Buluntu malzeme veya arşiv malzemesi kullanarak onu belli bir seçkiyle ve bazen yapılan kimi müdahalelerle ortaya çıkarmak, eskiden beri varolan bir yaklaşım olsa da yakın zamanda daha fazla kullanılmaya başlandı. Özellikle yararlanılan görsel malzemenin üretilmesinin ardından belli bir zaman geçtiği durumlarda bu tip yeniden yorumlamalar katmanlı okumalara sebep olabilecek bir zenginlik içeriyor. Fotoğrafların kendi bağlamının bir miktar da olsa dışına çıkarılarak yeniden sunulması çok yeni bir uygulama değil. Hatta fotoğrafın doğrudan basımının mümkün olmadığı zamanlarda fotoğraflar, illüstratörler için görsel bir kaynak niteliği taşırdı. Fotoğraf tarihinin kendi öneminin farkında olmayan kahramanlarından Eugène Atget’nin fotoğrafları, illüstratörlere malzeme olmanın yanında buluntu malzeme kullanmaktan hoşlanan sürrealistler için de önemli bir kaynak oluşturmuştu.
Buluntu fotoğrafların bir araya getirilmesiyle yeniden üretim yapmanın yakın dönemdeki iyi örneklerinden biri, tasarımcı Eric Kessels ve arkadaşlarının Kessels Kramer Publishing çatısı altında çıkardıkları aralarında Useful Photography gibi düzenli yayımların da olduğu bir grup kitap projesi oldu. Arşiv fotoğraflarının yeniden yorumlanması deyince de Düsseldorf Okulu’ndan Thomas Ruff’un zamanında tanıtım amaçlı kullanılmak üzere çekilmiş bir makine fabrikasının arşivinden ödünç aldığı fotoğrafları belirli dijital müdahalelerle yeniden sunması aklıma geliyor.* Buradaki müdahaleler, siyah beyaz fotoğrafların belirli bölümlerinin renklendirilmesinden öteye geçmiyor ama makineleri ve işlevlerini ön plana çıkarmaya da faydalı oluyordu.
SALT Beyoğlu’nun ilk başlarda eleştirildiği noktalardan biri, daha önceden Platform Garanti zamanındaki davetkârlığa sahip olmamasıydı. Yakın dönemde girişteki Forum alanının ilk baştakine göre daha verimli kullanılmasıyla bu aşıldı. Vahap Avşar’ın “Kayıp Gölgeler” sergisi de Forum alanında konumlandırılmış ve açıkçası dışarıdan bakınca içeri girme isteği uyandıran bir yerleştirme olarak dikkat çekiyor. Sergideki fotoğraflar, beton kaideler üzerine monte edilmiş pleksiglasların ardında arkalı önlü olarak yer alıyor. Fotoğraflar, Forum alanında yürümeye başladığınızda üzerinize geliyor hissi verir şekilde yerleştirilmiş. Bu yerleştirmenin izleyiciyi içine alan bir etkisi olduğunu ve aktardığı ruh halini yoğun bir şekilde izleyiciye geçirmeyi başardığını söylemek gerekiyor.
Bu fotoğraflar, giriş spotunda da belirttiğim gibi AND Yayınevi’nin kartpostal olarak yayımlamak üzere sipariş ettiği fotoğraf arşivinden seçilmiş. Seçilen fotoğraflar, sergilenmek üzere orijinal negatiflerinden taranarak basılmış. Avşar, 2010 yılında New York’tan İstanbul’a döndüğünde daha önce de yararlandığı bu arşivin sahibi olan AND Yayınevi’nin kapandığını öğrenerek bu fotoğrafların peşine düşmüş. Yayınevi kapanıp sahibi emekliye ayrılmış, arşivi devralan çocuklarıysa 1969’dan bu yana oluşturulmuş bu arşivi nasıl koruyacaklarını bilemezken, onları arşivi uygun şartlarda saklayacağına ikna ederek satın almış. 25 bin fotoğraftan oluşan arşivi önce koruma yönünde temizlemiş ve tematik başlıklar altında tasnif ederken bunları nasıl sunacağını da düşünmeye başlamış. Fotoğrafları, en baştan beri duvarlarda sergilemek istemeyen Avşar, bir süre sonra izleyicisinin etrafını saran ve onları işin içine çeken bu düzeni seçmiş.
Fotoğraflarda görülen Türkiye, militarizmin ülkenin üzerine çöktüğü, ‘normal’ görüntülerin içinde totalitarizmin izlerinin göründüğü, özellikle yaşı yetenlerin serginin içinde gezerken hatırlamak istemedikleri ayrıntıları çağrıştıracak karanlık bir ülke. Fotoğraflarda askeri semboller ağırlıkla yer alıyor, bunların olmadığı fotoğraflarda bile bir tekinsizlik duygusu mevcut. Bir kitabevini gösteren fotoğraf içinde yer alan -ve muhtemelen satılmak üzere- dizi dizi asılmış bayraklar size milliyetçiliği hatırlatırken, göl kenarında sohbet eden insanların arka planındaki arabanın beyaz Renault olması (o tarihte beyaz Renault henüz sivil polis algısı yaratmamasına rağmen, aklımızın bir köşesine yerleşmiş bu klişe) hemen okumanızı değiştiriyor. Bu göl manzaralı fotoğrafta yer alan adamların birkaç fotoğrafta daha görünmeleri, aynı gün içinde fotoğrafçının çekim için onlarla vakit geçirdiğini de gösteriyor. Bir tepede durup adeta zirve yapan muzaffer bir dağcı havasıyla poz veren kamuflajlı asker fotoğrafı, arkadaki gölün üniversitedeyken gezi düzenlediğimiz Eğirdir olduğunu anlamamı sağlıyor ve trenle geçerken gördüğüm Eğirdir Dağ Komando Eğitim Birliği’ni aklıma getiriyor ve kişisel çağrışımların fotoğrafı okumaya etkisini bir kez daha yaşıyorum. Bu Türkiye, sokaklarında daha çok erkeklerin göründüğü, onların akarsu kenarlarında eğlenmek için buluştuğu, milli bayramlardaki törenlerde -yine erkek öğrencilerin oluşturdukları insan kuleleriyle- gösteriler yaptığı bir ülke. İşin ilginç ve korkutucu tarafı, muhtemelen bu sergi hazırlanırken süregiden ‘Çözüm Süreci’nin serginin açıldığı günlerde nereye kaldırıldıysa ortada görünmemesi ve sanki fabrika ayarlarına dönmüş gibi bu fotoğraflardakine benzer bir ülkede yaşadığımızı fark etmemiz olmalı.
Bir açıdan meçhul fotoğrafçıların fotoğraflarına bakıyoruz, ama bu fotoğrafların kartpostallarda basılmak üzere iş sipariş edilen fotoğrafçıların kullanılmayan ‘artık’ fotoğrafları olduğunu düşünürsek, fotoğrafçıların çalışırken sadece kartpostallar için fotoğraflar üretmeyip dönemin bir belgesini çıkarma çabasında olduklarını da düşündürtüyor.** Daha önce de çeşitli malzemeler kullanarak ve zaman zaman bu malzemeleri yeniden yorumlayarak üreten Vahap Avşar’ın buradaki rolü, bir sanatçıdan çok meçhul fotoğrafçılarla çalışmış ve bir küratörünkine benziyor. Sanırım bu algıya yol açan en büyük etken, sergilenen işlere büyük müdahaleler yapılmamış olması (fotoğrafların üzerindeki tozlar, vb. çeşitli pisliklerin temizlenmeden sergilenmesi gibi) ve müdahalenin fotoğrafların seçimi, kurgusu ve işlerin sunum biçimindeki kararlarla sınırlı olması. Fotoğraf sergilerine gittiğimiz zaman fotoğrafçıların mükemmelliyetçilik peşinde oldukları gözümüze çarparken, buradaki fotoğrafların dijital ortamda temizlenmeden sunulması (üzerlerinde zamanla gelişen bozukluklar, tozlar gibi baskı öncesi aşamasında giderilebilecek kusurlarla ilgili bir işlem yapılmaması) sahiciliklerine zarar gelmemesi kaygısından kaynaklanmış gibi geliyor bana.
Sergide, fotoğrafların tarihlerine dair bilginin fotoğraflardaki insanların giyimlerinden ve araba modellerinden geldiğini söylemek mümkün. Bu tip detaylar bir nevi zaman kodu işlevi görüyor. Fotoğrafçıların törenlerde, millî bayramlarda fotoğraf çekmeleri normal gelse de, normalde fotoğraf çekmenin yasak olacağını düşündüğümüz askeri tesislerin de fotoğraflarda görünmesi ilginç bir ayrıntı. Bir de insanları baskı altına almak için dağlara yazılan sözlerin, sanki gizliden gizliye kadraja alınmış gibi durması, fotoğrafçısının ne yaptığının farkında olduğunu düşündürtüyor.
Serginin, daha doğrusu bu projenin, en baştan itibaren en önemli özelliklerinden birinin bu arşivin dağılmasının önüne geçmesi, uygun koşullarda geleceğe taşınan bir hafıza yaratması olduğunu düşünüyorum. Son on beş yılda özellikle teknolojideki gelişmelere bağlı olarak büyük bir dönüşüm yaşandı. AND Yayınevi’nin arşivine benzer -ölçek olarak farklı olsa da Anadolu’daki stüdyoların arşivleri gibi- pek çok arşiv, farklı nedenlerle saklanamadı ve başlarına ne geldiği hakkında da bir fikrimiz de yok. Bu açıdan bakıldığında, “Kayıp Gölgeler”in arşiv konusuna önem veren SALT gibi bir kurumda yer bulması çok anlamlı.
“Gölgeler”deki fotoğraflar, unutmak istediğimiz ancak bir türlü üzerimizden kalkmak bilmeyen bir zamanı yansıtıyor. Bu topraklarda geçmişimizde yüzleşmediğimiz, hesaplaşmadığımız bir sürü sorun varken, bu gölgenin bazen kalkarmış gibi yaptığı halde farklı biçimlerde süre gider olması, geleceğe yönelik umutlarımızı azaltıyor belki ama önünde sonunda (ki çok uzun bir gelecek olmamasını umarak yaşıyoruz aslında) insanların daha özgür ve eşit olacakları günlerin gelmesi için çabalamaya da devam etmek gerekiyor. O günler geldiğinde açılabilecek, içi boş olmayan bir demokrasi müzesinde yerini bulacak bir iş “Kayıp Gölgeler”.
Son olarak “Kayıp Gölgeler” sergisinin, SALT’ın İstanbul’daki her iki mekânında da 29 Kasım’a kadar gezilebilecek “Nerden Geldik Buraya” sergisinin öncülü olarak açıldığını ve “Nerden Geldik Buraya”nın katmanlı bir şekilde Türkiye’nin 12 Eylül darbesinden bugüne geçirdiği süreci ve o dönemdeki sanatsal üretimi sorgulayan bir sergi olduğunu da hatırlatayım.
*Hatje Cantz tarafından yayımlanan kitap, bu iş hakkında fikir sahibi olmanızı kolaylaştırabilir: http://www.hatjecantz.de/thomas-ruff-1388-1.html
** Vahap Avşar’ın ‘Kullanma Kılavuzu 2.0: Türkiye'de Güncel Sanat 1975-2015’ kitabında yer alan söyleşisinden.