İnsanoğlu, adına yaşam dediğimiz, doğum ile ölüm arasına gerilmiş bir hamakta sallanırken, ancak sanatın kendisine bahşettiği özgürlük alanıyla varoluşuna katkıda bulunabilir. Yalnızca üretmenin değil, iyi bir izleyici olarak yapıtlar karşısında tavır almanın da önemi büyüktür.
Doğmak, büyümek, yaşlanıp ölmek; tümüne kısaca yaşam dediğimiz bu süreç, insanın tıpkı istemsiz atan bir kası gibi kendi iç devinimiyle sürüp gider. Bitkiler, hayvanlar ve insanların ortak yaşama alanıdır, adına dünya dediğimiz kara ve su parçasının genel adı.
Bazen doğa olaylarının ürkütücülüğü, bazen de genetik kod olarak ruhlarımıza yüklenmiş güzellik; kimi zaman bir çiçeğin kokusundan, kimi zaman da rüzgârın buluta verdiği biçimden nedeni belli olmaksızın etkilenir. Yalnızca doğadan değil, uygarlık ve kültür tarihinin yapay olarak üretilecek ve adına sonradan sanat denilecek farklı parçalararıyla da avununmayı öğrenir insanlar.
İşte Sonbahar’ın en güzel günleri ve sergi mevsimi resmen başladı: Dünyanın en tanınmış çağdaş sanatçılarından Anish Kapoor, Akbank’ın kuruluşunun 65. Yıldönümü nedeniyle Sakıp Sabancı Müzesi’nde önemli bölümü daha önceden görülmemiş olan taş, mermer, granit ağırlıklı malzemelerden üretilmiş yapıtlarından oluşan sergisiyle, ülkemizde örneği az görülen bir çalışmaya imza attı. Taş işlerle birlikte “Gök Ayna”, “Sarı” gibi farklı topoloji ve anlatım olanakları olan yapıtlar da Kapoor’un sergisinde ilgiyle izlendi.
Anish Kapoor, bu kez doğanın taşlaşmış halini, başka bir deyişle evrenin özetini, adeta bir damıtma işlemiyle tekrar bizlere sunuyor. Taşın doğrudan ruhuna iniyor ve bulduklarını insani bir coşku ve açık
yüreklilikle bizlerle paylaşıyor. Tözü ararken çıkılan yolculukta atılanları bilemeyen bizler, kalanlarla avunmayı kendimize iş ediniyoruz. Ve aynı sevinci, böylesine nasıl duyduğumuza şaşarak yapıtların arasında dolaşıyoruz.
Bambaşka bir şey, gizli bir aura asla peşimizi bırakmadı sergide. Dünyaya başımızı uzattığımız kuyudan, evrenin sonunu getirecek kara deliklere kadar; evrenin tüm yarıkları üzerinden yüzleşmeye davet etti Kapoor’un işleri, bizleri. İzleyiciler, antropoloji ile psikolojinin birleştiği yerde minimalist birer totem gibi olarak duran heykeller aracılığıyla sanatın büyülü gücünü bir kez daha keşfettiler.
Sergiyi gezerken, Willendorf Venüsü, Bereket Tanrıçası Kybele ve bir hayalet gibi işlerin çevresinde dolanan Priapos’u hissetmek mümkündü. Ya da göze görünmeyen ruhların, dünyanın ağırlıklarından kurtulalım, kötülüklerinden arınalım diye, tıpkı Shakespeare’in Bir Yaz Gecesi Rüyası’ndaki periler gibi bize aşk taşıdıklarını da varsayabiliriz. Eskilerin deyimiyle bir “lisan-ı hafi”, bir gizli dildir sanat ve farklı yapılanmalarla bazen gözümüze, bazen kulağımıza ama en çok da gönlümüze hitap ederek hissedilir olur.
Hayatın kapıları, daima yaşamla yüzleşmemizi sağlamıştır. Adına bugün dediğimiz, zaten geçmişle gelecek arasındaki kısa tünelin adı değil midir?.. İnsanoğlu, yaptığı icatları, kazandığı deneyimlerle birleştirip hayata kalma mücadelesi verirken, en büyük hatası da, kayaları oyup taşları işlemeye başlamasından sonra, doğayı biçimlendirebildiğini sanması olmuştur. Doğa ve sanat sonuçta birbirlerine çok benzerler, ikisi de insanları ve dolayısıyla da insanlığı biçimlendirirler.
Minimalist dokunuşlarla zamansızlığı imleyen Anish Kapoor’un yapıtları, güncel olanın i)çinde erimeyecek kadar sıkı duruşlarıyla sanat tarihine geçmeyi başarıyorlar. Kendisi bir çağdaş klasiktir ve güncel sanatla olan tek ilgisi, işlerini bugün yapıyor olmasıdır. Geçmişi geleceğe taşıyan dehlizinde, doğum ile ölüm arasındaki o kısa mesafeyi, büyük kütlelere bölerek kapatmaktadır Anish Kapoor, kökü mazide (hatta büyük patlamada) bir ati olarak yaşamın kendisine ayrılan zaman diliminde evrenin ona sunduklarına teşekkür etmek için bu anıtları üretmiştir.
Kuyular, delikler, yarıklar, dehlizler, tüneller; hep bizi bir yerlerden, başka yerlere bağlarlar. Einstein’dan Hawking’e kadar birileri o deliği yamar; bize başka âlemlere geçelim diye kapı-pencere yapar ve oradan el sallarlar. Zamanın kırılıp kopamasa da en azından bükülebildiğine dair fikirlerimiz yeniden güçlendi. Kendisinin de altını çizdiği, forma “zamansızlık” olarak yüklenmiş zamanı kucaklamak için ideal bir sergi Anish Kapoor sergisi.
Anish Kapoor, sergisiyle tıpkı bir muvakkithane gibi, artık İstanbul sa(n)at ayarını belirliyor, güneşin en iyi geldiği Sakıp Sabancı Müzesi’nin bahçesinden alıp yalnızca şehrin sanat ortamına değil; tüm evrene dağıtıyor. Artık postmodern sanatçıların yavaş yavaş sahneden çekildiği yüzylımızda, az sözle çok şey söyleyen minimalist bir sanatçıya rastlamamızın ruhumuzdaki etkisi tarifsiz.
Sanat dünyasında pili bitmiş ya da aküsü hiç dolmamış, lonca ilişkileriyle yalancı uydular gibi dolaşan “çağdaş”larla dolu ortamlarda, yeryüzü geleneğine saygılı, gerçek bir sanatçıyla karşılaşmak ve hayal kırıklığına uğramamak, olağanüstü bir deneyimdi. Bir bilgisayar oyunu gibi, bir üst aşamaya çıkıp, herkes kendi beslek “Stendhal Sendromu” ile evinin yolunu tuttuğunda, bunu daha iyi anlamıştık.
Zamanın kısa tarihi, evrenin rahminde, kimin tarafından çıkarılacağını çok iyi biliyor. Anish Kapoor, hoş geldin!
Bir sergiden notlar:
Sakıp Sabancı Müzesi’ni, Nazan Ölçer’i ve sanatın birçok dalına desteklerini esirgemeyen Akbank’ı yürekten kutluyoruz. Sakıp Sabancı’nın hat koleksiyonunu sergileyerek yola çıkan Müze’nin, imza attığı birçok sanat etkinliğinin yanında, çağdaş sanat konusunda 21. yüzyıl’da yükselen burçlarının en önemlilerinden biri olan Anish Kapoor için (Müze’nin de danışmanı olan uluslararası sanat arenasının önemli isimlerinden Norman Rosenthal küratörlüğünde) gerçekleştirdikleri sergiyle, yeniliğe olan eğilimlerini ve cesaretlerini bir kez daha gördük. Dünya heykel tarihinde, gelinen nokta dikkate alınarak en az Rodin ya da Brancusi kadar önemli sayılan bir sanatçıya yer verilmesi olağanüstü bir harekettir.
5 Ocak 2014 tarihine kadar devam edecek olan sergi, en az iki ayrı kez gezilmeyi fazlasıyla hak ediyor. Bu sergiden sonra, yeni sergilerin ne olacağı sanatseverler tarafından gerçek bir merak konusu. Basın toplantısında Akbank Genel Müdürü Hakan Binbaşgil’in yaptığı konuşmadan aldığımız işaretler, gelecek dönemlerde de Sabancı Müzesi’nin önemli sergilere imza atacağı üzerineydi. Çok başarılı bir biçimde kurgulanmış ve bu konu hakkında yeniden düşünmemizi sağlayacak, bir önceki etkinlik “Oryantalizmin 1001 Yüzü” sergisinin tadı hâlâ damağımızdayken, Anish Kapoor’un sergisiyle de başka bir yaratım dünyasının nadide değeriyle karşı karşıya gelmek büyük bir şanstı. Bir insanın temel gereksinimlerini karşıladıktan sonra, yapacağı en güzel işin “soy” sanat yapıtları karşısında soluklanmak olacağını bu sergi aracılığıyla bir kez daha anladık.