10 EYLÜL, SALI, 2024

“Yapmaya Çalıştığım Bilim İnsanıymış Gibi Davranan Bir Sanatçı Kimliği Benimsemek”

Atıf Akın’ın İstanbul’daki ilk kişisel sergisi “Sinyaller”, 26 Ekim’e kadar PİLOT Galeri’de izleyicilerle buluşuyor. “Sinyaller” sergisi, Akın’ın son on yıldır radyasyon, mutasyon ve arkeoloji üzerine yürüttüğü uzun soluklu araştırmalarından seçilen bir grup eseri bir araya getiriyor. Akın ile sergisi üzerinden üretim pratiği ve yakın dönem işleri hakkında konuştuk.

 “Yapmaya Çalıştığım Bilim İnsanıymış Gibi Davranan Bir Sanatçı Kimliği Benimsemek”

İstanbul’daki ilk kişisel serginiz “Sinyaller”, son on yılda ürettiğiniz; radyasyon, mutasyon ve arkeoloji üzerine yürüttüğünüz araştırmaların bir çıktısı/sonucu olarak görülebilir. Sizi bu üç özel başlık etrafında çalışmaya yönlendiren ne oldu? Bu on yıllık süreçte yürüttüğünüz araştırmalar sizi ve sergideki işlerinizi nasıl şekillendirdi?

Radyasyon ile mutasyonu beraber düşünmek kaçınılmaz ve bunun uzantısı olarak da nükleer miras ve arkeoloji arasındaki bağlantıyı keşfetmeye başladım zira her iki konuda da derin zaman algısı ile düşünmek gerekiyor. Arkeoloji ne kadar geri gidebiliyorsa nükleer atık mirası da bir o kadar, hatta çok daha uzun bir zaman zarfında geleceği tahayyül etmeyi gerektiriyor. Mutasyonu ise burada sadece biyolojik bir kavram olarak değil ekolojik, jeolojik, uzamsal ve zamansal mutasyonlar olarak ele alıyorum. Proje sürecinde bazen bu kavramların belirli alanlarda gerçek anlamda üst üste çalıştığına tanık oldum. Örneğin Ermenistan’da Türkiye sınırına yakın Metsamor antik kenti ve nükleer santrali arkeoloji ve radyasyonun uzamsal anlamda üst üste çakıştığı bir yer. Zira insan yapısını temel alan arkeoloji, aynı bölgede ve de aşağı yukarı aynı derinlikte nükleer atık ile beraber çalışıyor. Metsamor gerek politik, gerek tarihi, gerekse mitolojik ya da dini açıdan da anıtsal bir bölge. İnsanlık bilincinin ilk katastrof hikâyelerinden biri olan Nuh’un Gemisi mitolojisinin de bu bölgede geçtiği söylenir. Bazen arkeolojinin yerini mitoloji alıyor, aynı şekilde Fransa ordusunun 1966 - 1996 yılları arasında, Fransız Polinezyası’na bağlı iki küçük atol üzerinde patlattığı 193 nükleer bomba hikâyesi de yeni tür bir mitolojik hikâyeye benzemiyor mu?

İşlerinizde sanat, bilim ve politikayı iç içe geçiriyorsunuz ki söz konusu bu üç disiplinin birbirlerine eklemlenme biçimi oldukça anlamlı, özellikle de günümüz dünyası ve şartlarında. Bu bağlamda çağdaş sanat, bilim ve politika arasında nasıl bir bütünlük inşa edebilir? Sanatınızı bilim ve politikayla iç içe geçirirken nasıl bir yol takip ediyorsunuz?

Bilim de sanat kadar politik ve sanatın içine işleyen bireysellik, toplumsallık ve kurumsallık bilimsel yöntemlerle bilgi üretim süreçlerine de sızmış durumda. Tekno-eleştirellik aslında gündelik politik kalıplara sıkışmış birçok meseleyi bu kalıplardan çıkartarak daha yatay ve fenomenolojik bir düzlemde tartışmaya açma imkânı veriyor.

1. Atıf Akın Mutant Time video
2-3. Atıf Akın Mutant Space 2 ve 3
4. Atıf Akın Tepoto Sud morph Moruroa

Bir önceki sorunun devamı olarak şunu da sormak istiyorum aslında: Tüm bunları yaparken hem tarihsel bir bağ geliştirme hem de güncel kalma sorunsalı arasında nasıl bir yol takip ediyorsunuz? Tarih ve bugün arasındaki katmanlaşmayı nasıl sağlıyorsunuz?

Foucault’nun genealogy metodu tam olarak tarih ve bugün arasında kalmaktansa, zamansız bir katmanlaşmayı öneriyor. Bu da benim üzerine kafa yorduğum çok yönlü meseleleri anlamak, aralarında ilişkiler kurmak için önemli.

Bu kavramların etrafında yürüttüğüm araştırma süreçlerinde de aslında benzerlikler var. Bu süreçte bana rehberlik eden önemli düşünce akımları ve yazarlar ve sanatçılar da var tabii. Ian Hodder bu yazarlardan bir tanesi, Dolanıklık: İnsanlar İle Şeyler Arasındaki İlişkilerin Arkeolojisi isimli kitabında insan, madde ve toplum arasında çeşitli bağımlılıklar ve kavramların etrafında dolanıklıklardan bahsediyor. Son on yıldır yeni özdekçilik (maddesellik) akımı da ana akımlardan biri hâline geldi ve bu bağlamda, şiirsellikten, delile dayalı gerçekçiliğe uzanan bir yelpazede ilginç işler gördük çağdaş sanat dünyasında, bu işlerin önemli bir kısmı ansiklopedik bir tarihsellikten kaçınan yaklaşımlarla şekillenmiş işler. Ben de benzer bir şekilde tarihselliği bir yandan reddederken bir yandan da hem teknoloji kullanımı hem de referans aldığım kavramlarla derin geçmiş ve uzak gelecek arasında bugünü çok önemsemeyen bir zaman dilimine ait işler üretiyorum. 

​Tarihsellikten bahsetmişken, bir de son zamanlarda sanat tarihsel, biyografik hikâyelere dayalı ya da kendine mal etmeli (appropriation) yöntemler de çok ilgimi çekiyor. Belki bu da “sanatçı olarak sanatçı” gibi bir araştırma tekniği. Bu yıl İstanbul Modern’de sergilenen Teaching a GAN The Alphabet, John Baldessari’nin Teaching a Plant The Alphabet isimli performans videosunun güncel, bilgisayarı, ev bitkisi ile denkleyen güncel bir kopyası. John Bladessari de zamanın bu performansı Joseph Beuys’un How to Explain Pictures to a Dead Hare performansına ithafen gerçekleştirmiş.

“Sinyaller”, bir yandan kendi araştırmasını yürüten, diğer yandan tüm bu araştırma sürecini sanata eklemleyen özel bir yapıya sahip. Bu da çok katmanlı bir sergi ve iş sürecini beraberinde getiriyor. Hem tarihsel hem de güncel nükleer olayların izini süren sinyaller, sizin için hangi noktada gün yüzüne çıktı? Sergi, nasıl bir araştırma sürecinin ardından yaratıcı edim ile buluştu?

Benim çalışma sürecimde araştırma ve sanatsal üretim birbirlerinden kopuk değil, çoğunlukla da eş zamanlı. Çok disiplinli bir araştırma sürecinin sonunda yatayda kurulan kavramsal, görsel ve epistemolojik bağları kurabilmek ve buradan yaratıcı estetik bağlamda anlamlar çıkarabilmek için biraz yalnız kalmak ve olan biteni zihinde yeniden kurgulamak gerekiyor. Dolayısıyla aslında üretimlerim son kertede oldukça bireysel, içe kapalı ve tabi bir sürecin sonucu. Burada aslında sanatçı/araştırmacı bir paralellik, karşıtlık, tamamlayıcılık veya birlikteliği temsil etmiyor. Birbirlerinin yöntemlerini sürekli çalan veya taklit eden bir devinim.

1-2. Atıf Akın Mutant Space  
​3-4. Atıf Akın Mutant Time

Sizinle ilgili önemli başlıklardan biri de “teknolojiyi bir konu ve ifade aracı” olarak benimsemeniz. Salt bu dahi kendi başına ayrıksı bir mesele. Peki sizin için teknolojiyi hem bir ifade aracı hem de bizatihi konunun kendisi yapan nedir? Teknoloji sizin işlerinizde nasıl bir görünüme/yere sahip?

Tekno-eleştirel bir dil geliştirebilmek için bunun önemli olduğu kanısındayım, yani teknolojiye yakın ve hâkim olmak. Çok özelleşmiş veya çok optimize olmuş teknolojik üretimlerden kaçınarak, çok yönlü, kapsayıcı ve deneysel bir şekilde teknolojiyi takip etmek ve içselleştirmek bence elzem ve tabii bunu yaparken de teknolojinin kendisinin üretim ve gelişim süreçlerinin kapitalist ve koloniyel sosyo-ekonomik bağlamlarını da sürekli irdeleyerek.

​Teknolojiyi hem konu hem de ifade aracı olarak işlerime entegre ederken kamusal söylemde hassas kabul edilen konuları araştırıyorum ve onları içinde bulundukları katı siyasi kategorilerden kurtarıyorum.

Serginin merkezinde yer alan, nükleer zaman ve mekânlar arasında sinyaller üzerinden kurduğunuz bağ beraberinde yeni soru(n)lar da getiriyor. İçerisinde bulunduğumuz politik ortam ve siyasi kargaşada bu konunun bana kalırsa yer yer güncel konularla örtüştüğünün de altını çizmek gerek. Peki “Sinyaller” günümüz politik gerçekliğinde sanat, politika ve nükleer araştırmalar arasında nasıl bir denge ve araştırma gözetiyor?

Aslında burada bir denge gözetmektense şüphe yaratmak benim için önemli, bilimden de sanattan da nükleerden de. Şu an içinde yaşadığımız tekno distopik dünya, doğrunun ve yanlışın birbirinden çok keskin hatlarla ayrıldığı, bir yandan delile dayalı gerçekçiliğin ve politik doğruculuğun hegemonyasına, diğer yandan da popülist bir hamasete teslim olmuş durumda. Burada bir denge kurmaya çalışmak veya farkındalık yaratmak gibi iyici söylemlerle bu kadar karmaşık meseleleri düşünmek imkânsız kanımca. Burada farklı farklı toplumsal yüzeylerden yansıyan doğrulara sanatsal ortamdan da bir doğru daha katmak belki bir nebze heyecan verici, bunu çok iyi yapan kolektifler de var dünya çağdaş sanatında, bunların örneklerini hem İstanbul hem Avrupa bienallerinde bolca gördük son yıllarda. Oysa beni daha çok heyecanlandıran şey  ise gerçeğin etrafında dolaşan bir şüphecilik yaratmak. Şüphe, hem bilimsel hem de sanatsal aktivitelerin tetikleyicisidir.

​Diğer taraftan güncellikten de bahsediyorsunuz ama benim işlerim ne kadar güncel konulara değiniyor ondan emin değilim açıkçası, düşünsel metotlarım, aksine, güncelliği neredeyse reddediyor. Belki ben de güncel konulardan biraz kopuğum aslında bu sayede ne siyasi ne de toplumsal gündemde çok da yeri olmayan zamanlar ve coğrafyalar ilgimi çekiyor ve yukarı paragrafta bahsi geçen belirsizliklerden çok anlamlı görseller üretebiliyorum.

Atıf Akın, Fotoğraf: Gözde Mimiko Türkkan

Konuştuğumuz tüm bu konuların bir ayağı da aslında ilgili alanların toplumsal boyutlarını araştırmak ve bir kılavuz oluşturmak. İşlerinizin/sanatınızın toplumsal yönü üzerine ne söylersiniz? Bu toplumsal yaklaşım sizi üretim sürecinde nasıl yönlendiriyor?

Benim işlerimde ya da en azından bu “Sinyaller” kapsamında sergilenecek seçkide toplumdan veya toplumsallıktan bahsetmek biraz cömert olur herhalde. Aslında bu yüzde yüz reddettiğim bir boyut değil, hatta geçmiş yıllarda toplum ve toplumsal hareketlilikler üzerine katılımcı, çok ortaklı projelerde de yer aldım ancak bu tür projeler ancak belirli koşullarda, zamanlarda ve çoğu zaman da tesadüfler aracılığı ile oluşuyor. Benim sanat pratiğim ise araştırma, görselleştirme, belgeleme, üretim ve sunumdan oluşan bir dizi süreçten oluşuyor ve bu süreçler tabii ki insanlardan ve bazen de kurumlardan bağımsız değil ama çok da toplumla ilgili değil. Amacım, sanatsal, politik ve bilimsel öneme sahip görsel bir bağlamda anlam yaratmak. Daha spesifik olarak, pratiğimin başlangıcından bu yana bilim, doğa ve politika çevresinde var olan fiziksel, metaforik, dilsel sınırların tezahürleri ile ilgileniyorum. Çoğunlukla doğa bilimlerinin ve matematiğin yöntemlerini taklit ediyorum, sözde bir bilim adamı gibi - ama bu bir parodi değil kesinlikle, aksine oldukça kendine özgü “bilim insanı olarak sanatçı” olarak. Hal Foster, Neo-Avangard sanat hareketlerinin hedeflerini ve uygulamalarını “Etnograf Olarak Sanatçı” başlıklı yazısında, özellikle 1960’lardan bu yana sanatta “etnografik dönüş” olarak adlandırdığı şeyi ele alıyor. Bunun yanında da sanatçının farklı akademik disiplinlerin yöntemlerini içselleştirerek ve bazen bunları harmanlayarak; modern, sanatsal düşünme ve üretim alanları yaratabileceğini de ima ediyor. Benim belki biraz bu düşünceye öykünerek yapmaya çalıştığım şey, tabii burada kimya mühendisliği diplomama da biraz pay biçerek, sanki bilim insanıymış gibi davranan bir sanatçı kimliğini benimsemek.

0
1549
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage