Londra’daki Barbican Art Center bu yaz (22 Haziran-2 Eylül) iki kadın (keşke bunu özellikle belirtmek zorunda kalmasak) fotoğrafçının sergisine ev sahipliği yaptı. Bunlardan ilki, 20. yüzyılın en ilham veren fotoğrafçılarından biri olarak kabul edilen, Büyük Buhran’ın sembolü hâline gelmiş ünlü Migrant Mother fotoğrafıyla efsaneleşmiş, hazırladığı foto-belgeseller John Steinbeck’in Gazap Üzümleri’ni yazmasına ilham vermiş Amerikalı Dorothea Lange’in “Politics of Seeing”, diğeri ise İngiliz fotoğrafçı Vanessa Winship’in “And Time Folds” sergileriydi.
Dorothea Lange’in, Vanessa Winship henüz 5 yaşındayken hayata veda ettiği düşünüldüğünde her iki fotoğrafçının da objektifine yansıyan insan manzaralarının birbirleriyle sergiledikleri uyum için “tüyler ürpertici” demek yanlış olmaz sanırım. Dorothea Lange’in Amerika’da çektiği savaş, kıtlık, sürgün fotoğraflarının üzerinden 60 yıl geçmişti ki farklı bir kadın, farklı bir coğrafyada -ne acıdır- yine savaş, kıtlık ve yaşadığı yerle aidiyet kuramamış, doğuştan sürgün ruhların fotoğrafını çekmek üzere yollara düşüyordu. Tarihin böylesi acı tekerrürü ister istemez kanını donduruyor insanın.
Rotamı Barbican’a çevirten isim Dorothea Lange oldu ama itiraf etmeliyim ki 2011 yılında Henri-Cartier Bresson Ödülü alan Vanessa Winship’e ayrılan ikinci katta daha uzun zaman geçirdim.
Tema arayışını ülkeler, sınırlar, bellek, kimlik ve geçmiş gibi anahtar kelimeler etrafında şekillendiren Vanessa Winship, Balkanlar, Türkiye ve Kafkaslar’da geçirdiği süre içinde hazırladığı arşivi Imagined States and Desires: A Balkan Journey (1999-2003) ve Black Sea: Between Chronicle and Fiction (2002-2006) olarak adlandırdığı bölümlerle kurgulamış, Doğu Avrupa çeperinde yaşayan insanların, toplu taşıma ve eğlence aktiviteleri gibi kolektif ritüelleri üzerinden, yaşadıkları coğrafyanın politik tarihiyle olan ilişkilerini belgelemişti. Fotoğrafçı, izleri henüz silinmemiş savaşların, kayıpların, acıların içinde belki bir dönem eskisine döndürülmeye çalışılan, şimdilerde ise olduğu gibi alışılan hayatları, kurgu ve belgesel tekniklerini aynı karede başarıyla eriterek, seyirciye gördüğü her imajın gerçek mi yoksa hayal ürünü mü olduğunu sorgulatmayı başarmıştı.
Bosna Savaşı’nı gazeteler ve televizyon aracılığıyla yakından takip etmiş bir çocuktum. Zlata’nın Günlüğü başucu kitabımdı. Serde biraz mazoşistlik de olsa gerek, Bosna’da bir bombardıman sırasında ölmüş, benden birkaç yaş küçük bir çocuğun fotoğrafını kesip yastığımın altına saklamış, her gece uyumadan önce ve her sabah uyandıktan sonra ağlayarak o fotoğrafı öpmüştüm. Büyüdükçe kendim dışındaki insanlara karşı hassasiyetim azaldı, hayatın ne yazık ki sadece benden başkalarına değil, bana da kötü oyunlar oynayabileceğini deneyimledim. Ama Bosna’daki bombardımanda ölmüş küçük çocuğun fotoğrafını saklamamın üzerinden geçen 25 sene sonra, Vanessa Winship’in fotoğrafları 9-10 yaşlarındaki hâlime geri döndürdü sanki beni. Bu çeyrek asırlık duygu dönüşümünün, iki sene önce anne olmamla da yakından ilgisi vardır eminim. Savaş sonrası yıkılan hayatlarını toparlamaya çalışan, çoğu zaman çabaları belki de savaştan daha çetin şartlarla sekteye uğrayan ve tercih ettikleri değil de onlara sunulan acımasız koşullara uymak zorunda kalmış insanların trajedisini, ajitasyon yapmaya çalışmadan, absürtlüğe kaçmadan yansıtan fotoğrafların beni derinden etkilediğini, küçük konforlu hayatıma dair utanç ve vicdan azabıyla karışık bir farkındalığa yönelttiğini söylemem yanlış olmaz sanırım.
Serginin -özellikle benim için- en dikkat çekici bölümü ise Doğu Anadolu’daki ilkokul öğrencisi kız çocuklarına ait fotoğrafların sergilendiği Sweet Nothing başlıklı bölümdü. Winship, bu kız çocuklarını fotoğraflamak için kendisine en çok ilham veren olgunun giydikleri mavi önlükler olduğundan bahsetmiş. Okula giden ve gitmeyen kız çocuklarını birbirlerinden ayıran önlükler… Bu fotoğraf serisine Sweet Nothing ismini ise önlüklerinin üzerine taktıkları dantelli yakalardan çağrışımla verdiğini belirtmiş. Mavi önlükleri, işlemeli dantel yakaları ve iki yandan özenle örülmüş saçlarıyla, geçmişleri ve toplum içindeki yerleri dışında farklı bir birlik yakalamış küçük kızları işaret ediyor Sweet Nothing. Henüz Balkanlar trajedisinin darbesini atlatamamıştım ki, sağlam bir yumruk da burada yedim.
Balkanlar ve Türkiye’de çektiği fotoğraflarla 2011 yılında Henri-Cartier Bresson Ödülü’ne layık görülen Vanessa Winship daha sonra rotasını, ekonomik kriz ile Büyük Buhran’dan sonra bir kez daha başarısızlığa uğrayan Amerikan Rüyası’nın etkilerini belgelemek üzere Amerika’ya çevirmiş. She dances on Jackson (2011-2012) California’dan Virginia’ya, New Mexico’dan Montana’ya temel insan ilişkilerinin, adeta şiddetin tarihçesini takip ederek tematik olarak merkeze yerleştirildiği fotoğraflar üzerine kurgulanmış.
2008 yılında Gürcistan’ı merceğe alarak Doğu Avrupa bölgesine geri dönen Vanessa Winship, ülkelerinin bereketli güzelliğinin tadını çıkaran ancak geçmişte yaşanan çatışmaların ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki ekonomik krizin melankolisini hâlâ üzerinden atamamış insanlara odaklanmış ve serginin finalini getiren Georgia: Seeds Carried by the Wind (2008-2010) isimli bölümü hazırlamış.
Ne zor şeydir minnetle melankoliyi aynı kareye sığdırmak, birine diğerinden fazla yer ayırmadan, hüznün huzuru gölgelemesine, huzurun hüznü silip yok etmesine izin vermeden ikisini de izleyiciye eşit oranda geçirebilmek ve tabii ki de bunu insan icadı bir makineyle yapabilmek. Bir çift göze, özellikle de baktığı çoğu şeyi görmekten yoksun bir çift göze iyi ve kötüyü aynı anda gösterebilmek, tezatlıkları iki boyutlu bir baskı üzerinde izleyiciye yansıtabilmek Vanessa Winship’in en büyük başarısı. Bir restoran camından, önündeki yemeği az sonra midesine indirecek kız çocuğunun neşesini, aynı restoran camından yansıyan üniformalı bir asker görüntüsüyle gölgeleyebilen, fotoğraflarında izleyiciye salt bir duygu geçirmek yerine, onları gülümsetirken aynı anda boğazlarına adını koyamadıkları bir şey düğümlettirmeyi ihmal etmeyen fotoğrafçıyı yeni bir buluş olarak, takip edilecek sanatçılar listeme zevkle ekliyorum.