Diyarbakır'da yaşayan ve üreten Özmen'in İstanbul'a gelişi, buradaki sanat ve edebiyat camiası için heyecan verici bir olay. Onu yanında eşi Zelal ve sergideki işlerin yıldızlarından, yedi yaşındaki oğulları Robîn ile PİLOT'un girişinde görenlerin yüzüne hemen bir mutluluk ifadesi yerleşiyordu. Özmen ile “Çıkış Var” adını verdiği sergisindeki metinlerini, etkileyici yeni video'sunu, kurşun dökme konseptini ve "her şeye rağmen iyimser olmak mümkün mü?" meselesini konuştuk.
Sergi başlığındaki umutlu tonla başlamak istiyorum. “Çıkış Var” içinde yaşadığımız şu kötü gerçeklikle, şiddet ortamıyla karşıtlık oluşturması amacıyla seçilmiş bir başlık mı? Nasıl tarif etmek istersin?
Bir olasılık aslında, sevdiğim bir deyişle bir mümkünat. Sert değil, belirleyici değil, in-direkt değil, zorlama değil… Bir aşk ilişkisindeki çıkmazı aşma umuduyla, sevgiliye söylenen ancak bir reçete önermeyen bir söz gibi. “Çıkış Var”, çıkıştan başka bir yol, bir olasılık olmadığını mı gösteriyor? Belki de. Belki de biz ölümlüler için başka bir yol yoktur. Benim için en fena gerçeklik, yaşadığım bu zamanlardır, beni ve birlikte yaşayabileceğimizi düşündüğüm zamanları düşünmekten alı koyan zamanlar. Nihilist bir sanatçının “Çıkış Var” demesi de bir hayli ironik.
Yüreğime korku salan insanlarla nasıl bir arada yaşayabilirim? Şiddeti bir hak olarak görenlerle nasıl konuşabilirim? Faşizmi tarif edebilirim ama! Bu tamamlanmamışlığın histerik bakışlarını tarif edebilirim. Çinli diye Koreli döven, gariban Kürt köylüsüne Atatürk büstünü öptüren, Kürtçe konuşuyor diye öldüren, esmer diye lince girişen güruhun bu ülkenin en büyük düşmanları olduğunu pekâlâ söyleyebilirim. Beslenme kaynakları nispeten daha fazla. Taksi şoförü, bir halkı en kestirme yoldan nasıl yok edebileceğimizi anlatıyor hararetle. Simitçisi de öyle, esnafı da. Sen bir de Diyarbakır’a gel, gir o yok etmek istediğin esnafın arasına, Ulu Cami’nin orada sana bir bardak kaçak çay ikram etsinler, yudumla o çayı ağır ağır, dinle o Kürt yaşlılarını, o esnafı. Tezer Özlü’nün söylediği gibi, “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi.” Çıkış var, var evet, nefret söylemini terk ettiğimiz gün, açılacak o kapılar.
“Çıkış Var” bir metinle açılıyor ve metinler, kelimeler burada bana hayati görünen bir rol oynuyor. Sergi aynı zamanda senin edebi bir üretimin mi, bunları bir arada mı değerlendiriyorsun?
Evet, ışık saçan bir metinle. Bu metin, benim yazınsal pratiğimle tümden örtüşüyor. Orada, karanlığın içinde, havada asılı duran ışıklı bir levha var. Mitolojik çağların buluntu levhalarından alıyor gücünü, sözün kutsiyetinden. Bu bir mektup aslında, serginin basın bülteninde söz edilmişti. Çaresiz değilsinizdir. Sanatın eylemi budur, bulmak, keşfetmek, iletmek. Serginin, sanatçının sözüyle açılmasını istedik, iyi de yaptık. Oradan, mitolojik bir koridora geçiyorsunuz. Solda “Şahmaran“, sağda “Kurşun Üçlemesi”. Ben hep bir arada düşündüm, iki disiplinin de birbirine kattığı çok şey var, bunu zamanla daha net gördüm. Şimdi, Kürtçe kaleme aldığım romanlar Türkçe çevirisiyle yayınlanıyor. “Spinoza’nın Günlüğü”nden sonra, ikinci romanım da Everest Yayınları'ndan çıkıyor. Bu yönüm biliniyordu bilmesine, ancak dil büyük bir sorundu her seferinde. Süreklilik de önemli.
Tripod, sinemacılar için doğru, dengeli çerçeveyi oluşturmanın aracı, sen sergideki “Tripod” işinde onu betona gömmüşsün. Bu heykel senin video geçmişine bir gönderme olarak mı okunmalı yoksa gerçekliği çerçevelemenin sorunları üzerine daha soyut bir yorum olarak mı?
Gömdüm evet! Keşke silahları da gömebilselerdi! Tripod, kâbustu benim için. Varlığı tehdit ediciydi. Çünkü, o an, orada –orası her zaman kent dışı bir arazi oluyordu- kalmak, zaman harcamak, yerleşmek zorundaydınız, ki bunu istemiyordum. Alıkça bir duyguydu belki de. Tehdidin nereden geleceğini bilmiyordum. Yerleşmek istiyordum ve bunu herkesten daha çok istiyordum. Olmuyordu ama. Tripodu yanımda taşımama rağmen, onu kullanmıyordum. Bunun yerine, en az tripod kadar sabit durmayı beceren kameramanlarla çalışıyordum. Ufuk çizgisi bir türlü düzelmiyordu, ben ufuk çizgisini yitirmiş bir sanatçıydım. Kimi hayatının anlamını sorgular, hiç böyle bir sanatçı olmadım. Tüm sanat hayatı boyunca derdini dile getirme mücadelesi veren bir sanatçı da olmadım. Benim için tripod ve tripodla birlikte gelen sorunsal daha teorik bir düzeydeydi. Bundan söz etmekten hoşlanıyordum. Bu tabii, video üretim süreciyle birlikte gelişti. Şimdi bile izlerini görüyorum. Son videom bir mekânda çekildi. Tabii ki tripod kullandık, ama dediğim gibi, tehdit yoktu. Rahattım. Bununla birlikte, gerçekliği çepeçevre görebilen ancak imgesel olarak taşınamayan bir kütleye gereksinim duyuyordum. Bu, tripodun orada kalacağına işaretti. İstediğim zaman gidecek ve çekimimi yapacaktım.
“Canlı Bir Güvercine Barış Nasıl Anlatılır?” videosunun çekim sürecini, oğlunun seslendirmesini, bu sırada yaşananları anlatabilir misin?
İkimiz için de ilginç bir deneyim oldu aslında. Çünkü, başından beri birlikteydik. Başından beri derken, bombaların patladığı, öncesinde yaşanan 6-7 Ekim olaylarından itibaren. Barış sözcüğünü ilk dillendiren de o oldu. Oturup, yazdı hissettiklerini. Bense, bu sürecin bir videoya dönüşmesi düşüncesine henüz yabancıydım. Bir video olsa bile, Robîn’in sesi olmayacaktı. Zamanla, barışı en çok çocukların hak ettiğini, biz yetişkinlerin bu hakkı onlardan gasp ettiğimizi düşünmeye başladım, ki bu gerçekten acı vericiydi! Başta, tıpkı benim gibi, yoğun işleri olduğunu –çizimler yapıyordu- öne sürdü ve metni okumak istemedi. İkna olduğunda ise, ağırdan aldı. İki kayıt aldım. Montaj aşamasında hep yanımda oturdu, kendi sesini dinledi, güvercini izledi, beni izledi. Tek derdi, güvercinin kaderinin ne olacağıydı. Onun tanıklığında salıverdim. Sergi düşüncesi, pek belli etmese de, onu da heyecanlandırdı. Bir anda merkezdeydi. Bu serginin tüm aşamalarına tanık olan, destek olan, fikirleriyle önümü açan başkaları da oldu. Galericim Azra Tüzünoğlu, Pilot kabininden Amira Akbıyıkoğlu ve Nursaç Sargon, dostum Halil Altındere ve hayat arkadaşım Zelal, onlar olmasaydı, bu nihilist sanatçı bunca adımı atmazdı.
Sergideki kurşun işlere, “Kurşun Üçlemesi”ne gelmek istiyorum son olarak. Kurşun döktürme fikri, kurşunların bu kadar belirleyici hale geldiği bir süreçte bir ironi mi yoksa iyimserlik mi?
Bir serzeniş… Annem dökerdi mesela. Her ihtimale karşı hâlâ bir avuç bulundurur gizli sandığında. Bu çalışma, tuhaf bir şekilde benim 2003 yılında ürettiğim “Supermuslim”le kavramsal yollardan buluşuyor. “Supermuslim”de Tanrı’nın adaletine sığınan Kriptonlu bir süper kahraman vardı, “Kurşun Üçlemesi”nde ise temenniler var, geleceğe dair pek de iyi olmayan işaretler… Biri anadil, diğeri dünya ve sonuncusu da lanetli Ortadoğu için dökülmüş üç avuç kurşun. Dedim ya, mitolojik bir koridor bu. Solda “Şahmaran“ var. Onda da kurşunlar var. Bir halka halinde Şahmaran’ı kuşatmış ölümcül kurşunlar. Bir türlü peşimizi bırakmayan kurşunlar! Yine de iyimserim, bir Uzakdoğu iyimserliği üzerimdeki.