TUNCA’nın yemek pişirme pratiği ve 20. yüzyıl ütopyaları zemininde yaptığı tarihsel araştırmalarının bir sonucu olan kişisel sergisi “Muhatabı Olmayan Mutfak” ve sanatsal pratiği üzerine bir yazı.
Keskin bıçaklar, her an kırılabilir camlar, yüksek ısı ve buhar… Mutfak tehlikelidir. Kaza her an yakındadır. Zaten mutfağın cazibesi, bütün risklerin kontrol altında tutularak bir şeyler üretebilmekte yatar. TUNCA’nın da mutfağa duyduğu ilgi buradan filizlenir. İmalathane’de izleyiciyle buluşan “Muhatabı Olmayan Mutfak” sanatçının gastronomiyle ve mutfakla kurduğu ilişkinin zirvesini işaretliyor. 6 Nisan’a kadar sürecek sergiyi anlamak için biraz geriye gitmek ve “Desire” sergisine bir göz atmak gerekebilir. Mutfağın çelişkileri onu üretimin mekânı hâline getirir. Mutfak, Kuper’in futbol için söylediği gibi, asla sadece mutfak değildir. TUNCA da bunun farkında.
2014 yılının sonunda Art On’da izleyicilye buluşan “Desire”, yirminci yüzyılın önemli liderlerinin portrelerini yemek üzerinden sunuyordu. Bu sayede sanatçı, gastronomi ile politikayı kesiştirmeyi başarmıştı. “Desire” ile “Muhatabı Olmayan Mutfak” arasındaki organik bağ iki sergide de bulunan bazı işler ile görülebiliyor. Sergileri arasındaki bu geçirgenlik sanatçının pratiğinin önemli bir parçası. Mutfak ile atölye arasındaki bağ, iki üretim mekânındaki bilginin birbirini tamamlaması anlamına geliyor. Alışılageldik bir disiplinlerarasılıktan ziyade bir çeşit düşünme ve üretme alışkanlıklarının paylaşımını gözlemlemek mümkün. İki sergi arasındaki teması sağlayan işler sanatçının siyasi anlatılar hakkında çizdiği oyun sahasını netleştirerek gastronomiyi bu alan içerisinde konumlandırmasını kolaylaştırıyor. Politika ile yemek arasındaki bağlar TUNCA’nın gastronomi ile güncel sanat arasında kurduğu köprüyle yapısal olarak benziyor. Dolayısıyla serginin ne söylediğini anlamak ile söyleyiş tarzındaki özgünlüğü içselleştirmek için önemli bir yer tutuyor. “Muhatabı Olmayan Mutfak” sergi tasarımıyla başarılı bir çerçeve kuruyor: Mekânın duvarlarında “Desire” sergisinden işler görülürken alanın ortasında gözden kaçması imkânsız bir mutfak.
Politika icraatın hayati olduğu bir saha. “Yapmak”, bir politikacının görevinin gereği olduğu gibi görevde kalmasının da koşulu. Fakat amaca ve yönteme dair sorular bir yol haritasını gerekli kılıyor. İdeoloji, bir politikacının pratiğe döktüğü şeylerin teorik altyapısını inşa eder. Modernizmin en önemli icatlarından olan ideolojiler, bir ütopyaya gitmek için en kısa ve ahlaki yolları işaretlemeyi kendilerine görev bilirler. Geçtiğimiz yüzyıl ise iki dünya savaşı, sayısız bölgesel savaş ve neredeyse elli yıllık soğuk savaş ile ideolojik anlatıların altın çağına sahne oldu. Bu yüzyılın liderleri ise bu yazgıya ayak uyduran figürler değil, o yazgıyı kelimesi kelimesine dokuyan aktörlerdir. Kimisi güler yüzlü ve esprili karakteriyle kimisi de despotluğu ve sert mizacıyla tanınan bu liderler için nasıl göründükleri her şeydi. İmajına bu kadar önem veren bir lider için hiçbir görüntü tesadüf eseri ortaya çıkmamalıdır. Yemek ise bir liderin mesajları için ince bir çizgi olabilir. Bir insanın yemek yerken görüntüsü onun terbiyesi, üslubu, temizliği, aç gözlülüğü gibi birçok şey hakkında yorum yapılabilmesine imkân sağlar. Hepsinden önemlisi bir liderin yemek yerkenki görüntüsü, belki birtakım arzu edilmeyen yönlerin ifşalanması ile oldukça insanidir. İdeolojilerin işaret ettikleri ütopyalar kusurlardan azade olmak zorunda değildir. İnsani kusurlar, ideolojik ütopyalar tarafından konu edildikleri zamanlarda ya inşa edilmiş dünyaların içinde kusur olmaktan çıkmışlardır ya da insanlar bu ütopyalarda onlarla uyum içinde yaşayacak hâle gelmişlerdir. Bir ütopya için kusur ile sorun aynı anlama gelmez. İnsani kusurlar var olabilir, ancak bu bir sorunun varlığına işaret etmez. Fakat ideolojinin sunduğu dünyanın elde edilmesi için bedeller ödenmesi, geminin fırtınalı sulardan geçmesi gerekir. Bu esnada dümenin başında duran, yolu gösteren kişi örnek olması gerektiği gibi kusurlardan da arınmış olmalıdır. Bu liderler için yemek insan olmanın, yerken görünmek ise insani kusurların bir beyanıdır adeta. Açlığın ve arzunun ifşası. Bir rüyanın yıkılışı.
Mekânın ortasında diğer işlerden biraz ayrı görünen mutfak TUNCA’nın 13 Ocak ile 9 Mart arasında gerçekleştirdiği dört performansıyla sergideki yerini buluyor. Bütün işlerliğinin yanında diğer beş işle beraber mutfağın da bir yerleştirme olarak görülebileceğini söylemek gerekli. Konukların birbirini görebilecek şekilde oturduğu bu mutfakta şef merkezde yer alıyor ve hazırladığı menüleri servis ediyor. Konukların oturacağı yüksek tabureler hareketli olsa da yemek yiyebilecekleri alan mutfağın etrafını tamamen sarmıyor. Yani yerleştirme içinde izleyici performansı gerçekleştiren kişiye göre daha hareketsiz. İzleyici mutfakta etrafındaki liderlerden, politikadan ve ideolojik bombardımandan uzaklaşabildiği yarı izole bir alan keşfediyor. Bu alan bir yanılsamadan ibaret olsa bile izleyicinin performanslar süresinde diğer işlerle ilişkilenme biçimini şekillendiriyor. Sanatçı performanslarında bir şef ve bir konuğunu ağırlayarak beraber yaptığı bir yemeği izleyicilere servis ediyor. İzleyicinin performanslardaki konumunu katılımcı olarak adlandırmak fazla iddialı olabilir ancak TUNCA’nın performansının aktif bir parçası olduğu kesin. Gastronomi ile antropoloji, sanat, sosyoloji ve tarihin birleşerek özel yemeklerin yapıldığı performanslar yemeği bir sanat nesnesi olarak kullanıyor. Kullanılan malzeme ve bu malzemelerin bir araya getiriliş şekli kadar tariflerin seçimi de bütünlüklü bir hikâyenin ya da tartışmanın yapılmasını sağlıyor. İzleyicinin performansın parçası hâline gelişi tam da bu sayede mümkün oluyor. Çünkü sanatçı mutfağın etrafını çeviren işlerinde tartıştığı, insana ait olan ve ideolojik olan arasındaki ikiliği kontrollü bir ortamda yeniden üretmiş oluyor. İzleyici bir anlatı sonucunda ortaya çıkan yemeği yerken mutfağın konumlanışı sebebiyle Mao, Stalin, Kruschev ve Churchill’den kopuyor. Bazı taburelerden bazı işler görünüyor olsa da odak tamamıyla mutfağın içine toplanıyor. Performans bitiminde mutfağın dışına çıkan izleyici kendini İkinci Dünya Savaşı’nın eli kanlı liderleriyle beraber yemek yemiş vaziyette buluyor. Kendisine yemek yapan üç kişiden bir tanesinin Mao Zedong’a da yemek yapmakta olduğunu görüyor. Burası artık TUNCA’nın yemek salonu ve bu salonda aynı masayı paylaşmaktan memnun olmayacağınız insanlar var. Sanatçının bir şef ve bir konuk ile yaptığı yemekleri yedikten sonra yirminci yüzyılın pek de hoş olmayan birkaç figürüyle en az bir ortak noktası olan izleyicinin yeni konumu oldukça huzur bozucu.
Belirtmek gerekir ki TUNCA, izleyiciyi performans içerisinde yeniden konumlarken bunun yapaylığını görüyor. Performansa katılan izleyicinin performans bitiminde kendini bir avuç insanla beraber Hitler’in yemek odasında kalan son kişiler olarak görmesi duruma bir mizah katıyor. Fakat bu TUNCA’nın izleyiciyi itham etmesi anlamına gelmediği gibi izleyici için de aksinin kanıtlanması gereken bir durum değil. Zira ortaya çıkan “ortak nokta” sanatçının planladığı, gastronomi üzerinden kurduğu oyunun bir parçası: TUNCA’nın mutfağı TUNCA’nın kuralları. Bu yüzden performansın bitimi bir yol ayrımı olabilir. İlk yol, sanatçının kurduğu oyunu oynamış olmak ve fark etmeden düşülen durumun karşısında sanatçının ince zekasını takdir etmek. Oldukça sorunsuz ve tercih edilesi bu yolun yanında diğer yol ise daha zorlayıcı.
Bu sergi özelinde izleyiciyi yeniden konumlayan sanatçının oyununu alkışlamak sanatçının eylemini desteklerken söylemini zayıflatıyor olabilir. İzleyicinin performans sonunda masasını paylaştığı yemek arkadaşları rızanın inşası konusunda oldukça deneyimli isimler. TUNCA’nın onları bu mutfağa davet etmesi de boşuna değil. Her biri kendi kitlelerini yaratan, dönüştüren, genişleten ve tekrar tekrar şekillendiren bu liderler tarihin farklı noktalarına galip ya da mağlup olarak yazıldılar. Fakat bu liderlerin etkilerini bu denli geniş kılan etkenlerden biri, özellikle ilk yükseliş dönemlerinde, iletişim konusundaki mahirlikleri idi. Siyasi iletişim hakikati değil zaferi önceler. Kendini kabul ettirip destek bulan söylem ya da eylem meşruiyet yollarındaki taşları kendi elleriyle döşemiştir. İktidar geçtikten sonra hakikat önemsizleşir. “Muhatabı Olmayan Mutfak” eğer sanatçının izleyiciyi tekrar konumlamasını takdir etmek üzerinden okunur ise TUNCA’nın ortaya attığı tartışma yarım kalabilir. Sanatçı performansta kendisini bir ideolog olarak konumlayıp kendi “ürünlerini” kitlesine servis ediyor. Bir amaca ya da anlatıya uygun üretilen yemekler servis edilip mutfağın otoritesinin karşısında sorgusuzca tüketilirken sanatçı kendi rolünü de izleyicinin rolünü de kaçınılmaz olarak basite indirgiyor. İzleyiciyle tek düzeleşen roller içinde performansı paylaşırken performans içindeki rollerin de sorgulanmadan icra edilişini açığa çıkarıyor. Günün sonunda izleyici, fark etmeden bile olsa, kendini sanık sandalyesinde buluyor. Önemli olan konumu değil, o konuma nasıl geldiği. TUNCA izleyiciye küçük bir şaka yapmaktan ziyade ona “kötülüğün” ne kadar kolay saflarını genişletebileceğini gösteriyor. Sanatçı yetmiş yıl öncesinden örneklerle zararsız bir yöntem seçmiş olsa bile bugün demokrasilerin popülist yönetimlerle sınandığı düşünülünce son derece güncel. Aralarında İtalya, Belçika, Amerika Birleşik Devletleri, Filipinler, Arjantin, Brezilya ve İsrail’in bulunduğu birçok ülke geçtiğimiz on yılda demokrasileri için zorlu sınavları vermekte zorlandı. Asıl soru, politikacılardan ziyade sosyal medya fenomenlerine veya televizyon ünlülerine benzeyen bu figürlerin nasıl başarılı olduğu. TUNCA, “Muhatabı Olmayan Mutfak” ile kurduğu mikrokozmoz sayesinde bir deney-gözlem alanı sunuyor.
Bu deneyde yemeğin ne kadar merkezi bir konumda olduğunu tekrar tekrar açıklamaya gerek yok. TUNCA’nın mutfağında yemeğin ve mutfağın birleştirici rolü ile politikanın bir araya getirme amacı birlikte düşünülmeli. Aynı sofrayı paylaşmak birçok açıdan eşitleyici bir deneyim. Kimin hangi masada kiminle beraber oturduğu onun rütbesine ve sınıfına dair birçok şey söyler. Zaten sanatçı da tarihi figürlerle izleyiciyi bu sebeple bir araya getirmişti. Ancak burada dikkat çekici olan şeylerden biri milyonlarca insanı silah altına alıp onları “yönetmiş” kişilerle eşit konuma gelmek. Öte yandan yemek, kültürle olan ilişkisi sebebiyle politikacılar için oldukça kullanışlıdır. Yemeği yerken görünmekten kaçınanlar onu bir kimlikle özdeşleştirmek konusunda her zaman oldukça hevesli olmuşlardır. Aynı salatayı hem Ruslara hem Amerikalılara ithaf eden Türkiye, bu isimlendirmeyi soğuk savaşta tercih edilen konumu dilde ve hafızada köklendirmek için yapar. Benzer şekilde “Türk mutfağı” ve “Yunan mutfağı” arasındaki çekişme iki tarafın da siyasi arenada elde edemediği üstünlüğü kültürel düzlemde elde etme amacının bir yansımasıdır. Buna ek olarak yemek, bir ekonomik gösterge olma özelliğini taşır. Hangi yemeği yediğimi onun kim olduğunu, hangi işle hemhâl olduğunu açık eder. Lüks restoranlar, esnaf lokantaları ve seyyar satıcılar kitlesini tanımlar. TUNCA’nın mutfağı bu açıdan tarihsel bir içgörürüye imkân sağlıyor. Sanata erişimin sınıfsallığı bu yazının konusu olmadığı gibi, özellikle Türkiye tarihinde, egemen sınıfların yöneticilere verdiği destek de açıklanmaya ve tartışmaya gerek duyulmayacak bir konudur. Mutfak ise sanat ile ayrılarak farklı toplumsal kesimlere direkt temas edebilir. Sanata erişimi olmayan kitleler de kendi yaşam pratikleri içerisine gastronomiyi barındırırlar. İhtiyaçlar hiyerarşisinin alt basamakları, yemeği en temel ihtiyaç olarak imlerken sanatı “aciliyetsiz” bir ihtiyaç olarak tanımlar. “Muhatabı Olmayan Mutfak” ismini buradan, tanımsızlıktan ve belirsizlikten alıyor olabilir.
TUNCA’nın oyunu kendi kurallarını koymaktan geri durmadığı gibi hiyerarşileri de dik kesiyor. Sergi tartıştığı konuları filtresiz bir şekilde ele alıyor. Bunu yapan ilk ve son sergi olmamakla beraber sanatçı sergisinin algılanış biçimini de cesurca alaya alıyor. Alaya almak aşağılamak veya yermek anlamına gelmez. Tam tersine, sanatçı hakkında yapılacak ve yapılmış yorumları, oldukça ciddiye alarak ona sorular sormaya cüret ediyor. “Muhatabı Olmayan Mutfak” onunla yapılan tartışmanın ne denli ilerleyeceğini test ediyor. Sanatçının her cevabı bir öncekinden daha sarkastik görünüyor ve bu bir strateji olarak benimsenmiş durumda. TUNCA, yemeğe davet ediyor. Davete icabet âdettendir, evet. Ancak bu misafirliği ne denli ilerleteceği ziyaretçiye kalmış. Gastronomi, güncel sanat ve politik tarih üçgeninde yürüttüğü pratiği sayesinde sanatçının cevapları tükenmiş değil. Bu diyalogun parçası olmak isteyen izleyici için “Muhatabı Olmayan Mutfak” 6 Nisan’a kadar izleyiciye açık. Ancak önemli olan TUNCA’nın bu tarihten sonra bizi mutfağına ne zaman davet edeceği olacak. 2014’te geçmiş aşırın liderlerinin gastronomisini hafızayla kesiştiren sanatçı bugünkü sergisinde bizi bu liderlerle aynı masaya oturtuyor. Gelecekte gastronomi ve ideolojik heyulaların kesişiminden neler doğacağı bir muamma olsa da sanatçının ilerlediği yolda yeni ütopyaları deşifre edeceğine şüphe yok. Yeni ütopyalarda yeniden buluşacağımız TUNCA, “Muhatabı Olmayan Mutfak”ta gösteriyor ki keskin bıçaklar, kahkaha atan diktatörler ve parlak bir mutfak varsa hatırlamakta fayda var, TUNCA’nın mutfağı, TUNCA’nın kuralları.