzun bir süreçte ise, Paris'te, abartılı Rokoko mirasıyla, kolonyal dönemde toplanmış 'yöresel' nesneleri birleştiren kapsamlı bir araştırma yapacağım. Paranın ve parasal değerin nesnelerde ve onlarla ilişkilerimizde ortaya çıkan değişken fikirler üzerinde çalışacağım.
Polonyalı sanatçı Ania Soliman’ın Hiç’in Atlası (Atlas of Nothing) enstalasyonu 14. İstanbul Bienali kapsamında Pera Müzesi’nde 1 Kasım’a kadar görülebilir.