New York’tan, Paris’e, Roma’dan Atina’ya, Kuala Lumpur’dan, Pekin’e, dünyanın dört bir yanında, büyük çapta ilgi uyandıran sergiler açan, aynı zamanda Fernando Botero’nun eşi olarak tanıdığımız Vari; heykelleri ve resimleri dünyaca ünlü kişisel ve kamusal koleksiyonlarda yer alan, renkli ve çok yönlü bir sanatçı olarak biliniyor. Türkiye’deki ilk sergisini Pera Müzesi’nde açan Vari, 1960’lardan günümüze uzanan sanat yaşamı boyunca, uygarlık tarihini ve dünya kültürünü Akdeniz’in görkemi ve ışığıyla birleştiren bir sanatçı olarak tek bir dil ile özünde ve temelinde çok dilli bir sanat anlayışını benimsiyor.
Ne geçmişe ne de geleceğe dönük, zamandan bağımsız olarak ortaya çıkan sanatçının tuval üzerine çalışmaları, bronz ve mermerden heykelleri, epoksi rölyefleri ve kolajları bir birlik ve bütünlük yaratırken, aynı zamanda kendi aralarında küçük fakat çok sesli çekişmeleri saklayarak, o bütün içinde başlıbaşına bir devingenlik, bir hareketlilik kurguluyorlar. Her biri birbiri ile ilintili olan tüm bu çalışmalar tek bir dilden çıkan “bir kelimenin” yine o dil tarafından farklı tınılarda söylenişini andırıyor. Yapıtlar arasındaki parallellik de bir bakıma sanatçının “söyleyişi”nin farklı biçimleri olarak tezahür ediyor. Öyle ki tuvallerde suluboya ile hayat bulan iki boyutlu desenleri, heykellerde üç boyutlu kıvrımları ile bireye her açıdan tüm detaylarını sunarak görkemli bir buluşma oluşturuyor. Bireyin iki boyutlu tuvalde perdesini araladığı pencere, heykellerle bireyi içeriye alarak ona tüm incelik ve ayrıntılarla başbaşa olma fırsatı sunuyor. Böylece Vari’ye dair farklı ifade tarzlarının bir araya geldiği bu sergi, bir izlenceden öte sanatçının zamansız ve uzamsız dünyasının tam merkezi olarak bireye izlerken dokunabilme ve dokunma duyusuyla da tüm boşlukları ve dolulukları hissetme ve kavrama izni veriyor.
Tuval üzerine suluboya “Urrao” ve “Yitik Kanatlar” isimli, sanatçının daire biçimdeki eserlerinde üst üste binen iki boyutlu geometrik desenler, “Düşünce Bahçesi” ve “Annelik” gibi epoksi eserlerinde üç boyutun görkemiyle kendi içinde bir anlatıya sarmalanıyor. Bir anlatım üç boyutlu süreçte daha hissedilir ve yaşanır hale geliyor. İki boyutlu yüzeylerde bireyi sadece izleme ve bakma eylemleriyle başbaşa bırakan tuvaller, epoksi gravürlerle tüm girinti ve çıkıntılarını fütürsuzca sergiliyor; Vari’nin tuvallerindeki “gizli saklı özgürlük”, rölyeflerinde ve özellikle heykellerinde tamamen soyunarak “aleni ve doğal bir özgürlük” yaratıyor; bireyle olabildiğine çıplak ve umursamaz temaslar kuruyor.
“Minotor II”, “Geri Dönüş”, “Doğum” ve “Ele Verilen Biçim” gibi mermer heykeller üzerindeki incelik ve özen her birini boyutsuzlaştırarak ölçüsüzleştiriyor; bir anlamda mermerin formla buluşması heykeli akışkan ve devingen hale getiriyor. Zaman ve ölçü mefhumu kayboluyor. Benzer şekilde “Süreklilik”, “Sirk Gösterisi 2” gibi siyah bronz heykeller de mermerler gibi boyutsuz ve zamansız; ancak beyazın akışkanlığı bronz heykellerde daha az hissedilirken sanatçının renk ve malzemeyle ortaya çıkardığı zıtlıklar ve çelişkiler böylece bir bütün olarak hissetiğimiz eserlerin arasındaki saklı paradoksların ipuçlarını sunuyor.
“Madame de Pompadour”, “Kral” ve “Kraliçe” gibi çok renkli bronzdan figürleri ise sanatçının “Amacım geometriyi, hacmi ve şekilleri alıp boşlukta onları insanileştirmek” ifadesini somutlaştırıyor. Her ne tarafından bakarsak bakalım farklı bir heykel görüntüsü gördüğünüz, hissettiğiniz eserleri ve figürleriyle Vari, bir ifadeyle yaptığı bir heykelle veya figürle evrene birçok heykel sunmuş oluyor. Daha açık bir söyleyişle Vari’nin heykelleri birlik ve çokluk kavramlarını bir arada tutuyor. Eser ilk karşılaşılan vakit tek başına yekpare bir nesne gibi dururken, yaklaşıldığında bireyi etrafında dönmeye ve neredeyse her bir adımda yeniden yeniden bakmaya sevk ederek yeni bir heykeli izlemeye davet ediyor. Bu nedenle zamansız, boyutsuz ve herhangi bir zaman dilimine veya herhangi bir yere ilişkin bir aidiyetten bağımsız oluveriyorlar. Kimilerindeki siyah-mavi, siyah-kırmızı ve siyah-beyaz renklerin içindeki zıtlıkların sanatçı tarafından ustalıkla kullanılışı heykellere hayat verirken, aynı zamanda onları formlarından öte kat be kat çoğaltıyor.
Anıtsal heykelleri Cenevre (İsviçre), Atina (Yunanistan), Münih, Baden-Baden ve Koblenz (Almanya), New York (Amerika Birleşik Devletleri), Vecchio Sarayı, Signoria Meydanı, Roma ve Torino’daki Cumhuriyet Meydanları (İtalya), Kuala Lumpur Ulusal Sanat Galerisi (Malezya), Paris’teki Saint-Germain-des-Prés (Fransa), Monte-Carlo (Monako) ya da Pekin (Çin) gibi önemli şehirlerde sergilenen Vari’nin özgün sanatı onu tanınır ve bilinir kılıyor. Küratör Marcel Parquet, sanatçının heykelleri için şöyle söyler:
“Sophia’nın heykelleri canlıdır; yaşamla uyum içindedir; sıcaklığa, tene bir çağrıdır onlar ve doğal olarak parmaklarda, kollarda, boyunlarda, kulaklarda taşınır; heykelden kuyumculuğa, mücevher yapımına geçiş kuşkusuz zorunlu olmuştur. Bu doğal bir adımdır; aynı, yapıtların görünür olanla algılanabilir olan arasındaki farka kazandırdıkları yoğunluğun ya da sağlamlığın hiç de azalmayıp, kaynağına dönen bir ırmak gibi, birçoklarının kimi zaman özlemle çocukluklarının geçtiği yerlere gitmesi gibi ya da daha doğrusu, ozanın yeryüzünün içkinliğine dönmesi ve başlangıçtaki tazeliği yeniden canlandırması gibi, bedenin yolunu tutması doğaldır: Zihin böylece güç kazanır ve bir yandan kapanırken, bir yandan ileri atılan, çizgisi tamamlanmamış bir çember gibi yurt sevgisini dile getirir, kuşkusuz geçmişi yürekten sever, ama her şeyden önce geleceğe bağlanır.” Sophia için söz konusu olan “insanı anatomik form olarak betimlemek değil, onun varlığının heykelini yapmak, “düşünüyorum” ifadesinin içinde her zaman var olan “hissediyorum” ifadesinden yoksun bırakmadan zihni göstermek ve hissettirmektir.”
Sanatçının “Guatape”, “Tierra Blanca”, “Call” ve “Candelaria” isimli kolajlarında ise farklı malzemelerden geometrik formlar üstüste gelir. Ancak yakından bakıldığında kolaj olduğu anlaşılabilen eserlerinde de geometrik formların titizliği ile farklı malzemelerin kendine has dokusu ve yapısı birleştirilerek sanatçının kendi dilini kurarken nasıl hem bağımsız hem de tutarlı olduğu anlaşılabilir.
Pera Müzesi çatısı altında gerçekleşen sergi, eserlerin sergilenme biçimi ve sergileme teknikleri ile Vari’nin dünyasını açık ve duru bir şekilde sanatseverlere sunuyor. Farklı malzemelerden farklı yapılarda eserlerin tek bir dilde buluşması da Vari’nin dünyasındaki birlik-çokluk ifadesini aşikar kılıyor. Serginin diğer küratörü Marisa Oropesa da genel bir çerçeveden baktığında Sophia Vari’nin sanatında bizi, insan doğası, kader ve hatta yaşamın anlamı üzerine düşünmeye sevk eden öğelerin bir araya geldiğini dile getiriyor.