Bir mekânın tarihini ve kültürünü yansıtan yapılar, parklar ve diğer , mimari yapılar, ve tabii ki yaşayanların giyim tarzı gibi etkenlerin bir araya geldiğinde kent kültürü hakkında bize ipuçları verir. Oturduğum yerde sürekli inşa edilen gökdelenler arasında sıkışıp kaldığım aklıma geliyor. Duruyorum. Kuzguncuk’un insana soluk aldıran yapısı aklıma geliyor. Kafamda bu düşüncelerle güneşin usul usul gülümsediği bir günde Beşiktaş’tan Üsküdar’a geçiyorum. Elimde Nurduran Duman’ın ‘İstanbul’la Bakışmak Salacak’ kitabı, yerli yabancı bütün gezginlerin favori noktalarından masalsı Kuzguncuk semtine doğru yoldayım.
Her şeyden önce biraz tarih konuşalım. Tarihsel olarak Kuzguncuk, bütün gezmeyi sevenlerin bildiği üzere Boğaziçi’nin Anadolu yakasına Üsküdar, Paşalimanı ve Beylerbeyi arasındaki vadiye kurulmuş bir yer. Çoğunlukla Avrupa’dan gelen Yahudilerin ‘kutsal topraklara ulaşmadan önceki son durak’ olarak gördüğü ve 18.yüzyıldan itibaren yerleşmeye başladığı bu semt yıllar içinde hem mimari hem de sosyal açıdan birbirinden farklı kültürleri ve insanları bir araya toplamayı başarmış bir yerdir.
Ve rotaya başlamadan önce son bir soru; Kuzguncuk ismi nereden geliyor?
Kelime olarak Kuzguncuk, eski adının “Hrisokeramos” olduğu ve “Altın Kiremit” anlamına gelen bu adın yerleşmeye, II. İustinos tarafından yaptırılmış olan, çatısı altın yaldızlı kiremitlerle kaplı bir kiliseden geldiği söylenmektedir. Kuzguncuk adının kökeniyle ilgili görüşlerden bir diğeri de eskiden “Kosinitza” adıyla anılan semtin, yıllar içerisinde bu adının bozularak “Kuzguncuk” olduğu şeklindedir. Bir başka popüler anlamıysa, Evliya Çelebi’nin Fatih Sultan Mehmet döneminde bu yörede yaşayan “Kuzgun Baba” isimli bir veliden aldığı şeklindedir.
Yaşayan Bir Açık Hava Müzesi
Kuzguncuk’a ulaşmak için vapurdan indikten sonra Paşalimanı’ndan geçerek yürümeye başlıyorum. Yol üzerinde sanat ve tarihin buluşma noktası olan, son dönemde Devlet Tiyatro ve Balesi’ne verilen Eski Tekel Binaları’nın önünden geçiyorum. Burası artık eskisi gibi bir tütün deposu değil, aksine bir sanat deposu! Bu güzel deponun önünde dururken, gelirken okuduğum kitabın da etkisiyle her kenti oluşturan öğelerin bütününün, kentsel dokuyu oluşturduğunu düşünüyorum.
Bahsettiğim kentsel dokuyu oluşturan öğeler çoğunlukla mekan, form, renk, ışık, doğa gibi etkenlerden oluşuyor. Bütün bu elemanların bütünüyse kentin yaşanılan fiziksel yapısını görünür hale getiriyor. Bu karışıma bir de insan faktörü katıldığında, şehrin esas temelleri atılmış oluyor. Çünkü insan, çevresinde gördüğü ve algıladıklarını sanatına yansıtabilme yeteneğine sahiptir. Tam da bu yüzden, nesillerdir üç ayrı dine ve kültüre ev sahipliği yapan Kuzguncuk, şehrimizin en nadide semtlerinden biri olma özelliğini her zaman korumaya devam ediyor.
Ve semt olarak bizlere bir açık hava müzesinin sadece arkeolojik bulguların açık hava mekanlarında sergilendiği yerler olmadığını da işaret ediyor. Şehir yaşamında gizlenen tarihle sanatı birleştiren kentsel mekânlar da mimari ve kültürel yapılaşmaları sebebiyle birer açık hava müzesi sayılabilirler.
Sanatın ve Sanatçının İlham Perisi
Bu rotada bahsettiğim insan faktörüne en güzel örnek Kuzguncuk ve bu semtin adı anıldığında ilk akla gelen kişiler heykeltraş Kuzgun Acar, Oktay Rıfat ve Can Yücel’den başka kim olabilir? Can Yücel’in semtten gitmeden önce yaşadığı sokaktaki evi bile etrafındakilere ilham kaynağı olmaya yetecek özellikleri taşıyor. Evin sokağından çıktığınızda, az ilerinizde yöre sakinlerinin uzun süren uğraşları sonucunda Boğaz’ın ender kalan yeşil alanlarını korumak için oluşturulan Kuzguncuk Bostanı’nı görebilirsiniz.
Bütün bu oluşumların sebebiyse bu kemikleşen öğelerin sanatsal özellikler ve estetik değerler taşıması ve kamuya, yani başka bir deyişe halka ait olmasıdır. Şehir içinde şehirleşmeyen yapılaşmasıyla ilgi odağı haline gelen Kuzguncuk’a gittiğinizde ilk dikkat çeken yerlerden bir diğeri de Perihan Abla dizisinin çekildiği sokaktır. Bu sokağın köşesindeki arnavut kaldırımı zamanında bölge sakinlerinden Mimar Cengiz Bektaş’ın da teşvikleriyle semt sakinleriyle beraber yapılmış.
Çağdaş sanatın ve kamusal alanların beraber kullanabilineceğine güzel bir örnek sunan bu sokak da yürürken 2014 yılında yapılan üç boyutlu murallara da rastlayabilirsiniz.
Bu eserlerin sahibi İspanyol sokak sanatçısı Pajec, resim hocalarına kızdığı için duvarları boyamaya başlayıp, ardından müzeye veya galeriye gitmeyen ya da gidemeyenlere sanatı ulaştırmak için çizmeye başlıyor.
Aslında kendi kategorilerinde farklı özgünlüklere sahip olan bütün bu öğeler birleştiğinde, semtin anlaşılabilirliğini sağlayan sanat ürünleri olarak değerlendirilebilir. Bu bağlamda çağdaş sanat, aynı Kuzguncuk örneğinde olduğu gibi, gelenek ve göreneklerin, ve bunlara bağlı farklı görüşlerin toplandığı bir yer olarak algılanınca, zannedildiği kadar karmaşık bir şey olmaktan çıkıp sokağa taşınır. Ve sokağa taşındığıysa hayatla birleşir.
Müzeler ve sanat galerileri, şehir hayatının hızlı temposu içinde yaşamak durumunda olan insanın sanat gereksinmelerini karşılamaya yetmediği için Kuzguncuk gibi masalsı yerler bizlere sanatın sadece müzelerden/galerilerden çıkartılıp, caddelere, meydanlara taşınmasına, günlük yaşamın içine girmesi gerektiğini işaret eder.
Daha geniş kitlelerin bu etkenlerden beraber faydalanması yönünden de uygulanabileceğini de gösterir. Sanat içeriden dışarı çıktığında, başka bir deyişle sanat sokakla buluştuğunda üretim çoğalır. Dışarıda soluklanan sanat yaratımı, geçmişten feyz alarak varolan kültürü geliştirmeye, ve aynı zamanda yeniliklere açık olmaya ışık tutar. Başka bir deyişle, sokaktaki hayat sanata da hayat verir.
Bu rota sakın gözünüzü korkutmasın. Aslında okunduğu kadar zor değil. Dönerken biraz soluklanmak için Salacak’ta mola verip, sahilde çayınızı yudumlarken boğazı seyretmek Avrupa yakasındaki gökdelenlere selam vermek isterseniz, çekinmeyin!