27 EKİM, PERŞEMBE, 2022

Yaralarımıza Söz Hakkı Tanıyor Muyuz?

Pelin Uran küratörlüğünde Kurtuluş Rum İlköğretim Okulu’nda gerçekleşen “Senin de Yaran, Rosa” isimli sergide üretimleriyle yer alan Özgür Demirci ve Gregory Whitehead ile konuştuk.

Yaralarımıza Söz Hakkı Tanıyor Muyuz?

“Senin de Yaran, Rosa” sergisi, psikanalitik, ontolojik ve eleştirel teorilerle, yaralanabilirlik ve kırılganlık hâllerinden doğan yeni olasılıkların keşfine ve irdelenmesine odaklanıyor. Sergide, bireysel ve toplumsal travmaların psikanalitik önermeleriyle ortaya çıkan, belirli fenomen veya kavramların özneye dair; algılarının, bakış açılarının ve duygularının, ifade biçimleri ve deneyimleri aktarılıyor. Bu durum birçok soruyu da beraberinde getiriyor. Kişinin yaralanabilirliği nasıl deneyimlediği, ilişkisel uzantıları ve aynı zamanda da yaraların sürdürülebilirliği şimdiki zamanın huzursuzluğunda ifade ediliyor. Yaraların farkındalığı savunmasız, açık bir alanın oluşumuna da izin veriyor. Bu alanla nasıl baş edebileceğimiz veya yok sayıp reddettiğimiz durumların da ihtimalleri bir bağlam bütünlüğünde sunuluyor.

Sergide; Adelita Husni – Bey, Alev Ersan, Amal Kenawy, Gamze Hakverdi, Gregory Whitehead, Gordon Hall, Jang Minseung, Johanna Hedva, Lata Mani & Nicolâs Grandi,     ve Özgür Demirci yer alıyor. Mekâna özgü yerleştirmelerin, video çalışmaların, metinlerin ve heykellerin yer almasıyla ele alınan konular ekseninde yaralanabilirliğin arkasında saklanan örtük hikâyelere odaklanılıyor. Kurtuluş Rum İlköğretim Okulu bu bağlamda tüm sanatçılara alan sunuyor. Bazı odalara girdiğimizde kendimize uygun bir öğrenci sırasında yer bulup sanatçıların anlatılarıyla baş başa kalıyoruz. Bazı odalarda ise ayakta kalarak kendimize konfor alanı yaratamıyoruz. Mekânı dolaşırken odalarda yer alan çalışmaların yanı sıra Alev Ersan’ın her kata yerleştirilen ses enstalasyonu izleyiciye sergi boyunca eşlik ediyor.

​​Sergide yaralara söz hakkı tanınıyor. Temasa geçmemizi sağlayarak kişisel ve bedensel yaralanabilirliği sorgulatmakla beraber bilinçdışı korkuların ve kronik hastalıklarla beraber her zaman yaralanmaya açık olduğumuzu hatırlatıyor. Bireysel olanın kolektif oluşu üzerinden, toplumsal kırılganlığının ihtimalleri düşündürüyor. Politik iklim atmosferinde çözüm bulamayanların yaşadıkları ikincil travmaları da konu ediniyor. Hatta kendimizi susturmak veya sansürlemek yerine özgürleştirsek iyileştirici olan bu olmaz mıydı sorusunu ortaya atıyor. Bununla beraber yaraların ve şifanın kaynağına doğru bir yolculuğa eşlik etmemizi sağlıyor.

1. Adelita Husni – Bey
2. Amal Kenawy
​3. Gordon Hall Performans

ÖZGÜR DEMİRCİ

Sana Anlatmak İstediğim Şeyler, isimli iki kanallı performatif video çalışmanız; ruhsal, bedensel ve tarihsel yaraların ve şifanın kaynağına doğru bir yolculuk hikâyesi sunuyor. Bize nasıl ortaya çıktığını ve üretim sürecindeki kolektif çalışma yapısından bahsedebilir misiniz?

2019 yılında SAHA Derneği’nin davetiyle SAHA Studio’ya katıldım. Sana Anlatmak İstediğim Şeyler isimli çalışmam bu misafir sanatçı programında geçirdiğim altı ay içinde gerçekleşti. Araştırma sürecimde yaptığım okumalar içinde yer alan Joe Bousquet’nin The Black Notebook kitabından kenara not aldığım “yaralarım benden önce de vardı, ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum…” dizesi videonun senaryo sürecinde yol gösterici oldu.

Metin çalışmasına ilk olarak şair Ozan Çılgın ile başladık. Video içinde yaratmaya çalıştığım ikilik hâlini metin çalışmasıyla başlatarak, “Yara” ve “Merhem” adında iki bölüm oluşturdum. Ozan ilk olarak “Yara” bölümünü yazdı, ardından Ozan’ın yazdığı bölümlere kendi yaptığım ekleme ve çıkarmalar sonunda metni şair Monica Papi’ye teslim ettim. Monica, Ozan’ın yazdıklarını iyileştirecek “Merhem” metnini yazdığında işin ana hatları fazlasıyla ortaya çıkmıştı.

Metin çalışmasına devam ederken bir yandan videoda yer alacak oyuncu Senem Rabia Kantarcı ile provalara başladık. Onunla yaptığımız prova süreci de metni yeniden şekillendirdi. Sürecin içinde başıma gelecek bütün olasılık ve değişikliklere açık bir biçimde yol aldım aslında. Çünkü çalışma sürecinde bir yandan da öğrenme ve deneyimleme sürecim de devam ediyordu.

Yazılanları düşünmek, tarihi yeniden okumak, hatırlamak önemliydi. Hatırladıkça daha derinlere indiğim bu sürecin neresinde durmam gerektiğini de bilmiyordum açıkçası. Zihnimdekiler, eşeledikçe kanayan bir yaranın kabuk tutmasının ardından kalan izler gibiydi. Yaraları hatırlamak acı ve öfke verse de tefekkür etmenin acının varlığını kabul ederek mutlu olma hâline yaklaştığı zihnin yaşanılan zamana karşı direnişi ve hayatta kalma mücadelesi olarak okuyabiliriz.

​Bütün bu süreçler birbirine eklenerek bir bütüne doğru ilerliyordu. Ankara Nallıhan ve ardından Konya Tuz Gölü’nde görüntü yönetmeni arkadaşım Ulaş Güneş Kacargil ile yaptığımız çekimlerden sonra müzisyen Çağrı Akoğlu ve Zainab Lax ile videonun müzikleri için çalıştık. Zainab ve Çağrı’nın geçmiş pratiklerinde yer alan iyileşme ve müzik arasında kurdukları bağlam ve kurduğumuz iletişim videonun sesinin de ana unsur olarak yer almasını sağladı. Birikerek ilerleyen bir yapının içinde şekillenen bir kurguyla işi tamamladım.

Video çalışmanız, Saha Derneği ve Eskişehir gibi farklı mekânlarda izleyiciyle buluşmuştu. Farklı kavramsal çerçeveleri olan sergilerde yer alan işinizin üstlendiği rollerde farklı okumalar çıkarıyor musunuz? Bu sergide nasıl bir iletişim yolu seçiyorsunuz?

Videoyu ilk olarak SAHA Studio’nun açık atölye günlerinde gösterdim. İşin doğduğu, şekle büründüğü bir yerde işin son hâlini göstermek benim için önemliydi. Eldem Sanat Alanı’nda Melike Bayık’ın küratörlüğünü yaptığı “Susuz Yaz” sergisi içinde suyun iyileştirici gücünün ve hatırlamanın kurduğum bağlam dahilinde yer almıştı.

Pelin Uran ile bu sergi sürecine neredeyse SAHA Studio’da işimi izlediği günden itibaren başladık diyebilirim. Açık atölye sonrası görüşmelerimizde sorduğu sorular, işime dair yaptığı yorumları duydukça ortaya çıkaracağı sergi daha da merak uyandırıyordu. Uzun bir çalışma sürecinin ardından ortaya çıkan “Senin de Yaran, Rosa” sergisi hem kavramsal olarak hem de mekânsal olarak işimle derin bir bağ kuruyor.

Serginin Kurtuluş Rum İlköğretim Okulu’nda yapılacağını öğrendiğimde oldukça heyecanlandım. Öğretmeye adanmış bir mekânın geride kalmış bir boşluğunda bu işin yer bulması benim için çok değerliydi. Okulun tarihsel ve mimari yapısı serginin genel kurgusuyla bütünleşerek çalışmaların birbirleriyle diyalog hâlinde hatta birinin bıraktığı yerde diğerinin devam ettiği akıcı bir kurguda yer alıyor.

İzleyicinin mekânla kurduğu diyalog, serginin girişinde izleyiciyi karşılayan Gordon Hall’ün kurguladığı performatif yerleştirme ve ardından Alev Ersan’ın mekânın farklı noktalarında yer alan yerleştirmesi deneyimi sonrasında diğer işlere ulaşan bir akışta.

Metinsel, işitsel ve görsel bir yoğunluğun ardından Kurtuluş’taki belki de tek boş alan olan bahçedeki boşlukta bütün süreci sindirmeye ve nefes almaya davet eden bir yapıda işimi deneyimlemek benim için önemliydi.

​Pandemi sürecinde bu çalışmamın dahil olduğu 19. Wrocklaw Medya ve Sanat Bienali’nin kavramsal başlığı REVERSO altında yer aldığı “digital trace” bölümü çalışmamın hem bulunduğu zaman içinde iyileşme kavramını ele aldı hem de bienalin başlığından yola çıkarak hafızayı ters yüz edip dönüştürdüğüm bir biçim olarak yer aldı.

Özgür Demirci

Çoğumuz yaralarımızın bizde bıraktığı izleri silmek, unutmak ve hatta yok saymak isteriz. Yaralarıyla konuşan, bir hatırlatma ve iyileştirme eylemi olarak düşünebileceğimiz video çalışmanız aslında izleyiciyi de temkin ederek çözüm arayışları sunuyor diyebilir miyiz?

Hatırlamayı sağaltıcı bir yöntem olarak kullanmak birçok terapi modelinin içinde var. Unutma edimi zihnin savuma mekanizması olarak bizi geçmişteki acılardan korumaya çalışsa da unuttuğumuzu ve bedenimizde var olmadığını sandığımız izlerle yüzleşmek aslında ortaya çıkarmak istediğim.

Eduardo Galeano’nun Ve Günler Yürümeye Başladı kitabında “Yeşil Bellek” bölümünde şöyle der: “Ağaçlar da, tıpkı bizim gibi, hatırlıyor. Ama onlar, bizden farklı olarak, unutmuyor, gövdelerinde halkalar oluşturuyor ve hatıralarını halka halka muhafaza ediyorlar. Halkalar her ağacın hikâyesini anlatıp yaşını söylüyor ki bu yaş bazen iki bin yıla kadar ulaşıyor; ağacın hangi iklimleri gördüğünü, hangi sellere ve kuraklıklara maruz kaldığını anlatıyor, ağacın tanık olduğu yangınların, hastalıkların ve depremlerin izlerini barındırıyorlar.”

İyileşmeyi düşünmeden önce yara kavramının ne olduğunu düşünmeye Ozan’ın 2017 yılında tanıştığımızda bana hediye ettiği Kötü Zamanlar Tragedyası kitabının girişine yazdığı “Kötü zamanların sonuna dönük umutla…” notunun hemen arkasından kitabın giriş cümlesi olan “bana merhemden önce bir yara lazım” bölümünü okuduğumda başlamıştım. Videonun içinde de geçen “iyileşmek bir yoldur. Ben ancak yolu sana işaret ederim…” bölümü de aslında belki de sorunuzu cevaplıyordur.

​Hatırlamanın ve yüzleşmenin ardından oluşan bir nekahat dönemi aslında ortaya çıkarmaya çalıştığım. Çalışmanın bütününe yayılan ikilik hâli, yaşam içindeki ikilik hâli ile ilişkili olarak karşıtların oluşturduğu bir bütünlükle hemhâl olma ve bu düsturla var olma arayışını sunuyor.

Çalışmanızın metni ortaya çıktıkça sizde nasıl bir his veya çarpışma yarattı? Yaralanma ve kırılganlığı siz nasıl tanımlıyorsunuz?

Metin çalışması projenin en uzun ve zorlayıcı bölümü oldu benim için. Ozan, SAHA Studio’daki konuşmada “yaraların bol olduğu bir coğrafyada yaraları yazmanın çok da zor olmadığını” söylemişti. Aklımıza gelen her yarayı yazdığımız bir sürecin ardından belirli başlıklar altında yazmaya karar verip başladığımız süreçteki öfkelerimizi kontrol altına aldık.

Gerçekten o kadar çok şey birikmişti ki biz yazdıkça, yazılanları görmek, süreci nasıl toparlayacağımı düşündürtüyordu. En başta kurguladığım fikre sadık kalarak bedensel (zihinsel) yaradan yola çıkıp, toplumsal, politik ve çevresel yara ana başlıkları altında metni şekillendirdik. Bir anlatı çıkarma sürecinde çalışmayla bütün olma hâli bazen sürecin istenilenin aksi yönünde gitmesine neden olabiliyor. Bu süreçte ara ara metinlerden uzak kalıp, başkalarına okutup yeniden ele aldım, bazı bölümleri çıkardım ya da eklemeler yaptım.

​İnsan bedeni doğası gereği kırılgan bir yapıda. Hafıza da böyle. Unutmak benim için bir bedenin deneyimleyebileceği en ağır yaralanma. Unutmanın toplumsal boyutuysa büyük bir yıkım. Hatırlama, mutlak bir medeniyetin, öğrenmenin ve var oluşun kaynağı olarak iyileştirici bir unsur olarak yaralarımıza dokunacak.

Şu anda üzerine çalıştığınız projeleriniz varsa bahsedebilir misiniz?

Geçtiğimiz mayıs ayında Pilot Galeri’deki Vaatler Antolojisi sergimden sonra devam etmek istediğim seriyi CultureCIVIC’ten aldığım sanatsal üretim desteği ile yapacağım video ile devam ettiriyorum.

İzmir ve çevresindeki antik şehirlerde çekmeyi planladığım çalışma kapsamında, geçmişte var olan farklı dönemlerdeki politik yönetim modelleri içinden güncel politik okumaların yapıldığı bir video üzerine düşünüyorum. Aynı zamanda bu sene aldığım İstanbul Rotary Kulübü Sanat Fonu ile Afyon’da çekmeyi planladığım Kybele’nin evine geri dönüş hikâyesi üzerinden şekillenen Aşağılardan Biri isimli işim üstüne çalışıyorum.

​Her iki çalışma da mitlere konu olmuş toprakların hafızasından yola çıkarak şekilleniyor. Jung’un yeniden doğuş biçimi olarak ele aldığı dönüşüm sürecine katılım, bu iki çalışmada kendine farklı şekillerde yer buluyor.

Özgür Demirci

GREGORY WHITEHEAD

Teşhir Yaraları bir trafik kazası sonucunda deneyimlediğiniz incinmeden ilham alıyor. Bu durumu bir keşif aracı olarak kullanırken, sizi hazırladığınız metinde bir yaralog “yapan” duygu durumu neydi?

Catherine Malabou, Ontology of the Accident (Kazanın Ontolojisi) adlı kitabında ağır travmaların (özellikle de beyin travmalarının) “biyografiye açılan derin bir kesikten” bir tür “varoluşsal doğaçlama” çıkardığını yazar. Bu benim benliğe, sese, duygusallığa ve kimliğe dair en derindeki hissiyatımın baştan karılıp yeni bir kişi oluşturduğu araba kazası deneyimimi de gayet iyi ifade ediyor. Dışarıdan bakıldığında aşağı yukarı aynı Gregory gibi görünüyordum, bir iki harici yara izim vardı sadece; ama içeride, özellikle de kafamın içindeki her şey Malabou’nun “yıkıcı plastikiyet” dediği bir surette değişmişti, öyle ki bir tür hayalet ağrı deneyimliyordum. Bir uzvumu değil, benlik hissimi kaybetmiştim. Kaza öncesindeki eski benliğimin izlerini tespit edebiliyordum, ama Gregory’nin o versiyonu benim için erişilebilir değildi artık.

Bu hayalet benlik hissini yıllar boyunca tek başıma taşıdım, çünkü hiçbir doktor, dolayısıyla da ailem bunun hakkında tek kelime duymak istemiyordu. Onların tek isteği “iyileşmem” ve “normale” dönmemdi. Oysa aslında can havliyle bir yaraloğa ihtiyaç duyuyordum! Bana yaralarımı daha derinden anlamama, ayrıca bu doğaçlama oluşan yeni varoluşsal derimi daha rahat bir şekilde mesken tutmama yardımcı olacak biri lâzımdı. Başka gönüllü çıkmayınca, “Tamam, bu kişiyi kendim yaratacağım” dedim. Teşhir Yaraları’nın sesi böyle doğdu.

Bir monolog gibi görünen metninizde aslında yaralara bir ses veriyorsunuz. Yaptığınız betimlemeden yaraların bizimle konuştuğunu ve hiçbir yaranın tesadüfen açılmadığını anlıyoruz. Yaraları çabucak kapatmamak, yani onları görmezden gelmek yerine içselleştirmek gerektiği şeklinde telkinler sunuluyor. Buna dayanarak, duyguları ve yaraların niteliğini hissetmemize imkân tanırken bir yüzleşme ortamı da yarattığınızı söyleyebilir miyiz?

Evet, imkân tanınan şey yüzeyin altında irin toplayan görünmez yaraların daha çok farkına varmamız da olabilir sadece. Eserdeki yaraloğun ifade ettiği gibi, bastırılan, vaktinden önce “iyileşen” ya da unutulan yaraların önceden duyulmayan seslerinin bir koroda bir araya geleceği zamanı düşlüyorum; o koronun yarattığı kasırgalardan, mucizevi gezegenimizdeki hayatı birlikte yaşamanın daha elverişli bir yolunu yaratabiliriz. Bu arada toksik ve ölümcül yara manzaraları genişleyip derinleşmeyi sürdürüyor ve JG Ballard’ın tabiriyle “akıl hastası yaraların dehşet verici yıllığı” sürece damgasını vuruyor. Bu dehşet verici yıllığa radyo da dahil, benim deyişimle Radyo Thanatos: Kendi kendini tasvir eden, kasıtlı olarak kaba bir dille travmayı alevlendirmek, şiddetlendirmek ve büyütmek isteyen “provokatif sunucular” var burada. Filozof Günther Anders bizim “ters yüz edilmiş ütopyacılar” olduğumuzu yazmıştı, teknolojik akılıllığımızın içerimlerini hayal etmekte aciz olduğumuzu kastediyordu. Buna her bir sözümona “yeniliğe” örtük bir şekilde işleyen tüm yaralar dahil. En göze çarpan örneklerden biri Facebook; yola küresel iletişim ve evrensel cemaat gibi parlak ütopik vaatlerle çıkıp gözetleme, manipülasyon, misenformasyon, kaygı, saldırganlık, utandırma ve dışlamadan mürekkep distopik bir kabusa dönüştü zamanla.

Gregory Whitehead

“Senin de Yaran, Rosa” psikanalitik, ontolojik ve eleştirel teori ekseninde yaralanabilir ve kırılgan hâllerden doğan yeni olasılıkları keşfe çıkıyor. Siz “prodüksiyon/parça”nızı bu sergide nasıl konumlandırıyorsunuz? Eseriniz bu sergideki iletişim biçimini nasıl seçiyor ve dile getiriyor?

İşkencecilerin asırlardır bildiği üzere, kulaklarımız insanın duyu merkezleri dahilindeki en savunmasız açıklıklar arasında. Kulak kapağı diye bir şey yok; ses dalgaları insanın sinirlerini dissosiyatif kimlik çöküşüne sürükleyecek kadar bozabilir. Ben “ses sanatı” değil “işitsel sanat” adlandırmasından yanayım, çünkü temel meselem her zaman salt ses üretiminden - özellikle de matkap ve çekiçle çıkarılan seslerden - ziyade, dinleme dediğimiz çapraşık dans oldu. Teşhir Yaraları’nda, yaralog kasten sakin, usul usul, yavaş yavaş konuşuyor, çünkü hıza, sese ve duyusal yoğunluğa kolektif bağımlılığımız yağmacı/yıkıcı toplumlarımızın görünürde ucu bucağı olmayan yara manzaralarını besleyen ana güçler arasında.

Teşhir Yaraları ilk kez 1985’te kaset formatında yayımlandı. Daha sonra radyo için yazılan metin, ses kayıtlarıyla birlikte, insanlarla daha akışkan bir temasa girdi. Bir yazar, radyo programcısı ve ses sanatçısı olarak muhtelif disiplinlerden besleniyorsunuz. Bu noktada, izleyiciye veya dinleyiciye ulaşmak için, fikir safhasındayken projelerinizde genel olarak hangi mecralarla çalışacağınızı nasıl belirliyorsunuz?

Evet, yaptığım işi bütün mecralara, formatlara ve uzamlara açık gibi düşündüm her zaman, öte yandan radyonun entropik muğlaklığına ve istikrarsız kırılganlığına özel bir merakım var. Radyo dalgaları seslerle fikirlerin beklenmedik ve umulmadık birlikleri ve çarpışmaları üzerine sonsuz sayıda olasılık sunarken dinleyicileri girdap dalgalarında kendi yollarını bulmaya davet ediyor. Radyo sanatçılara nihai kamusal alanı sağlıyor ama dinleyici kulakları ancak teker teker ulaşılabilecek son derece özel alanlar. Kamusallıkla mahremiyet arasındaki o canlı gerilimi mesken tutmayı seviyorum.

​1984’te, 1980’ler boyunca NYC’de benim stüdyomun bir iki kat altında yaşayıp çalışan Phil Sims’in soyut kuru kazı bir gravür serisi için eserlerin altında el yazısıyla yer alacak metinler hazırladım. Bu gravürler daha sonra her birinin içinde ötekilerden biraz farklı bir yara takımı olan el yapımı keten yara kutularına konuyordu. Aynı sıralar, Eva Hesse’nin işlerinden aldığım ilhamla, ameliyat gereçleri kullanarak kauçuk bloklara “ses” yontma denemeleri yapıyordum. Bu projeler New American Radio başlıklı olağanüstü bir devlet radyosu programının pilot yayını için hazırlanan ve eş zamanlı olarak, o sıralar giderek yaygınlaşan kaset formatında piyasaya sürülen Teşhir Yaraları’ndaki yaralog karakterine ve sesine ilham verdi.

“Senin de Yaran, Rosa”, Türkiye’de katıldığınız ilk sergi miydi? İstanbul’a şahsen gelmediğinizi biliyoruz ama yine de bize buradaki deneyiminizden biraz bahseder misiniz?

İstanbul’daki sergi deneyimime küratör Pelin Uran büyük bir cömertlikle aracılık ettiği için çok memnunum; düzenli olarak fotoğraf yollayıp beni gelişmelerden sürekli haberdar ettiğinden fiziksel olarak orada olmasam da kendimi işin içinde hissettim hep. Serginin uzun tasarım ve sonraki üretim süreci boyunca Pelin’in azmine, konsantrasyonuna ve iç görülerinin derinliğine ve olağanüstü küratörlük becerilerine hayran kaldım. Çığır açan sergisi Türkiye’de katıldığım ilk çalışmaydı; umarım sonuncu olmaz.

0
4377
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage