Bienal’deki II Quarto Stato resminizin bir Volpedo portresiyle beraber sergilenişi gerçekten göz alıcı bir performans. Aynı çizgide son serginiz “We Must Now Say Goodbye” yerleştirmesinin de bienal performansınızla benzemesi oldukça ilgi çekici. Her iki performansınız da düşünüldüğünde Ingres’in prensesiyle, Volpedo’nun köylülerinin farklı ama aslında benzer durumların aynaları olduğunu söylenebilir mi?
Her iki düzenleme de yeni başladığım Family / Aile serisinin parçaları. Oscar Wilde’ın "Every portrait that is painted with feeling is a portrait of the artist, not of the sitter / Hislerle resmedilmiş her portre sanatçının kendi portresidir, modelin değil " sözünden temelini alıyor. Volpedo’nun köylüleri ile Prenses’in direkt olarak benzer durumların aynaları olduğunu söylemek yanlış olur sanırım. Ama sanatçı ve sanatçının resmi olarak düşünürsek tabii ki parallelikler var. Volpedo resmi yaptığı zaman hiç bir değer görmemiş, hatta kullandığı teknik sanat çevrelerinde beğenilmemiş ve önemli bulunmamış. Ama bugün baktığınız zaman İtalya tarihinin önemli simgelerinden biri. Diğer taraftan Ingres’in Prenses Broglie’sinde de Ingres tekniğin mükemmelliği ile Prenses’in ihtişamını ve önemini gölgede bıraktığı için tepki görmüş. Bu anlamda bir benzerlik kurulabilir. Diğer bir benzerlik de sanatçının eseri ile temas kurması. Ingres projesinde sanatçı resminden ayrılırken Volpedo resmini seyrediyor ve bir anlamda birleşiyor.
Son serginizin anafikrini ünlü Brecht oyunu Üç Kuruşluk Tiyatro’nun meşhur parçası Alabama Song’tan geliyor. Bir müziksever olarak ilk duyduğumda bana parçanın farklı dönemlere ait The Doors ve David Bowie gibi sanatçıların versiyonlarını anımsattı. Serginize bu adı vermenize ne sebep oldu?
Aslında serginin adı işlerle kurduğum ilişki üzerinden şekillendi. Sergide Ingres’in Princess Broglie’sinin portresi yerine Ingres’in kendi portresi yer alıyor. Sanatçı olması gereken yerde resimde kendini varederken, Prenses Broglie de aslında bir şekilde ait olmadığı resmin dışına çıkarak resme bakıyor. İki ruh, Broglie ve Ingres özgürleşiyor ve birbirlerine sonunda artık veda etmeleri gerektiğini kabul ediyorlar. Kulağa romantik geliyor, evet. Bu şekilde ikisini de özgürleştirdiğimi düşünüyorum. “We Now Must Say Goodbye” da bu anlamda tam da bu hissime karşılık geldiği için seçtiğim bir isim.
Alabama Song’un ruhu, dediğiniz gibi, David Bowie’den The Doors’a kadar taşıdığı miras ile birlikte resmimle bütünleştiğine inanıyorum. Buna ek olarak Bowie’nin cinsiyetler arasındaki tanımsız pozisyonu aslında yaptığımla çok örtüşüyor.
Bu arada son iki performansınızın yerleştirmeleri bir çeşit yansıma ve aynalama tekniği olarak düşünülünce bana günümüzdeki selfie çılgınlığını hatırlattı. Bütün dünya kendi fiziksel ve duygusal hallerinin farklı yansımalarını selfie çekerek sosyal mecralarda yayınlıyor. Ne kadarı gerçek, ne kadarı sahte tartışılır olsa da selfieler biliyorsunuz bugün müzelere kadar girmeyi başarmış bir akım. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Benim “We Now Must Say Goodbye”da yaptığım, Ingres’in desenlerine kendi portremi yerleştirerek aslında iç içe bir durum yaratmak; Ingres’i resminin içine yerleştirerek sanatçının resminin öznesi olduğunu söylerken, serginin sahibi olarak kendimi de desenlere yerleştirip iç içe bir okuma öneriyorum. Sonuçta bu benim sanatım, dolayısıyla özne de ben oluyorum gibi bir önerme var.
Diğer taraftan moda benim için önemli. Modanın tarihsel referansları ve verileri ile çok kalıcı şeyler üretebilirsiniz. Selfie de benim için önemli bir moda akımı. Görevini tamamladıktan sonra yerini şüphesiz ki başka bir şeye bırakacak. Farklı bir okuma ile enstalasyonun tamamını bir selfie olarak görebilirsiniz.
Biraz da hiperrealizm ve otoportrelerden bahsetmek istiyorum. Son serginizdeki eseriniz ve ARTINTERNATIONAL’da izleyiciyle buluşan çalışmanız olağanüstü bir gerçekliğe sahip. Görsel dili de çok etkileyici. Sanat yolculuğunuzda hipergerçeklik ile yolunuzun nasıl kesiştiğini anlatabilir misiniz?
Yaptığım resme bu ismi ben vermedim. Hep gerçekçi resim yaptım, içgüdüsel olarak resimde boyanın dokusunu oldum olası görmek istemedim. Zamanla yaptığım resimler kendi içinde ciddi bir evrim geçirdiler ve hâlâ dönüşmeye devam ediyorlar. Şüphesiz ki tuvalde daha yapacak çok şeyim var. Ama ani sıçramalarla olmuyor. Ben de kendimi seyrediyorum, merakla bekliyorum. Soyuta yaklaşmış resimleri çok önemsiyorum. Ama benim stüdyom daha doğru bir tanımla post-stüdyom bilgisayar. Yani resmin eskizi boya ile gerçekleşmiyor bende.
Tüm bunlarla birlikte diyebilirim ki hipergerçekçilikle bağım kendi kendine gelişmiş bir bağ, önemli olan her ne yapıyorsam öncelikle kendimi iknâ etmiş olmam.
Sanat çevrelerinde adını yeni duyurmakta olan genç sanatçılara olan desteklerinizle tanınıyorsunuz. Signs of Time da onlardan biri.
Okuldayken ve mezun olduğumda sanat çevrelerinde çok kolay kabul görmedim. Gençtim, üretiyordum ama bu alanda hızlı bir şekilde var olmak, işleriniz ne kadar güçlü olursa olsun kolay değil. Dolayısıyla kendi geçmişimi de unutmayarak genç sanatçılara destek olmanın önemli olduğuna inanıyorum. Elimden geldiğince destek olmaya çalışıyorum. Bazen kullandığım fırçayı, tekniğimle ilgili bir detayı soran birine cevap veriyor anlatıyor, bazen maddi bazen manevi biçimde bu alanda çalışan profesyonellerle tanışmalarına aracı olarak, önererek yardımcı olmaya çalışıyorum. Disiplinli çalışma ve üretimin yanında destek çok önemli...
Ve son olarak size yabancı bir galeriyle çalışmanın nasıl olduğunu sormak istiyorum. Son birkaç yıldır New York’daki Paul Kasmin Gallery ile birlikte çalışıyorsunuz. Yabancı bir galeriyle olan tecrübelerinizi Türkiye’deki bir galeriyle kıyasladığınız zaman neler dikkatinizi çekiyor?
Türkiye’de beni temsil etmiş olan Galerist’ten ayrılmadan bir yıl önce Paul Kasmin Art Basel sanat fuarında kendisi ile çalışmamı teklif etmişti. Bir yıl sonra Galerist’ten ayrıldığımda da Paul Kasmin’in ilgisi düzenli olarak devam ediyordu. O arada gelen diğer teklifleri de değerlendirdikten sonra benim gereksinimlerime cevap verebilecek tek galeri oydu. Ve bu şekilde Paul Kasmin ile çalışmaya karar verdim. Benim için Londra ya da New York’taki portfolyosunda 80 tane sanatçı olan bir galeriden öte sanatçısıyla yakından ilgilenecek bir galeri olması daha önemliydi. Dolayısıyla sanatçısıyla birebir teması olan bir galericiyle çalışmanın resimlerim ve sanat hayatım için en sağlıklısı olacağını düşündüm. Bunun ne kadar doğru bir karar olduğunu şimdi daha net anlıyorum. Uluslararası görünürlük, yeni projeler, aklınızdan geçen her türlü sergi ve gösterim için Türkiye’nin dışında olmanız, en azından dışarıyla bağlantınız olması gerekiyor. Paul Kasmin ekibi sanatım adına hayal ettiğim şeylerin gerçekleşmesi için benimle birlikte bir emek harcıyor, adım adım ilerliyoruz.