Üçünüz nereden tanışıyorsunuz, Mamut’a katılma kararını böyle hep beraber mi aldınız?
Evren: Hepimiz Marmara Güzel Sanatlar Fakültesi’nden arkadaşız. Okul bittikten sonra diyaloğu hiç koparmadan beraber etkinlikler yapmaya, karma sergilere katılmaya devam ettik.
Serkan: Evren “böyle bir şey var, ben katılacağım, isterseniz siz de bir inceleyin” dedi.
Evren: Ben de Artful Living’de son uzatma duyurusunu görmüştüm, onun üzerine arkadaşlarıma haber verdim. Bir de jüride olan isimler beni cezbetti, portfolyomu görsünler istedim.
Mamut’tan önce katıldığınız sergiler vardı, hatta zaman zaman galerilerle de çalıştığınız oldu. Peki Mamut’a katılırken ne gibi beklentileriniz vardı, bu beklentilerin gerçekleştiğini düşünüyor musunuz?
Serkan: Her galerinin çalışma şekli birbirinden farklı. Kimi zaman o koşullar altında bir galeriyle çalışmak istemiyorsunuz. Mamut tam da bizim galerilerle çalışmadığımız fakat karma sergilere iş vererek kendimizi göstermeye çalıştığımız bir döneme denk geldi.
Evren: Hepimiz daha önce kişisel sergi açtık, karma sergilere katılmışlığımız da var. Ama böyle farklı ve alternatif platformlara dahil olmak güzel bir şey. Açıkçası Mamut’ta başvuruların sanatçı, sanat yazarı, koleksiyoner gibi sanatın farklı dinamiklerinden bir jüri tarafından değerlendirilmesini ve ortaya çıkan seçkinin daha demokratik ve objektif bir bakış açısıyla kurulmuş olmasını kendi adıma beğeniyorum. Çoğu karma sergi bir küratörün gözünden daha kişisel bir bakış açısıyla oluşturuluyor. Sanatın farklı kulvarlarında yer alan kişilerin işlerimiz hakkındaki fikirlerini duymaya ihtiyacımız var. Aynı zamanda İstanbul’daki iki çağdaş sanat fuarına çok daha genç bir alternatif sunuyor ve markalaşmamış ama nitelikli isimlerin görücüye çıkmasını sağlıyor.
Meliha: Ayrıca Mamut’tan sonra görünürlüğümüz arttı ve bir ivme kazanmış olduk.
Peki eksikliğini hissettiğiniz noktalar oldu mu?
Serkan: Açıkçası ben bir eksiklik hissetmedim. Açılışından, sunumundan, gelen koleksiyonere ve izleyicisine kadar son derece memnun kaldığım bir organizasyon oldu. Yaklaşık elli beş tane sanatçıyla tek tek uğraşmak ve böyle bir organizasyonu üç-dört gün gibi kısa bir süreye sığdırmak zor bir şey. Bunların altından başarıyla kalktıklarını düşünüyorum.
Evren: Ekibin genç olması, bütün organizasyonun hiyerarşik bir düzlemde değil de göz hizasında gerçekleşmesini sağlıyor. Samimi bir diyalog kurulabiliyor. Eksik yok, belki bir önerim olabilir, açılış haricinde sadece jüri üyelerinin, Mamut ekibinin ve sanatçıların katıldığı kapalı bir etkinlik de yapılabilir. Etkinliğin bileşenlerinin tanışması açısından. Organizasyon bütün olarak çok başarılı. Genç sanatçılara görünürlük yaratmak anlamında seçkinin kalitesi, sunumu ile birçok iş İstanbul’da düzenlenen çağdaş sanat fuarlarında da yer alabilir. Bu fırsatı yaratabilmiş olması da büyük bir başarı. Bunun altını da kırmızı çizgiyle çizmek isterim.
Kırmızı çizgi deyimi biraz gizli reklam gibi oldu. Bozlu Art Project’te şu an gösterimde olan serginin adı da o çünkü. Bu sergiden biraz bahsedebilir misin?
Evren: Evet :) Galeri yetkilileri işlerimden daha önce haberdarlarmış ama Mamut’ta da görmüşler. Daha sonra beraber bir karma sergide çalıştık sonra kişisel sergi teklifi geldi ve üzerinde çalışmaya başladık. Bu benim iki senedir üzerinde çalıştığım bir konseptti. 26 Şubat’ta sergiyi açtık. Keyifli bir süreç oldu. Üretim süreci olarak son altı ayda çıkan işler hepsi. Mamut’ta gösterdiğim işler de bu konseptin başlangıcındaki işlerdi. Önceleri genellikle sadece ahşapla çalışıyordum. Daha sonra polyesterle beraber kullanmak istedim, bu ilk denemelerimi de Mamut’ta sergiledim. Bu anlamda güzel bir tecrübe oldu, olumlu geri dönüşler aldım.
Sergiye ismini veren kırmızı çizgi senin için ne ifade ediyor?
Evren: Kırmızı çizgiyi siyasi ve askeri söylemin dışında bir metafor olarak kullanıyorum. Hayatın tüm bileşenlerine, hayvanlar alemine, bitkilere, doğaya ve insanlara dayatılan her türlü sosyolojik, kültürel ve psikolojik şemaları reddetme hakkını irdeliyorum. İhlal durumlarını sorgulamak ve gerçeklik fikrinin değişmez olmadığına dair bir öneri getirmek istiyorum. Bugün doğaya sevgimizi dile getirirken bile düşmanca davranıyoruz. Bunun gibi paradoksal durumlara da göndermelerde bulunuyorum.
Yaptığın çalışmalarda da o dayatılan şemaları zorlayan ve geleneğe karşı çıkan müdahaleler göze çarpıyor. Tekniğin hakkında biraz ipucu verebilir misin bizlere?
Evren: Eskizler ile tasarlama süreci başlıyor. Daha sonra malzeme ile oynamaya başlıyorum. Tasarımlar bazen soyut bir anlatımda ya da insandan, hayvanlardan, doğadan bir nesnenin göstergelerinden alıntılayarak oluşabiliyor. Geometrik formlardan organik formlar çıkarmayı seviyorum. Geleneksel bir malzeme ile çağdaş bir malzemenin bir araya gelişi alternatif bir teknik ve okuma yapmaya olanak sağlıyor.
Son işlerinde genellikle ahşapla polyesteri bir arada kullanıyorsun. Bu sayede işlerinde doğalla yapayı çarpıştırdığını ve bu diyalogdan yeni bir anlatı ortaya çıkarmak istediğini tahmin ediyorum.
Evren: Evet, bu iki malzemeyi bir araya getirmeyi çok uzun süredir deniyorum. Birisi sentetik ve yapay, diğeri ise doğal bir malzeme. Aslında bu kavramları net bir şekilde karşıladıkları için onları bir araya getirmeyi tercih ettim. Kurguladığım alt metinle alakalı biraz da. Bazen eklektik ve zorlama bir sonuç ortaya çıkabiliyor. Fakat formlar birbirleriyle uyum sağladığında iç-dış durumunu gösterebiliyorsun. Bazen ahşap, doğal formuyla sentetik bir malzemenin içinden çıkıyor, bazen de tam tersi.
Peki kendinizi heykeltıraş olarak mı tanımlamayı tercih ediyorsunuz?
Serkan: Açıkçası ben kendimi heykeltıraş olarak tanımlamıyorum. Ressam da değilim, sanatın herhangi bir alanıyla ansızın uğraşmaya başlayabilirim. Sanat yapma sevdalısıyım diyebilirim. Disiplinler arası çalışmayı seviyorum. Açacağım sergide resim ağırlıklı olabilir ama bir heykel, bir video işi, bir fotoğraf da olabilir. Genelde belirlediğim kavram ve konseptlerden yola çıkarak işler üretmeyi tercih ediyorum. Kavramın gerektirdiği malzemeyi kullanıyorum.
Meliha: Ben de heykeltıraş olarak tanımlamıyorum kendimi. Ama heykel disiplininin dilini kullanıyorum. Hem mekânsal hem de malzeme olarak, kurguyu o dil üzerinden oluşturuyorum. Son zamanlarda yaptığım işlerde telleri ve onların gölgesini kullanıyorum. Mekânı işe dahil etmeye çalışıyorum. Bu sayede sadece gölgesine baktığımızda desen diyebileceğimiz bir görüntü ortaya çıkıyor. İşin kendi malzemesine baktığımızda ise heykel olarak tanımlanabilir. Bütünüyle içine dahil olduğunuzda ise sinematografik bir etki yaratmaya uğraşıyorum. Bence ‘heykeltıraşım’ ifadesi çağdaş dil içerisinde zaten pek yeterli değil.
Özellikle son işlerinde ışık ve gölge, madde ve madde olmayan arasındaki ilişkiye yer veriyorsun. Bu ikilemler sanatsal pratiğinin her zaman bir parçası mıydı?
Meliha: Ben de üzerinde düşündüğüm kavramı ifade edebilecek malzemeleri seçmeye çalışıyorum. Geçtiğimiz sene Mamut’ta “alt üst” diye tanımladığım bir seriden işlerimi göstermiştim. Üç işten oluşuyordu ve genelde taş ve bronzu kullanmıştım. Ama bir işte taşı kullanırken onun şık ve parlak olan kısmını, diğer işte ise onu paslanmış hatta üzerinde küfünü gördüğümüz bir şekilde kullandım. O işlere hem “alt üst” hem de “ışık gölge” diye iki isim koymuştum. Hem heykelin disiplininin ışık ve gölge ilişkisine göndermede bulunuyordu, hem de kavramsal olarak toplumsal ve sınıfsal meselelere değiniyordu. Bu aralar üzerinde çalıştığım “Direniş Nesneleri” serisi ise Gezi sonrası ortaya çıktı. Bu seride üzerine eğildiğim şeffaflık olgusuyla daha önce de çalışmıştım ama Gezi’den sonra kurduğum bu ilişki daha da derinleşti. Malzeme olarak da teli seçtim, şeffaflık konusu beni o malzemeye yöneltti. Klasik yontu tekniği yerine onları kesip dikerek çalışıyorum.
Peki neden özellikle teli kullanmayı tercih ettin? Şeffaflık dediğimizde aklımıza birçok malzeme geliyor.
Meliha: Teli seçtim çünkü geçirgen olduğu kadar biraz da malzemeyle ironi yaratmak istediğimden. Yumuşaktır şeffaftır, hoş görünür ama tel yine de serttir, kimi zaman da can yakar.
Bu aralar işlerini gösterdiğin bir sergi veya proje çalışması var mı?
Meliha: 19 Mart – 7 Mayıs tarihleri arasında Gaia Gallery’de yapılacak olan “Gündelik Hayatın Mekanını Yeniden Tanımlamak” başlıklı bir karma sergiye katılacağım. Sergi, Irina Batkova ve Ezgi Bakçay Çolak’ın eşküratörlüğünde gerçekleştirilecek. Bunun dışında 23 Mart – 7 Nisan tarihlerinde Sainte Pulchérie Lisesi’nin Od'A-Ouvroir d'Art galerisinde yapılacak olan “Türkiye'den Yeni Nesil Genç Çağdaş Sanatçılar” sergisinde yer alacağım.
“Direniş Nesneleri” isminden de anlayabileceğimiz gibi Gezi’yle bire bir bağlantılı. Peki sizler de güncel olaylara göndermede bulunan işler yapmayı tercih ediyor musunuz?
Serkan: Benim şu an üzerinde çalıştığım sergi güncel konulara değinmesinin yanı sıra toplumsal geçmişe de atıflarda bulunuyor. “Süreç” ismini koymayı düşündüğüm bu sergide, geçen sene Mamut’ta gösterdiğim eski dikiş patronlarını keserek yaptığım işlere de yer vereceğim. Kullandığım materyal belli bir zaman dönemine ait ve kendi hayatıma denk düştüğünü düşünüyorum. Bu patronlar annemin kullandığı bizzat kullandığı patronlar. Yetmişli ve seksenli yıllara ait. Seksenler sürecini 4-5 yaşında yaşamış bir çocuk olarak bunları evde hep açık görüyordum. Annem dikiş sevdalısıydı, hâlâ da öyle. Dışarıda bir takım şeyler olurken ben ev içerisinde bu paftalarlaydım. Birkaç sene öncesinde annemin arşivini karıştırırken bu patronlarla karşılaşınca adeta çarpıldım, dilimin birebir uyuştuğunu düşündüm. Çünkü ben de o zamana kadar daha çok çizgisel işler yapıyordum ve tam da o dönemin siyasi anlayışını hissettirebileceğim, o eskiliği ve yıpranma duygusunu verebileceğim bir materyaldi benim için. Ondan sonra tamamen bu dil üzerine çalıştım ve şu anda hazırladığım sergi de 1980’den günümüze, Gezi dönemi de dahil olmak üzere bu olayları ve gündelik yaşantımızı anlatan, hastalıklı bir toplum imgesini betimlemeye çalıştığım işler içeriyor.
Daha önce yaptığın desen ve çizimlerinde çizgiler birbirine geçiyor, ayrılıyor ve tekrar birleşiyor. Aynı hareket bu patronlarda da var. Kimi zamansa patronun sana verdiği direktifin dışına çıkıyorsun ve kendine yeni yollar açıyorsun.
Serkan: İşler üzerinde çalışırken “bu paftalardan onlarca yüzlerce kıyafet çıkabiliyor, neden hayatlar çıkmasın” diye düşündüm. Fakat onunla sınırlı kalmadı ve patronlar, kullanıldığı dönemi yansıtan politik bir malzeme haline dönüştü.
Patronları kullanırken kişisel bakış açını dahil edip ortaya farklı bir sonuç çıkartabilirsin fakat yine de kim yaparsa yapsın tek bir örnek elbise çıkartabilmek için düzenlenmiş direktifler içeriyorlar.
Evren: Sanırım, Serkan’ın işleri de bu açıdan var olan bir kalıbı reddetme amacı güderek, “değişmez mi?” diye soruyor. Sunulan şablona oluşturulan alternatif bir dil yaratma çabası var hepimizin işlerinde.