SAHA’nın sanatçı, küratör ve yazarlar için bir araştırma, etkileşim ve üretim programı olarak tasarladığı SAHA Studio’nun 8. dönem sanatçıları Hüseyin Aksoy, Zeynep Yılmaz, Betül Aksu, Kıymet Daştan ve Nadir Sönmez ile sürecin üretimlerine etkileri üzerine konuştuk.
Sıraselviler’deki adresinde 2019 yılında başladığı yolculuğuna Unkapanı İMÇ 5.Blok’taki mekânında devam eden SAHA Studio, 8. dönem sanatçılarını ağırlıyor. Hüseyin Aksoy, Zeynep Yılmaz, Betül Aksu, Kıymet Daştan ve Nadir Sönme’in konuk olduğu programda sanatçılar birbirinden farklı pratiklerle çalışan meslektaşlarıyla hemhâl oluyor.
Önceki edisyonlardan farklı olarak Açık Çağrı yöntemiyle duyuruya çıkan SAHA Studio, fikir ve projelerini geliştirmek üzere başvuran sanatçıların kendi pratiklerini geliştirme ve sürdürme anlamında daha verimli bir süreç geçirmelerini sağlamayı amaçlıyor. SAHA Studio’ya konuk oldukları altı aylık süre içerisinde Türkiye ve yurt dışından pek çok küratör, yazar ve kurum temsilcisi ile görüşme fırsatı yakalayarak yeni etkileşimler sağlayan SAHA Studio, karma bir sergide bir arada olmaktan fazlasını vadediyor.
Altı aylık serüvenin Ara Dönem Buluşması’ndan evvel sanatçılar ile sohbet etme imkânı buldum. SAHA Studio’daki sanatçıların bulundukları ortam ve birbirleriyle etkileşiminin yaratıcı süreçlerine etkisine, kimi zaman bambaşka yönlere saparak yeni kapılar aralamasına şahit oldum. Stüdyodaki süreçleri kayıt altına alma ve buradaki sürece dışarıdan bir göz olarak konuk olma hâli beni de heyecanlandırdı.
Söyleşilere ilk olarak Mardin’de doğan ve sanatsal üretimlerinin kaynağını bu coğrafyadan alan Hüseyin Aksoy ile başlıyoruz. 2022 yılında “Kuşların Uğrak Yerleri” ve 5. Mardin Bienali’ne paralel “İki Nehrin Arasındaki Toprak” isimli solo sergisi ile aşina olduğumuz resim işlerinin yanı sıra yeni çalışmalarıyla karşılıyor beni sanatçı. İstanbul ve Mardin arası mekik dokuyan sanatçının pratiği de yaşamın içinde karşılaştığı ve merak duyup peşine düştüğü öğeler ile şekilleniyor.
Bu renk ve formun sanat pratiğinde önemli bir yer tuttuğunu düşünüyorum. Adeta senin pattern’ın hâline geldi. Bu malzeme ile nasıl karşılaştın?
Hüseyin Aksoy: Bir gün atölyemi ziyaret eden bir arkadaşım, sohbet ederken bana küçük bir kutu içerisinde bu ceviz boyasını verdi. Atölyemde epey bir zaman raflarda kaldı, benim için hiç bilmediğim ve yeni bir malzeme olduğundan hemen kullanmadım. Bir gün merak edip denedim ve epey taslak yaptım. Malzemeyi tanımak için geçirdiğim bu süreç sezgisel olarak benim bu malzemeyle duygusal bir bağ kurmama neden oldu. Malzeme ile tesadüfi karşılaşmam ve merakımın peşine düşerek boyanın arkeolojisini araştırmam sonucu eski zamanlarda Mısırlıların bu ceviz boyasını kullandığını öğrendim. Ölen insanların bedenlerine sürüp bedenin kokmaması ve bozulmaması için bu yöntemi kullandıklarını keşfettim. Cevizin sert kabuğunun öğütülüp toz hâline getirilmesiyle ortaya çıkan bu pigmenti Almanlar mimari restorasyonda yapıyı sağlamlaştırmak ve restore etmek için kullanıyorlar. Bugün bu malzemeye Alman ceviz boyası deniliyor. Ceviz boyasının kullanımının bir tür bedene şifa bulmak aynı zamanda bir yapıyı restore etmek veya onarmak için tarihsel kullanımı beni çok etkiledi. Tesadüfi bir şekilde hayatıma giren bu malzeme sanat pratiğimi ve araştırmalarımı derinleştirdi. Uzun zamandır “Harabe” imgesi üzerine düşünüyor ve buralara çok sık ziyaretler yapıyorum. Harabeleri insanın bir kabuğu gibi görerek onları ceviz boyasıyla kağıdın üzerinde onarmaya bir nehir gibi yaşam suyu vermeye çalışıyorum. Bunu yaparken kişisel hafızamın arkeolojisinin izlerini sürüyorum.
Resmettiğin yitip giden harabeleri onarma çabana malzemenin restorasyon fikri can vermiş resmen. Geçmiş hafızana doğru izler sürerken bulduğun kalıntılar harabeler, tesadüfen bu boyayı keşfetmen ve bu boyayla aradığın onarma motivasyonu, araştırma sürecinde karşına çıkan tesadüflerin araladığı yeni kapılar… SAHA Studio’daki süreç pratiğine nasıl katkı sağladı?
H. A.: SAHA Studio’nun sanat üretimlerinin sonuç odaklı değil süreç odaklı olması, benim pratiğimde bir şeyleri denemem ve diğer sanatçılar ile fikir alışverişinde olmanın benim için öğretici bir yanı olduğunu söyleyebilirim. Bu süreçte üzerinde çalıştığım harabeler ile bir bitkinin ilişkisine odaklanarak “Geçmişi yaktığında, yangın kurtarır onu, kül hâlinde” isimli çalışmaya yöneldim. Bu çalışmaya devam etmekte olan resimler, buluntu nesneler, arşivler, video kayıtları eşlik ediyor. Taşlara, kayalara, harabelere odaklanarak geçmişle yüzleşiyor, hayalet varlıkları olarak onları inceliyor ve parçalı hafızaya bakarak onun izini sürmeye çalışıyorum.
Hüseyin’in zihninin topografyasından bir arkeolog gibi bu yolları izleyerek kurduğu anlatılardan Zeynep’in kelimelere döktüğü içsel dünyasına geçiş yapıyorum. Zamanında halıcılıkla uğraşmış bir aileden geliyor Zeynep Yılmaz. Hollanda’ya eğitim için gittiğinde ilk dikkatini çeken İranlı ailelerin işlettiği halı dükkanları oluyor. Bildiği yerden başlama dürtüsüyle bu dükkanları gezmeye başlıyor. Çocukluğundan kalma o tanıdık koku ve üzerinde büyüdüğü halı istiflerine bu defa daha performatif bir yerden bakıyor sanatçı. İçinde intervention olarak gerçekleştirdiği bir dükkanın gündelik akışına yedirdiği bir performansla başlıyor sanat pratiğine.
Hayat alışkanlıkları üzerine kurduğun sanat pratiğin yaşadığın yer ve mekân bağlamında anlatılarına akış veriyor. Bağlamının dışında olmaktan ve yeni bir şey keşfedip beslenmekten güncel olmaya dair hevesinden bahsediyorsun. SAHA Studio’da olmak, İMÇ’de olmak sanat pratiğini nasıl etkiledi, sende ne çağrıştırdı?
Zeynep Yılmaz: Başka ülkede yaşamak, farklı alanlarda çalışmış olmak bugüne kadar üzerinden zıtlıklar kurduğum anlatılara akış verdi. Gördüklerimi dil ile aktarma hâli sanatsal pratiğimde hep var. Küçük bir defterle geziyorum ve süregelen bir memo kaydı oluşturuyorum. Çarşının geneli çok etkileyici. Stüdyo, içine girip kendim için güvenli bir alan yaratmaya benziyor. Kendimle mutabakat hâlinde, çerçevesi çizili bir mekân içinde istediğim kadar tekinsizleşebiliyorum. Yeni bir hayat rutini, her gün gidip geldiğim yerler ve taşınmamla birlikte gelişen sosyal çevremle gözlemlerim sürekli olarak yeni etkileşimlere giriyor aslında. Bir toparlanma hâli de diyebiliriz. Programa başvururken kabaca gündelik olan her şey üzerine yazmayı teklif etmiştim. Yazdıklarımın belirli bir konu etrafında döndüğünü söyleyemem. Takık olduğum bazı kavram ve imgelere yoğunlaşıyorum, insan ilişkileri gibi. İğneleyici, biraz satirik ve otobiyografik olduğu kadar bence oto-kurgusal bir hikâye yazıyorum. Benim ekosistemimde olanları geniş ekosistemle çarpıştırarak bir akış oluşturuyorum. Kişilere, durumlara, olaylara, objelere atfettiğimiz değerlerin semantik boyutlarını kurcalıyorum. Defter hep yanımda ve yazmaya devam ediyorum. Evde otururken bir anda huzursuzlanıp kağıda koştuğum anlar oluyor. Stüdyoda olmak, buraya gelme rutini ve altı aylık takvim yaratıcı sürecimdeki sınırları belirliyor. Buradaki diğer sanatçılar farklı malzeme ve pratiklerle çalışıyor. Birlikte olmak bambaşka bir deneyim, bu etkileşim zihinde yeni kapılar aralıyor.
Yazı, metinler, kağıtlar, dosyalar, performans ve resimler. Kendini ifade etmekte yeni araçlar denemekten çekinmiyorsun. Hollanda’dan sonra Türkiye’deki yaşamına dönmek nasıl açılımlara yol açtı?
Z. Y.: Hollanda’da geçirdiğim zaman süresince İngilizce yazıyordum. Tekrar Türkçe kullanmaya başladığımdan beri yazı alışkanlıklarım değişmiş gibi hissediyorum. Biraz daha yavaşladım. Dilin, anlatımımı etkilemesi biraz da eğlenceli geldi. Türkçe pek çok şiir yazdım. Yazmanın üzerindeki baskıyı kaldırmak için resme biraz yöneldim. Geçtiğimiz mart ayında Çarşı’daki bir diğer mekân 5533’te “COPYWRITER” adında bir performansım oldu. Medyumlar ve bağlamlar arası geçişler merkeze koyduğum yazma ve okuma hâlinin performatif potansiyeliyle ilgileniyor. Gördüğüm şeyleri dil ve sonrasında ses ile aktarma hâli, olan biteni anlamlandırmamı sağlıyor. Substack üzerinden yazdığım newsletter, SAHA Studio sürecini de kayıt altına alıyor.
Sanat pratiğinde yaşadığı coğrafi bölge ve disipliner sınırları sorgulayarak üretim yapan Betül Aksu, araştırmacı bir kişilikle daha süreç odaklı çalışıyor. Yaşadığı meseleler işlerinin kavramsal çerçevesini belirlediği gibi aynı zamanda formunu da etkiliyor. Gündelik hayatta karşımıza çıkan sınırlar, coğrafi ve bürokratik engeller ile yüzleşerek bu sınırları forma dönüştüren sanatçı, sanatçı kimliği olarak tanımlanma halini formlarla somutlaştırıyor. SAHA Studio sürecinde çalıştığı masanın sürekli yer değiştirmesi, Permessus kenti için modüler bir zemin arayışını da ortaya koyuyor.
“Permessus” antik kenti fikri nasıl doğdu? Geçtiğimiz yaz AVTO’da ilk defa sergilenen “Permessus” antik kentinin ihtimalleri ve arayışlarını görme şansı elde etti izleyici. Bu serginin akabinde SAHA Studio’da olman kentin kurgusuna nasıl katkı sağladı, bunu nasıl etkiledi?
Betül Aksu: “Permessus” antik kenti fikri, 2021-2023 yılları arasında Türkiye’de antik kentleri gezerken ve aynı zamanlarda pasaportumun sınırlarını deneyimlerken ortaya çıktı. Covid-19’la birlikte hayatımıza giren sokağa çıkma yasakları, o dönemde İngiltere çalışma vizemin bitiyor oluşu, kurulu düzenimi bırakıp evden belirli saatlerde çıkabildiğimiz bir düzene dönmek bana bürokratik sınırların gündelik hayatı nasıl etkilediğini sorgulatır oldu. Güvencesiz çalışma koşullarının inkar edilemediği, yaşadığımız uygarlığın çöküşünün kanıtıydı bu günler benim için. Bu çöküşü en çok bugünün boş sokaklarında görüyordum.
Aynı zamanlarda çökmüş uygarlıkların herkes tarafından kabul edildiği antik kentleri ziyaret ediyordum. Toprağın üzerinde henüz kazılmamış hâlde duran sütunları fotoğraflamaya başladım. Bu fotoğraflar biriktikçe tarihi farklı bir şekilde okuma ihtiyacıyla “Permessus” tahayyülü de ortaya çıkmış oldu. SAHA Studio’da, AVTO’daki sergide masaüstü arka planı olarak gördüğümüz yatık sütün fotoğrafları üzerine araştırmama devam ediyorum. Bu fotoğrafların işlenmemiş birer görüntü olarak “Permessus”un zeminini nasıl bir forma dönüştürebilecekleri üzerine denemeler yapıyorum.
Süreç odaklı çalışan bir sanatçı olarak bir çıktı ortaya koymak seni hangi anlamda sınırlıyor?
B. A.: İşlerim genelde uzun bir araştırma sürecinden sonra ortaya çıkıyor, bazıları uzun soluklu, süregelen işler oluyor. İşin oluşum aşamalarında araştırma ya da sergi nesnesi olma durumunu bir ikilik gibi görmeden üretmeyi deniyorum, hem araştırma hâlini hem forma dönüşme hâlini bir arada yürütüyorum. Aynı zamanda, süregelen bir iş nasıl sergilenir, bunun ihtimallerini deniyorum.
SAHA Studio sürecinde modüler bir zemin arayışı içindeyim. Stüdyo sonunda bitmiş bir zemin mi, yoksa test karoları mı sergileyeceğim, henüz bilmiyorum. Stüdyoyu ziyaret eden pek çok küratöre üzerinde çalıştığım işi anlatmak, işim üzerine bu kadar odaklanıp konuşuyor olmak üretim sürecimi değiştirmeye başladı. En başında sadece fotoğraflar, çamur ve sütun formuyla çalışmayı düşünüyordum ancak zamanla cam ve ıslak mendil gibi malzemeler ve yeni sorular da sürece dahil olmaya başladı. Stüdyo dönemi sonunda pişmiş ve pişmemiş çamuru bir arada göreceğimiz, bazı parçaları kırılgan, bazı parçaları sağlam bir yer enstalasyonu ortaya çıkacak gibi duruyor.
Betül’ün komşu masası Kıymet ile devam ediyorum. Kıymet Daştan için geçici bir atölyede kolektif olma hâlini çağrıştırıyor stüdyoda olmak. Malzeme ve zamansallık çizgisinde, izleyiciyi hafızayı unutmak üzerine düşündürüyor. Önce deforme ettiği ve sonra tekrar inşa ettiği malzemelerle unutulmuş olanı yeniden üretme motivasyonu güdüyor.
Beyrut’ta katıldığın Home Workspace (2019) süresince ısı ve malzeme ilişkisine odaklandığın projenin üçüncü ayağı olarak görüyorsun SAHA Studio deneyimini. Sergilenen işin bitmediği ve sürecin devam ettiğinin en görünür neticesi evrilen fikrin perde arkasında farklı malzemelerle yeni çıktılar deniyor olman. Üretim sürecinde malzemenin nasıl belirleyici bir etkisi var?
Kıymet Daştan: Malzemeyle aramdaki ilişkide hafızaya, değer meselesine ve zamanın nasıl algılandığına bakıyorum. Hafızayı nasıl silip, nasıl yok ediyor, nasıl manipüle ediyor ya da nasıl koruyoruz sorularına hafızanın ısı ile ilişkisine bakarken cevap arıyorum. National Museum’da sergilenen sivil savaş sırasında arşivinin yanmasıyla eriyen tarihi eserlerin taşlaşmış kalıntısını görmemle bu sorular belirginleşti. Sergilenen taş tarihi eserlerin kalıntıları olsa bile erime sonucu artık insani olan hiçbir hafızayı taşımıyordu. Ama çıkan yangını, sivil savaşın tahribatını temsil etmek gibi yeni bir hafızası vardı. Optik diskleri çalışma prensibi arasında gördüğüm paralellik beni hafızanın ısı ile ilişkisini malzeme ile denemeler yapmaya yöneltti. Optik diskleri ısı ile şekillendirerek kristal taşlara dönüştürdüğümde unutmanın kalıntısı "Unutma Taşı / Oblivion Stone" adını verdiğim seri ile içerisinde hafızanın yazıldığı katmanda gümüş, altın, alüminyum gibi madenlerin kullanıldığı farklı markalardaki optik disklerin ısı ile form ve renk değiştirmesini kaydettiğim “Yanık bellek” serisi ortaya çıktı. Bu seriler daha sonra katıldığım sergilerde gerek hafifliğine vurgu yaptığım ya da ölçek meselesi ekseninde yeni enstelasyonlara evrilerek yeni varyasyonlarını üretmeye devam ediyorlar.
Savaşlarla defalarca yıkılmış yeniden kurulmuş, sivil savaşın izleri daha silinmeden bugün tekrar kendini savaşın içinde bulan Beyrut'ta başladığım "Unutma(ma)ktan Korkuyorum" projesinin temelindeki ısı, hafıza ve zamanın merkezde olduğu üçüncü seride ise optik disklere değil hafızanın ısı ile ortaya çıktığı başka bir malzemeye bakıyorum. Hafıza teli denilen bu malzeme üzerinde yaptığım araştırma ve denemelerimi SAHA Studio’da sürdürüyorum.
Unutmamak için erittiğin optik disklerden hafıza teline geçişin de bu sürecin devam etmesine olanak tanıyor. Hafıza teli ile nasıl bir ilişki kurdun? Malzemenin davranışları üretim sürecini nasıl etkiledi?
K. D.: 2019 yılında aynı anda birçok zamansal katman görünüp yaşandığı bir şehirde hafızanın korunması üzerine düşünürken İstanbul’a dönmem, pandemi süreci ve deprem gibi yaşanan olayların ve bizim bu tür olaylara verdiğimiz tepkilerin bu gibi olaylar olmadığında unutulması dikkatimi çeken şeydi.
Hafıza telinin çalışma prensibi ile olaylar karşısında verdiğimiz tepkiler arasındaki davranışsal benzerlik üzerine, ısı ile denemeler yaparak nasıl sonuçlar elde edildiğini araştırmaya başladım. Teli bozuyorsun, ısı veriyorsun yine eski hâline geliyor. Malzemenin ısıyla dönüşme hâli pek çok yeni ihtimali beraberinde getirdi. Bu araştırma sürecinde yaptığım denemeler sonucunda teoride çalışan bu fikir pratikte çalışması için farklı ısılar ve kalınlıklardaki tellerle farklı ısıların kolaylıkla sağlanabileceği laboratuvar koşullarında çalışmam gerektiğini gördüm. Bu noktada şartları sağlayacak cihazların bulunduğu ortamda araştırma sürecim başlamış oldu. Malzemenin süreci yavaşlattığı bu aşamada motivasyonumu düşürmüş olsa da ısı ile ilişkilenen nesnelere bakmayı sürdürmeye yöneldim. İşlevsel anlamlarının dışında çağrıştırdıkları anlamalara baktığım uzun zamandır biriktirdiğim nesneleri SAHA Studio’da bir araya getirerek nesnelerle kurduğum ilişkiye, kendi aralarındaki yan yanalıkların anlama etkisine bakmaya başladım. Eskiz defterlerimdeki ısı, hafıza, zaman ile ilişkili olanları SAHA Studio’ya getirmem konuya yoğunlaştığım bir ortam yaratabilmek açısından iyi oldu. Bu bağlamda SAHA Studio'da gerçekleşen nesneler üzerinden kişisel hafızada zamansal sıçramalara izin verdiğim, mekânla da ilişkilenen devam eden bir sürece evrildiğinden bahsedebiliriz.
Ve son olarak görüştüğüm Nadir Sönmez tiyatro, film, performans ve video ağırlıklı çalışarak farklı medyumların arasındaki bağları araştırıyor. Yazan, yöneten ve kimi zaman da oynayan kişi olması kavramsal süreçlerini yaratıcı işlere dönüştürmesinde ona farklı bakış açıları kazandırıyor.
Diyarbakır. Turizm. Romantizm. Aktivizm, Diyarbakır’da konuk olduğun sanatçı programı ve orada geçirdiğin zamanın akabinde şehirdeki Kürt ve LGBT kimlikleri araştırman üzerine doğmuş bir proje. Farklı kavramlar ve mecralarla oynamayı seven bir sanatçı olarak nasıl bir kavramsal yolculuğa çıktın ve bu performansın gerçekleşmesi sana ne getirdi?
Nadir Sönmez: Diyarbakır’da 2010 yılında Hevjîn isimli ilk Kürt LGBTİQ+ dergisinin dört sayı hâlinde yayımlandığından haberdar olmuştum. O dönemde şehirde aktif ve görünür bir kuir hareketin var olduğunu öğrenmek beni heyecanlandırmıştı. Diyarbakır’daki bu hareketi araştırıp bir performans projesi içinde anlatmaya yönelik bir proje hazırladım ve CultureCIVIC desteğiyle gerçekleştirdim. Konuya olan mesafemi hem kavramsal hem estetik olarak belirlemeye çalışırken, turizm üzerine okumak ve düşünmek yardımcı oldu. Anlatıda kendimi turist gibi konumlandırdığım otobiyografik bir yaklaşım belirledim, Diyarbakır’ı ve ilçelerini gezip turist kameramla videolar çektim. İnsanların görülmediği ve kayan Instagram hikâyelerinden esinlenen görüntüler eşliğinde insan cinselliği ve çokeşliliğe dair mahrem öyküler anlattım. Bu projenin yaratım sürecinde gay turizm alanında akademik üretimler olduğunu öğrenmiştim ve bu kaynakları okumaya odaklanabileceğim yeni bir yaratıcı sürece girmenin yollarını arıyordum.
Turizm kavramına derinleşme ihtiyacı gezdiğin yeni şehirlerde de farklı bir algı oluşmasına sebep olmuş. İstanbul ve gittiğin yeni Avrupa şehirlerinde edindiğin izlenimlerden düşündüğün kavramlar üzerine bir arşiv oluşturuyorsun. SAHA Studio’da olmak bu arşivi nasıl besledi?
N. S.: Ben on yılı aşkın süredir hem Türkiye’deki hem de Avrupa’daki hamamlar, saunalar, çark yerleri ve gece kulüplerinde yaşadığım cinselliğe dair otobiyografik metinler yazıyorum. Bunlar günlük gibi tuttuğum ve okuyucuya açma amacıyla yazmadığım notlardı. Şimdi, gay turizme dair daha akademik bakış açılarını da öğrenmeme paralel olarak, bu yazıları gözden geçirip düzenliyorum. SAHA Studio döneminde Lübliyana, Venedik, Viyana ve Budapeşte’yi seyahate çıktım, her birini ilk kez gördüğüm bu yerlerde çektiğim videoları metinlerle bir araya getireceğim bir çalışma hazırlıyorum. Birlikte olduğum diğer sanatçıların malzeme ile çalışmasından etkileniyorum. Ara dönemde rozet, bardak, T-shirt gibi turistik anı eşyalarını kullandığım bir enstelasyon hazırladım. Projenin yeni istikametinde, gay kültürünü bu kültür ile özdeşleşmemiş görüntü ve semboller ile bir arada düşünmeye başladım.
Ara Dönem’de yolculuklarına eşlik ettiğim sanatçılar dönem sonunda bizlere ne sunacak konusu beni meraklandırıyor. Farklı pratiklerin bir araya gelmesiyle kendi süreçlerinde yeni dinamikler kazanan 8. Dönem SAHA Studio konukları yaratıcı sürecin değişkenlerini en belirgin hâlleriyle gözler önüne seriyor. Nadir’in hep malzeme ile çalışan sanatçıları gözlemlemesi, Kıymet’in unuttuklarımızı hatırlatmak üzere malzeme arayışı, Betül’ün üzerinde düşündüğü kavramları bir forma dönüştürme çabası, Zeynep’in edindiği yeni rutinlerin yazı diline yansımaları ve Hüseyin’in kurgusal harabelere olan derin yolculuğu SAHA’nın sunduğu Studio deneyiminin en belirgin çıktıları olarak gözüküyor. Aralık ayındaki final buluşmasında hep birlikte yeni oluşumları gözlemlemek dileğiyle…